Üç nedenle yolculuk filmlerini severim. En başta insanın içsel yolculuğunun yani kendini tanıma çabasının bir alegorisidir. İkincisi, karakterlerin insani değerlerini sınamak için çeşitli handikapları karşılarına çıkaran bir parkurdur yolculuk. Son olarak da yolculuk karakterleri enine boyuna tanımaya fırsat veren uzunca bir süreçtir.

Danimarkalı yönetmen Niels Arden Oplev’in senaryosunu yazıp yönettiği ve kız kardeşinin gerçek hikayesinden esinlenen Rose (2022)(1) böylesi işlevleri layıkıyla yerine getiren bir film. Eşi Vagn (Anders W. Berthelsen) ile beraber Kopenhag’dan Paris’e uzanan bir otobüs gezisine çıkan Ellen (Lene Maria Christensen) yanına şizofren kız kardeşi  Inger’i (Sofie Grabol) de alıyor. Inger’in,  kız kardeşi ve otobüs yolcuları ile olan ilişkileri anlatılıyor filmde. Gerçekte bu ilişkiler özelinde irdelenen, sorgulanan ve yargılanan şey toplumun “anormal” saydığı bireylere karşı sergilediği birbirine zıt iki tavır: Biri “anormal” sayılan kişinin yakınlarının sergilediği aşırı korumacılık diğeri ise daha uzak katmanlardaki insanlarca sergilenen mesafe koyma ve izolasyon gibi önyargılı tavırlar.

blank

Oplev anlatısında oldukça bildik hatta klişe diyebileceğimiz bir patikayı izliyor ve filmin başkarakteri ile izleyici arasında klasik, trajik anlamda bir özdeşleşme kurmayı amaçlıyor. Özdeşleşmenin güçlü olması için bir hileye başvuruyor. Nasıl ki bir oku uzağa atabilmek için yay ile birlikte, gideceği yönün tersine doğru geri çekmek gerekiyorsa o da önce anormal sayılan Inger ile izleyiciyi birbirine yabancılaştıracak davranışları sergiliyor. Inger sık sık kız kardeşini veya başkalarını boğmak ile tehdit ediyor. Bunlara ek olarak da cinsellik konusunda, muhafazakar orta yaşlı insanlardan oluşan bir gezi topluluğunda hoş karşılanmayacak kadar açık sözlü davranıyor ve bunun sonucunda gezi topluluğunun aşırı normal, muhafazakar ve otoriter bireyi olan Andreas’ın (Soren Malling) nefretini üzerine çekiyor.

İkinci fazda Oplev, Inger’e karşı olan önyargımızı sorgulamamıza neden olacak detayları dikkatlice izleyiciye sunmaya başlıyor. Inger’in ölü bir kirpi için bile dertlenen duyarlı bir kişi olduğu ve aslında başkalarına zarar vermekten çok kendine zarar vermeye eğilimli olduğu gerçeği sezdiriliyor. Sürekli ortalığa savurduğu “Seni boğacağım” tehdidinin aslında Inger’in sevgilisi tarafından terkedilmesinden sonra lügatinden çıkan bir sözcüğün -bilin bakalım ne?- yerini tuttuğu anlaşılıyor. Inger ile izleyici arasında kurulan özdeşleşmenin güçlü şekilde kurulmaya başladığı an ise Inger’in camdaki yansımasının Paris panoraması ile iç içe geçtiği sekans oluyor. Onun bazı göz kamaştırıcı yetileri görücüye çıkarılıyor. Yine muhafazakar Andreas’ın oğlu Christian’a karşı -tabi ki o meşhur “açık sözlülüğü” ile!- sergilediği sevecen tavırlar ile Inger’in içindeki insancıl öz göz önüne seriliyor.

blank

Üçüncü fazda ise aslında normal saydığımız şeylerin çürümüş ve kurtlanmış iç dünyası sergileniyor. Muhafazakar ve otoriter bir toplum yapısının sembolü olan Andreas karakterinin özelinde “normal” olana otopsi yapılıyor. Buna örnek olarak şu sahneden bahsetmeden geçemeyeceğim: Inger’i banyo yapmaya ikna edemeyen Ellen bunalıp otelin avlusuna iniyor. Avluda Andreas’ın eşi Margit (Christiane Gjellerup Koch) ile karşılaşıyor. Andreas’a oranla daha duyarlı ve insancıl bir kişi olan Margit, eşi adına özür diliyor. Buraya kadar sürpriz yok ama bundan sonrasında hiç beklenmeyen bir şey gerçekleşiyor: Beklentimiz, Ellen’in Inger’den şikayet etmeye başlaması iken bir anda Margit, eşi Andreas’dan sanki bir zihinsel hastadan bahseder gibi şikayet etmeye başlıyor. Ellen burada bir şeylere, normalliğin pek de o kadar normal bir şey olmaması gerçeğine uyanıyor ve bundan pek hoşlanmıyor. Belki de Andreas arketipinin kendi ailesindeki örneği olan aşırı korumacı annesinden bir parçanın da kendinde yaşadığını fark edip rahatsız oluyor. Gerçekten de Ellen’a dikkatli bakınca hem annesinden hem de Andreas’dan küçük parçalar görmek mümkün.

Dördüncü ve son fazda da bir hesaplaşma ve bunun sonucunda bir kaynaşma/barışma gerçekleşiyor. Inger beklemediği bir anda onu öylece bırakıp giden eski sevgilisi Jacques’ın adresini buluyor ve onunla görüşmeye gidiyor. Bu “piyango” Inger’e ince ince planladığı, sabırla beklediği intikam planını soğukkanlı bir biçimde uygulama imkanı veriyor. Inger, ayrılıktan sonra ne hale geldiğini Jacques’a göstermeyi amaç edinen kısa bir diyalogdan sonra sırtını dönüp gidiyor ve intikamı Jacques’ın vicdanının anestezisiz işleyen neşterine bırakıyor. Bundan sonrasının ise Inger’in, kafasındaki hayali ses olan Gyllensol (İsveççe Altın Güneş-Y.N.) ve Lady Diana (İngilitere’nin Gülü) Rose simgelerinden kurtulmak üzere yeni bir hayata adım atması olduğunu kestirmek zor değil. Zira Altın Güneş ve Gül Jacques’ın bir zamanlar ona kompliman yaparken kullandığı kelimeler.

Anlatıda bu kadar sıradan ve alışılmış bir formülü uygulayarak meramını ortaya döken film şaşırtıcı bir şekilde izleyici ile güçlü bağlar kurabiliyor. Bu filmin damağımda akılda kalıcı nefis bir lezzet bırakmasının nedeni nedir diye soruyorum kendime ve şu üç nedeni sıralayabiliyorum:

En başa yazmamız gereken neden Sofie Grabol’ün Inger rolüne çok iyi girmesi. Buna ek olarak Grabol’ün yorgun, yıpranmış ve asimetrik yüz hatları, kafamızdaki çilekeş Inger imgesi ile mükemmel bir biçimde örtüşüyor.

blank

Bir diğer nedeni, olay örgüsünün çoğunlukla hayatın doğal akışına uygun bir biçimde ilerlemesi, izleyicide yadırgama yaratmaması. Bunu ispatlamak için bir sürü örnek sıralamak mümkün. Ellen’in Inger’in kardeşi olarak daha uzlaşmaz ve zaman zaman gaddar olabilmesi ama “dışarıdan” birisi olarak olaylara daha nötr bakabilen babacan Vagn’ın Inger ile daha rahat iletişim kurabilmesi ve Inger’in teklediği her noktada ağzından girip burnundan çıkarak sorunu çözmesi, bazen Inger’in inatçılığı yüzünden karşılarına çıkan zorlukların Vagn ile Ellen gibi uyumlu bir çifti bile birbirine düşürmesi, Inger’in otobüste La Vie En Rose’u kendinden beklenmeyen bir mükemmeliyette söylerken bir anda sözleri unutması falan hep böyle inandırıcı detaylar.

Son ve en öznel neden de Inger’i ve onu şizofren olmaya götüren süreci  tanıdığım birine ve onun yaşadıklarına çok benzetmem. Sırf öznel nedenlerden ötürü bir şeyin güzel, başarılı ve estetik olduğunu iddia etme niyetinde değilim. Bu iş çok daha evrensel ölçütlerle yapılmalı. Ama gene de şunu söylemeden geçmek olmaz. Çocukluğumuzdan gelen bazı alışkanlıklar ve başkası için hiçbir anlamı olmayıp da bizim için çok şey ifade eden yaşantı parçaları olmasa emin olun ki bazı beğeni  ölçütlerimiz çok farklı olurdu. Örneğin kendime hep sorarım, 1984’te ilkokula yeni başladığım günlerde kahvaltı ederken Mascot marka kırmızı radyomuzda İlhan İrem’i dinlememiş olsam gene bu kadar sever miydim acaba? O yüzden bin küsur sayfa deneme yazıp da önsözüne “İşte böyle okuyucu, kitabımın maddesi benim; boş zamanını bu kadar uçarı ve boş bir konuya ayırman hiç akıl karı değil. Haydi sağlıcakla kal”(2) şeklindeki şahane yalanı iliştiren Montaigne gibi yapacağım. Anılarımız, zevklerimiz ve dertlerimiz öznel olsa da onları zihnimizde işledikten sonra herhangi bir ortamda (kağıt, ses, ekran, film rulosu, fotoğraf kağıdı…) bir anlatı haline dönüştürdüğümüzde bir nesnellik kazanıyor. Anlatının sahibi için anlatmak, diğer insanlar için de dinlemek/izlemek/okumak ruhsal bir ihtiyaç haline geliyor. Montaigne de bunu başka bir denemesinde şöyle ifade ediyor: “Benim yaptığım, bildiklerimi söylemek değil, kendimi öğrenmektir; başkasına değil kendime ders veriyorum. Bana yararı olan bu işin belki başkasına da yararı olabilir.” Ben de anlatacağım. Anlatırken de söz konusu kişiye saygımdan ötürü bazı detayları biraz tahrif edeceğim. Bir ablamız vardı. Üniversite öğrenciliği 70’li yılların sonuna denk gelmiş. Sevgilisiyle katıldığı bir protesto yürüyüşü taranmış. Sevgilisi vurulup oracığa yığılmış ve ablamızın kucağında ölmüş. Dinlemesi, anlatması, yazması bile zor. Yaşaması, katlanması kim bilir ne menem bir şeydir varın siz hesap edin! Ablamız o günden sonra “ne yerde, ne gökte” diyebileceğimiz bir ruh hali içine hapsolmuş. Inger’i sizofreniye götüren süreç ise benzer bir şekilde sevgilisini kaybederek başlamış. Sevgilisi Jacques (Jean-Pierre Lorit) aniden ortadan kaybolmuş ve sonra evli olduğunu belirten bir mektup göndermiş.

Rose bazı klişelerine rağmen izleyiciyi yakalamayı gayet iyi başaran bir film. Bunda en büyük pay Sofie Grabol’un. Senaryoda filme katkısı çok sınırlı olan, dolayısıyla filmdeki varlığının gerekliliği tartışmalı bazı noktaların olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Örneğin taksici Nadir’in gerekliliği konusunda ikna olmuş değilim ve The Guardian’dan Peter Bradshaw’un “ağdalı liberal beğeni”(3) dediği mantık ile senaryoya dahil olduğunu düşünmek akla ters gelmiyor. Ama gene de Rose’un beğendiğim ve bana dokunan bir film olduğu gerçeğini hiçbir şey değiştiremez.

Öteki Sinema için yazan: S. Özgür Ilgın

Dipnotlar

(1) imdb.com/title/tt13845652

(2) Montaigne, Denemeler, 1. Kitap, Sf:43, Doruk Yayımcılık

(3) theguardian.com/film/article/2024/jun/24/rose-review

blank

S. Özgür Ilgın

1977 Yılında Aydın'da doğdu. Üniversitede bir elin parmakları kadar üyesi olan Felsefe Topluluğunun çıkardığı, iki elin parmakları kadar “tirajı” olan Yitik adlı fotokopi fanzinde öykü ve albüm tanıtımları yazdı.

Blues, Heavy/Rock, Doom, Thrash, Death, Jazz ve Proggressive müziğe bayılıyor. Sergio Leone'yi David Lynch'i, Stanley Kubrick'i, Metin Erksan'ı, Ertem Eğilmez'i, Nuri Bilge Ceylan'ı, Zeki Demirkubuz'u ve Yılmaz Atadeniz'i çok seviyor, sinema ve müzik gibi eğitiminin olmadığı konularda ukalalık etmekten çok hoşlanıyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Ürkütücü ve Saplantılı Bir Aşk: Göl (1982)

Göl, sinemamızda pek de görmeye alışık olmadığımız psikolojik-gerilim türünün özgün
blank

Yılmaz Atadeniz’den Bir Avantür Klasiği: Kara Cellat (1971)

Yılmaz Atadeniz’in çektiği Kara Cellat, hikâyesi, aksiyonu, kovalamaca ve kavga