1953 yılının Aralık 15’inde, Los Angeles Times gazetesine bir intihar mektubu ulaştı. Yalnızca 15 bin dolar gibi bir bütçeyle çektiği filminin 1 milyon dolara yakın kazanç getirmesine rağmen dağıtımcının ona gişeden hakkını vermediğini, eleştirilerin acımasızlığından dolayı Hollywood’da bir geleceğinin kalmadığını ve sinemada yer gösterici olarak bile iş bulamadığı için yaşamına son vereceğini yazan kişi Robot Monster filminin yönetmeni Phil Tucker’dı. Mektubu okuyan editör hemen durumu polise haber verip bir muhabiri de mektuptaki adres olan Hollywood Knickerbocker Oteli’ne gönderdi. Phil Tucker’ı uzun süredir ikamet etmekte olduğu odasında baygın bulup kurtardılar.
Sonradan, bu olayın dikkat çekmek için yapılmış bir düzenbazlık olduğunu dile getiren Ed Wood, Tucker’ın bir sonraki filminin iş yapmayacağını anlayınca bu yola başvurduğunu söyleyerek onunla alay etmişti. Dünyanın en kötü yönetmeni yarışında başa baş mücadele eden bu iki adam aynı zamanda birbirlerinden nefret ediyorlardı. Herhalde araları tam olarak Wood’un, yine bir başka en kötü film unvanıyla tanınan Plan 9 From Outer Space filminden sonra bozulmuş olmalı çünkü Tucker’ın bu yapımda yönetmen yardımcısı olarak bulunduğu ortaya çıkmıştı.
İntihar olayı gerçekten de pek ciddiymiş gibi görünmez, sonradan Tucker’ın oğlu da babasının intihar edecek biri olmadığını söylemişti. Gerçi Tucker bu olay sırasında henüz 24 yaşındaydı ve o zamanki ruh hali belki intihar düşüncesine el vermişti ama aynı zamanda filminin reklamı için doğru zamanlamayla birkaç uyku hapı yutmaktan çekinmeyecek bir sinema tutkusuna da sahipti.
Phil Tucker’ın sıra dışı fikirlerini sergileme fırsatı bulduğu ilk filmi Robot Monster, afişinde de görülen bir goril bedenine sahip metalik başlıklı canavarıyla tanınır. Aslında başta bütünüyle metalik bedenli bir robot düşünülmüşken bütçe bu tasarıma izin vermeyince Tucker, oyunculuk dışında kendi yaptığı goril kostümünü kiralayan ya da giyerek filmlerde ve etkinliklerde goril taklidi yapan arkadaşı George Barrows’u filme dahil etmişti. Robotun bu beklenmedik sunumu herhalde gişedeki başarısının ve bugünkü ününün en büyük nedenidir. Tucker “yahu kardeşim böyle robot olur mu?!” diyenlere aldırış etmedi ve karakteri biraz değiştirip doğası belirsiz uzaylı bir yaratık olarak yansıttı.
Film bu uzaylı canavarın tüm dünya nüfusunu yok etmesi ve yetinmeyip geriye kalan tek bir ailenin peşine düşmesini anlatan bir senaryoya sahipti. Phil Tucker, Wyott Ordung’un yazdığı asıl senaryonun büyük kısmını değiştirdi ya da parasızlıktan dolayı buna zorunlu kaldı. Ortaya çıkan yapıt alay konusu edilse de aslında onu en kötü film olarak tanımlamanın ne derece haklı olduğunu sorgulatacak düzeydedir.
RO-MAN İNSANLIĞA KARŞI
Robot Monster, belli türlere olan sevgi ve övgü ile yapılmıştır. Film başlar başlamaz jenerik yazıları dönemin korku, bilimkurgu, gizem ve fantastik konuları içeren çizgi romanlarından oluşan bir yığının üzerine çıkarlar. İzleyeceğimiz film bu çok sevdiğimiz hikayelerin ve onları görselleştiren çizimlerin bir uyarlamasıdır ve o çizgi romanların çoğunda yer alan birbirinden tuhaf olayları kabullenip severek takip edenlerin Robot Monster’dan bu anlamda şikayet etmeleri abartılı olur. Nedir bu filmi en kötü yapan, buna geçmeden önce önemli ilk 4-5 sahnesine dikkatle bakmak gerekir.
Film iki çocuk oyun oynarken açılır. Johnny, uzaylılarla savaş oyunu oynarken hayali düşmanlara baloncuk fırlatan oyuncak silahıyla ateş eder durur. Küçük kız kardeşi ise onunla evcilik oynamayı bekler. Oralardaki bir mağarada eski duvar resimlerini araştıran bir arkeolog ve asistanı Roy ile karşılaşırlar. Duvardaki resmi bir robota benzetir Johnny, aklı fikri uzay, robotlar, başka gezegenler ve savaşlardadır. Bu arada onları aramakta olan anne ve ablası gelirler ve çocukları alıp piknik yaptıkları alana dönerler. Johnny oynamaya devam etmek ve arkeologlarla kalmak istemiştir ama annesi izin vermemiştir. Babasının bir süre önce ölmüş olduğunu öğrendiğimiz Johnny, “Babam olsaydı bana izin verirdi” der. Annesine “Yeni bir babam olacak mı?” diye sorar. Annesi “Olsun mu?” diye sorunca “Olursa bilim insanı olsun ve uzay gemileri yapsın” diyerek hayallerini gerçek kılabilecek bir baba isteğini belli eder. Sonra hepsini piknik yaptıkları yerde öğlen uykusuna dalmış halde görürüz. Johnny uyanır ve arkeologları gördüğü mağaraya koşar. Bu sırada bir şimşek çakar ve Johnny çarpılarak yere yığılır.
Johnny kendine gelir ama giysileri değişmiş ve mağaranın girişinde bir “Yüz Bin Milyon Baloncuk makinesi” konmuş durumdadır. Johnny bu cihazlara ve baloncuklara aldırış etmeksizin sanki yarım kalmış işini tamamlıyormuş gibi mağara girişindeki duvara bir resim yapar. Sesler duyunca bir yere saklanır ve mağaranın içinden canavarımız Ro-man çıkagelir. Ekranlı iletişim cihazından, Ro-man halkının yaşadığı Ro-man gezegenindeki komutanı Yüce Kılavuz’a (Great Guidance) rapor verir. Ro-Man, üstün silahlarıyla bir saldırı gerçekleştirmiş, insanlar saldırının düşman ülkeden yapıldığını sanmış ve birbirlerine hidrojen bombalarıyla saldırmışlardır. Ro-Man sonra ortaya çıkmış ve atom savaşından geriye kalan herkesi yok etmiştir. Tek başına dehşet bir yok oluşa imza atan bu uzaylı, hesaplamalarında bir yanlışlık olduğunu komutanı Yüce Kılavuz’dan öğrenir. Herkes ölmemiş, 8 kişi hala yaşamaktadır ve onları da yok etmelidir. Johnny tüm bunları gizlendiği yerden duyar ve Ro-man mağaraya geri girdikten sonra hızla uzaklaşır.
Bir dikdörtgen çukurdaki çatısız evlerine gelir. Daha önce gördüğümüz arkeolog şimdi babası olmuştur. Şu anki gerçeklikte aileye baba da eklenmiştir ve arkeolog değil bir fizik ve kimya profesörüdür. Johnny gelince sevinirler ve savaş ortamında evden uzaklaştığı için ona kızarlar. Johnny ise Ro-man’i gördüğünü söyleyerek onlara bilgi verir. Ani değişimle dünyanın yerle bir olduğu, başta görülen arkeologun ailenin bir parçası haline geldiği bir paralel evren görüyor gibiyizdir.
Filmdeki en tuhaf ayrıntılardan biri, ailenin kaldıkları evdir. Ro-Man onları bulup öldürememiştir çünkü ablası ve babasının evin çevresine döşedikleri teller onları Ro-Man’in tarayıcılarından gizlemektedir. Ev derken, üst kısmı yok olmuş bir evin bodrumu gibi düşünülebilirse de sanki normalde yaşadıkları yermiş gibi yansıtılan bir odanın iki duvarını görebiliriz bu evde. Tucker, sahneyi aydınlatmak üzere ışık kullanmamak ve bu masraftan kurtulmak için toprağa kazılmış bu yarı çukura örülmüş gibi duran iki duvarın üstüne bir gölgelik bile eklememiş ve tepesi açık, doğrudan güneş ışığına, yağmura, rüzgara maruz kalan evde yaşadıklarını kabullenmemizi istemiştir. Eve girilecek yıkık dökük de olsa bir kapı veya merdiven bile yoktur. Çıkmak için iki metrelik duvara tırmanırlar, girmek için de içeri atlamak gerekir. Çatalhöyük’teki 9.000 yıl önce yapılmış, içeriye çatısından girip çıkılan evler bile bundan daha konforlu ve modern kalır.
SAÇMA DÜŞLER NE ANLATIR?
Tek bir uzaylının tüm dünyayı yok etmesi, son kalan üç-beş kişiyi de yok etmeden gezegeni istila edemiyor olmaları, Ro-man’in son kalan kişileri cihazlarında bulamaması ama ta başka gezegendeki komutanının görebilmesi gibi daha pek çok anlamsızlığın film bitene kadar sürmesi sondaki bir sürpriz sahneyle sonlanır. Pek çok filmde karşımıza çıkan meğer hepsi bir rüyaymış sahnesi yaşanır. Johnny’nin baştaki kostümünün değiştiği andan itibaren bir düş izlediğimiz ortaya çıkar. Filmin komik ve saçma bulunan sahneleri aslında küçük bir çocuğun hülyasından ibarettir.
Johnny rüyadan önce arkeologlarla karşılaştığında onlarla duvardaki astronota benzer resimle ilgili konuşmuşlardır. Johnny rüyada bu resmi kendisinin çizdiğini görür ve üzerine incelemeler yapılan bu eserin yaratıcısı konumuna sokar kendini. Piknikte yeni bir baba istediğini annesine söylemiş ve bunun bir bilim insanı olmasını istemiştir. Karşılaştığı arkeolog, tanıma en yakın kişidir ve düşte onu babası haline getirir. Çatısız, kapısız, penceresiz yer de tıpkı çocukların “burası da evimiz olsun” diyerek oynayabilecekleri bir yerden farksızdır. Evin geri kalan ayrıntıları hayaldedir. Oyuncak baloncuk silahı düşte baloncuk makinesine dönüştürülmüştür.
Tucker asıl senaryoda çocuğun düşü motifi olmamasına rağmen bunu sonradan eklemişti. Böylece doğru dürüst bir ev veya başka setler kullanamadığı yapım koşulları içindeki olanaksızlıkları, senaryodaki tutarsızlıkları ve ben yaptım oldu sahnelerini bu şekilde bir çocuğun kurgusuna dönüştürerek bir çözüm üretmişti. Filmde gerçek bir düşteki gibi bir an öyle bir an böyle olan ve anlam verilemeyen değişimleri, sonuçsuz kalan eylemleri, rüyanın asıl amaca ulaşabilmesi için kullandığı dolambaçlı yolları görmüş oluruz. Bu düş anlatımı içine Tucker bir başka boyut daha eklemiştir ki filmin temellerinden birini oluşturur.
ÜÇ BOYUTLU ABLA KISKANÇLIĞI
Johnny düşünde arkeoloğu babası, onun asistanı Roy’u da ablasının sevgilisi yapmıştır. Roy’u yeni kimliği içinde ilk kez, Johnny gibi mağaranın yanında canavarı gizlice gözetlerken görürüz. Ailenin yanına döndüğünde onlara Ro-man’i gördüğünü söyler heyecan içinde. Johnny hemen ondan aşağı kalır yanı olmadığını göstermek istercesine atılır, “Ben de gördüm” der. Roy “Ona sizle şu anda olduğum kadar yakındım” diye devam edince, Johnny yine “Ben de yakındım” diyerek Roy’la sidik yarıştırmaya devam eder. Ama söyledikleri, büyüklerin sohbeti arasında çocukların önemsenmeyen sözleri gibi kimse tarafından duyulmaz bile.
Roy eve gelmeden önce Ro-man, henüz bulamadığı insanlığın son temsilcisi aileye bir televizyon yayını yapıp dünyada son kalan kişilerin onlar olduğunu söyleyerek gözdağı verir. Bunu duyunca baba birden sevinir, demek ki hayırsız Roy da ölmüştür. Johnny, “Ablam da sevinmiştir. Kavga edip duruyorlardı” deyince ablası “Öyle deme Johnny, o çok iyi bir bilim insanıydı” der. Baba da fikrini biraz değiştirmiş gibi, “Doğru, onsuz bizi hayatta tutan serumu geliştiremezdim” diye ekler. Roy’un, Alice’in bilimle uğraşmasını küçümsediğini, bu yüzden şikayetçi olduklarını öğreniriz. Alice onun için “egoist ve zorba bir adam” der, Roy’un ölümüne üzüldüğü için kendine kızar.
Daha bir dakika önce dünya üzerinde onlardan başka hiç kimsenin kalmadığını öğrenen bu kişiler, korkunç haberi değil de Roy’un karakterini konuşurlar, en önemli konu buymuş gibi. Ama konu Roy’dur gerçekten de. Çocuk düşünde insanlığın yok olması basit bir macera anlatısının gerçek dışılığı kapsamındadır.
Rüyadan önceki Johnny ve küçük kız kardeşinin arkeolog ve asistanı Roy’la karşılaştığı, sonradan anne ve ablasının da onları buluğu sahnede Johnny, ailesiyle arkeologları tanıştırır. Johnny, Roy’a tamamen yersiz gibi görünen bir şekilde “Ablamı beğendiğine eminim” der. Roy da “Kuşkusuz” diye yanıtlar. Roy’un, ablasıyla olası birlikteliğine karşı Johnny düşünde onu sorunlu ve ablasını üzecek, kibirli biri olarak yansıtmaya çalışır. Babanın önce Roy’un ölmesine sevinmesi, birkaç dakika sonra da yaşadığını görünce sevinmesindeki tutarsız yaklaşım da Johnny’nin görünürde mantığa oturmak zorunda olmayan çocukça kurgusuna bağlanabilir böylece. Ama en baştan beri Johnny’nin Roy ve ablası arasındaki ilişki fikrinden pek hoşlanmadığı ve Roy’u bu kurgu içinde ezmeye uğraştığı apaçıktır.
Johnny’nin ailesi Ro-man’e barış önerir. Ro-man ise eğer barış görüşmesi yapacaklarsa bunun yalnızca Alice ile olabileceğini söyler. Profesör “Benimle görüş” dese de Ro-man “anlam veremediği bir nedenden ötürü” Alice ile görüşmekte ısrar eder. Canavar, kızı ekranda görünce etkilenmiştir. Alice’in de kabul etmesiyle buluşmak üzere sözleşirler. Bu sırada küçük kız, “Ablam Ro-man ile mi çıkacak?” diyerek sanki bir romantik ilişki beklentisiyle buluşacaklarmış gibi bir hava yaratır. Küçük kızın bu yersiz sözü de düşün kaçınılmaz bir öğesidir. Çünkü Johnny bilinç dışında, ablasını Roy’dan çalmak isteyen Ro-man’in ta kendisidir.
DUYGUSUZ RO-MAN ve KÜSTAH JOHNNY
Ro-man’in küçük kızı öldürürken Johnny’yi öldürememesi, Johnny’nin Ro-man ile görüntülü görüşmelerde ona dil çıkarıp gülümsemesi, filmin başında oynarken kafasına geçirdiği başlıkla Ro-Man’i andırması gibi ayrıntıları unutmayalım. Alice’in Ro-man ile buluşmayı kabul etmesine Roy çok kızar. Ama Alice ısrarcıdır, bunun üzerine Roy onu sanki bir suçluyu bağlar gibi bağlayarak gitmesine izin vermez. Bu sırada Johnny yine evden kaçarak Ro-man ile buluşmaya kendisi gider. Johnny kaybolunca endişelenirler ve Roy bu kez “biz Alice ile onu buluruz” diyerek kızı bağladığı ipleri çözer. Tutarsız ve saçma konuşmalar, birden tavır değiştirmeler filmin abukluğu gibi görünür ya da istenen fanteziye ulaşmak üzere bir çocuk aklı tarafından kurgulanıp durmaktadırlar. Roy ve Alice Johnny’yi ararken Ro-man’i uzaktan görüp bir çalının arkasına saklanırlar ve burada yakınlaşıp sevişirler. Sarmaş dolaş eve dönerler. Johnny’yi çoktan unutmuş gibidirler. Ama Johnny onlardan önce döndüğü için sorun edilmez bu. Evlenmeye karar verdiklerini söylerler ve baba da ikisini evlendirir.
Johnny bu sırada “Balayına nereye gideceksiniz, Niagara Şelaleleri’ne mi?” diye alaycı bir soru sorar. Yeni evliler bu kıyamet içinde evden bir günlüğüne çıkarlar ve balayını geçirmek üzere yine bir çalının arkasında sevişmeye giderler. Ama artık bu kepazeliğe bir son verilmelidir. Johnny, düşte öncelikle Ro-man ile Alice’in buluşmasını engellediği için, ardından da ablasına el sürüp onunla evlendiği için Roy’un cezasını kesecektir. Ro-man yeni evlileri bulur, seviştiklerini görünce kıskançlık içinde öfkelenir. Roy canavarla dövüşmek zorunda kalır ve Ro-man onu uçurumdan aşağı atar. Roy’dan kurtulduktan sonra da Alice’i kaptığı gibi götürür kucağında. Alice, Roy’un ölüm şokunu birkaç saniye içinde atlatıverip Ro-man’i seksapeliyle etkileyerek zayıf noktasını öğrenmeye çalışır. Ona “nasıl böyle güçlü olduğunu” sorar. Alice’in sözleri yalandanmış gibi verilse de Ro-man için ondan etkilenmiş olmasının işaretidir.
Ro-man kızı mağarasına götürür, onunla sevişmek ister. Alice’e, ona erkeğiymiş gibi davranmasını söyler ve elbisesini yırtar. Ro-man amacına ulaşamadan Yüce Kılavuz tarafından durdurulur. Yüce Kılavuz film boyunca Ro-man’i azarlar ve “plan” doğrultusunda hareket etmesi ve Alice’i de öldürmesi için onu uyarır durur. Burada da Johnny’yi engelleyen güçtür ve ablasına duyduğu ilgiyi sonlandırmasını sağlar. Yüce Kılavuz, o kadar emredip durmasına rağmen Ro-man’in ona karşı çıkarak Alice’e aşık olmasına ve onu öldürmeyi reddetmesine, yani tabunun yıkılma girişimine öyle kızmıştır ki onu öldürerek cezalandırır, dünyayı da yerle bir eder.
YA ONLAR YA BİZ
Açılış sahnesinde, Johnny savaş oyunu oynarken küçük kız kardeşine ateş ettiğinde kızcağız bezgin bir sesle “Öldüm mü şimdi ben?” diye sorar. O da “Parçalara ayrıldın” diye yanıtlar. Filmde Johnny ve Ro-man ile temsil edilen saldırganlığa karşı Profesör ve kadınlar tarafından temsil edilen barışçıl tavır karşı karşıya gelir. Johnny sürekli savaşçılık oynarken zavallı kız kardeşi ona evcilik oynamalarını önerir durur. Profesör ekrandan Ro-man ile iletişim kurduklarında ailesini tanıtır ve “Bu zararsız insanları niye öldürmek istiyorsun?” diyerek barış önerir.
Johnny oyununda hayali düşmanlar için “Ya onlar ya biz” der. Ro-man de insanların iyice zeki yaratıklar haline geldiğini ve onlar için tehdit oluşturmaya başladıklarını söylemektedir. Ya onlar ya biz mantığıyla, insanlardan önce onlar saldırmaya karar vermişlerdir. Soğuk Savaşın en çetrefilli dönemlerinde çekilen filmin, benzerleri gibi Komünist tehlikeyi işlediği söylenebilir. Ro-man’ler “plan” doğrultusunda hareket eden, diktadan farklı düşünmeye kalkan üyelerini Ro-man’e yaptıkları gibi yok eden duygusuz varlıklar olarak yansıtılırlar. Ro-man “Ben de insanlar gibi olmak istiyorum, gülmek, duygulanmak, hissetmek istiyorum” diyerek ölüm fermanını imzaladığında sanki ABD’den sığınma istemek üzeredir. Ama özgür düşünce ve plana karşı çıkabilme cesareti gösterdiği için hemen cezalandırılır.
Ro-man, Yüce Kılavuz ile aynaya benzeyen bir ekranda konuşur ama bu kişi de Ro-Man’in tıpkısıdır, sesi bile aynıdır. Zaten başka kostüm olmadığından iki Ro-Man’i de aynı kişi canlandırmıştır ama bu ucuzluğun Johnny’nin düşü olmasıyla sorun ortadan kalkar. Ro-man aslında bu sahnelerde kendisiyle konuşmaktadır. Planını sorgulayan düşünceleri kendi iç çatışmalarıdır. Filmin en ünlü sahnelerinden, Alice’i öldürmesi için verilen emri yerine getirmeye çalıştığı, “Yapamam ama yapmak zorundayım” monologu onun kendi utancı ve özgür düşünce isteği arasındaki çatışmadır ve bu sorgulamayı yaptığı için bile cezalandırır kendini. Rüyadan sonra bir vicdan azabıyla uyanır Johnny, rüyasında öldürdüğü kız kardeşinin evcilik oynama isteğini bu kez kabul eder.
Dünyadaki son kişiye kadar insanlığı yok etmeye girişen bir soykırımcı canavarlık planı, piknik yapan zarif kadınların dünyasından kaçarak savaş ve gözyaşına sığınan Johnny’nin aklından beslenir. Ro-Man “duyguları olmayan biri olarak yapılmıştır” ama onu yapan, evcilik oynamasını engelleyen nedir, üstüne birkaç sahnede birden verilerek tesadüfi olmaktan çıkan abla kıskançlığı nedendir, bunlar üzerinde belirgin şekilde durulmaz.
Tüm bu belli anlatımlar içeren ve bazıları sinsilikle dolu sahneler, eğer gerçekten bir bütün haline gelebilseydi, filmi belki bambaşka anıyor olurduk. Sadece dört günde çekilen filmdeki devamlılık hataları, özensiz çekimler, olmayan mekan tasarımları, rüya fikrinin de kurtaramadığı senaryo sorunları, onu ciddiye almayı oldukça zorlaştırır. Tucker’ın robot kostümü yerine goril kostümü kullanma fikri filmin kaderini baştan belirlemiş ve filmde iletişim cihazı olarak kullanılan, jenerikte cihazlarını ödünç verdikleri için teşekkür edilen “N.A. Fischer Kimya” şirketine ait baloncuk makinesi de bu kaderi perçinlemiştir.
KÖTÜ FİLM FETİŞİ
Robot Monster ilk gösterildiğinde o güne kadar yapılmış en kötü filmlerden biri olarak anılmaya başlamıştı bile. Onu yıllar sonra yeniden gündeme getiren ve “en kötü” yaftasıyla ünlendiren, 70’lerin sonunda basılmış olan Tüm Zamanların En Kötü 50 Filmi (The Fifty Worst Films of All Time) adlı kitapta yer almasıdır. Yalnız bu kitaptaki 50 kötü film içinde Alfred Hitchcock, Alain Renais, Sam Peckinpah, Otto Preminger, David Wark Griffith gibi yönetmenlerin filmleri de vardı, bu yüzden pek ciddiye alınacak bir kitap değildi ama bu büyük yönetmenlerle birlikte anılmak Phil Tucker ve Robot Monster’a yeni bir yaşam verdi.
Tucker filmi ilk yaptığında yüksek bir beklenti içindeydi. Çok düşük bir bütçeyle kendince orijinal bir canavar tipi yaratmış, o günlerde ucuz filmleri parlak göstermek için sıkça başvurulan 3 boyutlu çekim kullanılmış, henüz o yıl yaygınlaşmaya başlayan stereo ses sistemine yer verilmiş ve müziklerini de filmdeki diğer herkesten orantısız şekilde ünlü ve yetenekli bir sanatçı olan, sonradan On Emir (1956), Yedi Silahşörler (1960), Büyük Firar (1963) gibi filmlerin efsane müziklerini hazırlamış olan Elmer Bernstein yapmıştı. Bernstein’ın projeye dahil olmasının nedeni o sırada ABD’de bazı sanatçıların, komünist olduklarından şüphelenildiği veya sol örgütlerle ilişkilerinden ötürü kara listeye alınıp stüdyolarla çalışmalarının olanaksız kılınmasıydı. İkinci Dünya Savaşı’nda ABD’nin müttefiki olduğu sırada Sovyetler Birliği’ne bağlı bir Komünist dergide müzik eleştirileri yayınlandığı için Elmer Bernstein da bu listeye alınmıştı. Bir anda işsiz kalınca bu dönemde Robot Monster’ın yapımına destek vermeyi kabul etti. Böylece güya özgürlükler ülkesinde komünist dergide yazdığı için iş çevresinden uzaklaştırılan biri, özgür kararlar veremeyenlerin toplumunu yeren bir filmin müziklerini yapmış oluyordu. Bernstein’ın müziklerinin, filmin girişindeki görkemli gizem ve tedirginlikle birlikte filmi bütünlüklü tutmaya çalışan atmosferin oluşturulmasında büyük katkısı vardır.
PHIL TUCKER’IN SONRAKİ MACERALARI
Phil Tucker, Robot Monster’la umduğu ilgi ve takdiri elde edemeyince sonraki iki yıl içinde 4-5 tane birkaçı çıplaklık içeren sıradan işler çekti. Ed Wood gibi, başka yönetmenlik işi bulamayınca çektiği ucuz sömürü yapımlarıydı bunlar. Tucker sinema üzerine fikirleri olan ve bunları doğru dürüst yapım koşulları içinde uygulamak için fırsat kollayan biriydi ama hiçbir zaman o koşullara ulaşamadı. Hollywood sistemini eleştirmek amacıyla yazıp çektiği bütçesiz Brooklyn Jungle (1955), adında Brooklyn olmasına rağmen Hollywood’daki kurnaz bir sözde yönetmenin ve film yapım koşullarının hikayesiydi. Tucker, yapımcı ve yönetmenleri, genel olarak Hollywood’daki sistemi alaya aldığı sahnelere, özellikle son anlarda yaratıcı taşlamalara imza attığı ama kötü oyunculuklar, utanç verici çekimler, berbat ışıklandırma ve ses, kör bir kameraman ile sarhoş bir kurgucunun elinden çıkmış gibi duran bir film koymuştu ortaya. Yönetmenliği bıraktıktan sonra King Kong (1976), Orca (1977) gibi büyük filmlerin ve pek çok ünlü TV dizisinin kurgularını yapan Tucker’ın, bu gerçekten de Phil Tucker standartlarına göre bile fazla sorunlu filmi sanki bilerek kötü çektiğini bile düşünebilirsiniz.
Tucker 5 yıl kadar yönetmenliğe ara verdikten sonra yine kendi yazdığı bir filmle istilacı uzaylılar konusuna geri döndü. Bir başka “kötü film listesi üyesi” olan Cape Canaveral Monsters (1960), çok ilginç sahnelere sahip olmakla birlikte yine şeytanın bacağını kıramadı, sinema için çekilmişken televizyona satıldı ve Tucker’ın da yönetmen olarak son filmi oldu.
Cape Canaveral Monsters’ta bu kez uzaylı istilasının son dönemi değil başlangıcı anlatılır. Küçük birer ışık topu şeklindeki iki uzaylı, kaza yaptırıp öldürdükleri bir çiftin bedenlerine girerek onların kimliğinde eylemlerine başlarlar. Cape Canaveral üssünden uzaya gönderilen roketlerin fırlatıldıktan sonra ya patlamasına ya da yere çakılmalarını sağlar, yine üslerine raporlar vererek istilaya hazırlık yaparlar. Çok güzel çekilmiş bir başlangıcı olan, uzaylılardan birinin kolunun koptuğu ve bu kolla ilgili kendi aralarında cinsel çağrışımlı aşağılamalarla çeşitli laf sokmaların süregittiği, tek kolla bazuka kullanan uzaylının roket vurması sahneleri içeren, Cape Canaveral’dan uzaya roket gönderen ekibin stajyerler ve onlara söz dinletmeye çalışan öğretmenlerinden oluştuğu, filmin stok görüntüler üzerine inşa edildiğini düşündürecek bollukta roket fırlatma, çakılma ve patlama görüntüleri barındıran, kesinlikle yeniden değerlendirmeye muhtaç bir filmdir bu da.
İlkini 23, sonuncusunu 30 yaşında çektiği iki elin parmaklarını geçmeyen sayıdaki filme imza atan Phil Tucker’ın yönetmenliği belki kötü bulunabilir ama sonraki post prodüksiyon kariyerine de bakıldığında, eğer en azından asgari olanaklar ve doğru dürüst ekiplerle film çekebilseydi, herhalde çok daha iyi ve derli toplu işler çıkarabilecek potansiyeli olduğu yadsınamaz.
Elde kamera ve oyuncular, birkaç gün çekim yapmaya yetecek para, bir goril kostümü ve baloncuk makinesiyle, ne ışık ne set ne kostüm ekibi falan olmadan bir kanyona üç boyutlu film çekmeye giden Tucker’a, sanki bir çocuk oyunu sırasında yaşananları yansıttığı, yeri geldiğinde saç baş yoldurup yeri geldiğinde kahkaha attırdığı ama yine de kendini izletmeyi başaran ve kötü film fetişi yoluyla da olsa yüzbinlerce hayran edinmiş bu yalnızca bir saatlik, tuhaflıklarla dolu küçük hazine için minnettarız. Tucker standartlaşmış öykü kalıplarına yeni bir yaklaşım getirmek isteyip başaramamış ama sinemanın bu kalıplara sıkışmaması gerektiğini belki istemeden de olsa hatırlatmış sanatçılardan biridir. Film izlemek tek yönlü kalmadığı ve eserin niteliği ne olursa olsun seyredende duygular, ilhamlar ve düşünceler oluşturabildiği ölçüde değerlenir ve dünyanın en kötü üç boyutlu filmi Robot Monster da en azından bunu başaran bir yapıttır.
Öteki Sinema için yazan: Murat Kirisci
eyw abi eyw