Geçenlerde yabancı aktör, aktris ve yönetmenler hakkında çok sayıda ikinci el kitap aldım. Bunların çoğu biyografi, otobiyografi ve hatırattı. Hemen en sevdiğim yönetmenler hakkında olanları okumaya başladım ve daha ikinci kitapta derinden sarsıldım. Bu çarpıcı eser, Roman Polanski’nin bizzat kaleme aldığı “Roman” adlı anı kitabıydı. İşin güzel tarafı, Kelebek Yayınları bu kitabı yurt dışında yayınlandığı yılın (1984) hemen akabindeki yıl çevirtmeye başlamış ve 1986 yılının Şubat ayında yayınlayıp Türkçe literatüre kazandırmış. Yayınevinin sahibi (kitabı hazırlayan) Yıldıran Bozkurt’a ve çevirmen Püren Arslan’a ne kadar teşekkür etsek az çünkü Roman Polanski’yi yakından tanımak için bundan daha önemli bir eser olamaz.
Şimdi kitabı kısaca tanıtmadan önce bir husus sıkça karşıma çıktığı için özellikle değinmek istiyorum. Ben sanatçılarının uzman oldukları alandaki üretimleriyle özel hayatları arasında bir ayrım yapmamız gerektiğine inanıyorum. Biliyorum, çok zor ama yapmamız gerekiyor. Elia Kazan, Woody Allen, Charlie Chaplin ya da Yılmaz Güney gibi isimleri, özel yaşantılarındaki iniş-çıkışları, çalkantıları ve –dürüst olalım- asla kabul edilemeyecek eylem ve söylemlerinden dolayı mahkûm edebilir miyiz, evet, edebiliriz ama bu, sinema sanatına sundukları katkıyı görmezden gelmemize yol açmamalı. Niye böyle söylüyorum çünkü eğer böyle yaparsak elimizde doğru düzgün hiçbir sanatçı kalmaz. Okudukça kimler hakkında neler öğreniyorum neler… Sinema tarihinde büyük isim yapmış birçok sanatçı hakkında insanın aklını alacak şeyler okudum, okuyorum ve daha da okuyacağıma eminim. Hiçbir şeyi yok saymayalım, halının altına da süpürmeyelim ama sanatçının sanatına olan katkısını da bir kalemde silmeyelim. Roman Polanski, asla kabul edilemeyecek rezil bir şey (küçük bir kız çocuğuna cinsel istismar) yaptı mı, yaptı. Kabul. Bunu saklayacak bir durum yok ama bu kendisinin, iyi filmlere imza atmış önemli bir yönetmen olduğu gerçeğini değiştirmez. Meramım budur. Gelelim kitaba…
Polanski, Roman adlı anılarına Peter Shaffer’in Amadeus adlı tiyatro oyunuyla başlıyor. Hani şu daha sonra sinemaya uyarlandığında çok sayıda Oscar’ı süpüren eser. Meğer Roman Polanski, bu tiyatro oyununu (filmden çok daha önce) defalarca sahnelemiş ve bir çocukluk düşünü gerçekleştirerek başrolde (Mozart’ı) oynamış. Kitap boyunca, Roman Polanski’nin tiyatroya ne denli önem verdiğini, sessiz, sakin ve derinden önemli çalışmalara imza attığını öğreniyorsunuz. Onun bu özelliği az bilinir.
Kitabın bir diğer önemi, birçok Polanski filminin yapım süreci hakkında detaylı bilgiler içeriyor oluşu. Polanski, kendi bakış açısından (ama doğru ama yanlış) çoğu filmi hakkında es geçilemeyecek önemli bilgiler ve yorumlar paylaşıyor. Roman Polanski hakkında yazılan yarım düzine kitabı okumuş olmama rağmen ilk defa duyduğum bir sürü şey oldu. Polanski’nin filmleri hakkında bir yazı kaleme almayı düşünenler mutlaka okumalı derim ben. Bunların arasında favorim, Chinatown (Çin Mahallesi, 1974) ve Le locataire (Kiracı, 1976) hakkında yazdıkları. Yarım kalan projelerden en ilginci de Warren Beatty’nin oynamasını istediği “Kelebek” (Papillon). Biliyorsunuz, sonra bu eseri Franklin J. Schaffner uyarladı, başrolde de Steve McQueen oynadı.
Gelelim Roman Polanski’nin kitabını yazmamın asıl nedenine yani bu kitabı okurken beni derinden sarsan anılarına. Polanski’nin hayatında sayısız trajedi var ama bunlardan üçü tüm dünyayı sarstığı için kayıtsız kalmak olanaksız. İlki, Nazilerin iktidara gelişi ve Polonya’yı işgal edip aralarında Polanski’nin aile üyelerinin de bulunduğu sayısız insanı barbarca yok edip milyonlarcasının da hayatını cehenneme çevirmesi. İkincisi, Manson Çetesi’nin Polanski’nin hamile karısı Sharon’ı ve yakın arkadaşlarını hunharca katletmesi. Üçüncüsü de, Polanski’nin büyük sansasyon yaratan taciz/tecavüz davası. Polanski, üçünü de kendi açısından, herhangi bir ajitasyona girmeden anlatıyor.
Sondan başa doğru gidelim ve ilk önce taciz davasından başlayalım. Polanski, kendi savına (kızın kendi isteğiyle birlikte olduğu) destek sağlayan kişi ve kanıtları tek tek sayıyor. Tabii bunlar hiç şüphesiz kendi açısından (öznel) yorumları da içeriyor. Polanski’nin anlattıklarında bir ölçüde doğruluk payı olduğunu; telefon kayıtları, komşuların, Jack Nicholson’ın yardımcısının ve Jack Nicholson’ın o zamanki hayat arkadaşı Anjelica Huston’ın şahitlikleri mahkeme sürecinde kısmen desteklemişti. Yine de kabul edilemez bir eylem, o başka. Tacizin de, devam eden mahkeme sırasında apar topar ülkeyi terk edişinin de (kaçışının) savunulacak tarafı yok. Polanski de yediği haltın farkında, onu da yazdıklarından anlıyorsunuz.
Polanski; Sharon ve arkadaşlarının, Charles Manson ve çetesi tarafından işkence edilerek öldürülmesiyle ilgili bölümleri de kendi açısından değerlendiriyor. Eşiyle son günlerini, son saatlerini paylaşıyor. Haberi nerede nasıl aldı, alınca ne yaptı, yanına ilk hangi arkadaşı geldi (Warren Beatty), hangi yakın arkadaşı cenazeye katılmadığı için onunla bir daha konuşmadı (Steve McQueen), Polanski hepsini olabildiğince sade ve süssüz bir şekilde anlatıyor. Basının ilk günlerde, işin aslını astarını bilmeden bütün ihaleyi Polanski’ye bırakıp onu nasıl ipe çektiklerini okuyunca gözleriniz doluyor. Adamın acısını yüze katlamışlar. Katliamın detaylarını en iyi anlatan kitabın; Vincent Bugliosi ve Curt Gentry’nin birlikte kaleme aldığı “Helter Skelter: The True Story of the Manson Murders” olduğunu yine Polanski’den öğreniyoruz. Zaten Bugliosi, davanın savcısıymış ve bu çalışma, tamamıyla delillere sadık kalınarak yazılmış. “Helter Skelter”, “Acımasız” adıyla Türkçe’ye de çevrilmiş, aklınızda bulunsun. Quentin Tarantino bu olayın filmini çekmeden bulup okuyabilirsiniz.
Kitabın en etkileyici bölümü ise hiç şüphesiz Varşova’nın işgali ve akabindeki süreçte Polanski ailesinin başına gelenler. İleride bu anılardan başlı başına bir film yapılacağına adım gibi eminim. Polanski, kitabın bu kısmını, sade bir şiirsellikle yoğurarak küçük bir çocuğun, Roman’ın gözünden anlatmış. The Pianist (Piyanist, 2002) filmindeki bazı sahnelerin (“Koşma!” sözcüğünün sarf edildiği o etkileyici bölüm gibi) gerçek olduğunu okumuştum ama Polanski’nin anılarını okuyunca Roberto Benigni’nin bol ödüllü La vita è bella’sının (Hayat Güzeldir, 1997) esin kaynaklarından biri olduğunu sonucuna vardım. Polanski, adım adım yaklaşan felaketi etkileyici bir şekilde sanki bir tür oyunmuş gibi sunuyor. Tabii Polanski ailesinin yaşadığı bu fevkalade trajik hikâyenin insanı darmadağın etmemesi imkânsız, hele küçük Roman’ın annesi ve kız kardeşinin ayrı, babasının ayrı toplama kamplarını gönderildiğini, babasının ve kız kardeşinin kurtulduğunu lakin annesinin Auschwitz’e götürüldükten birkaç gün sonra gaz odasında katledildiğini bilince etki katmerleniyor. Özellikle Roman’ın babasından ayrılırkenki anılarını okurken gözyaşlarına boğulduğumu itiraf ediyorum. Aslında bu eseri, “Klasikleri Niçin Okumalıyız?” adlı yazı dizimize almamın bir sebebi de acının ve ölümün sinemasıyla tanınan yönetmeni yoğuran ve şekillendiren bu anılar olsa gerek.
Sonuç olarak; Polanski’nin anı kitabı, başından sonuna kadar etkileyici deneyimleri sinema tarihine çok sayıda sağlam eser armağan etmiş usta yönetmenin gözünden aktaran yetkin bir yapıt. Yönetmenin sineması hakkında Türkçe literatürde dişe dokunur bir çalışma olmadığı için zannımca altın değerinde. Bulun buluşturun okuyun.