Filmlerin açılış sekansları önemlidir. Daha ilk sahneden size filmin sunacaklarını, az da olsa belli eder, sizi heyecanlandırır, güzel bir film izleyeceğinizin sinyallerini verir. Bir çok önemli filmde bu duyguyu, daha ilk sahneden yakalamanız mümkündür; tıpkı Rosemary’s Baby başladığında hissedecekleriniz gibi. Film başladığında, gözleriniz o kasvetli binalar arasında gezinmeye, kulaklarınız da, yıllar geçse de unutamayacağınız o eşsiz ninniyi duymaya başlar. Kasvet ve beraberindeki gerginlik daha ilk sahneden sizi alıp beraberinde New York’un içine çeker…
1968 yapımı olan “Rosemary’s Baby”, Ira Levin’in çok satan romanından uyarlanmıştır. Şeytan miti ve bir kadının dramı üstüne yapılmış en iyi filmlerden biridir. Başrollerde Mia Farrow ve John Cassavetes’in yer aldıkları film, zengin ve ünlü olma sevdasındaki eşinin oyununa gelip, bilmeden şeytanın çocuğuna hamile kalan masum bir kadının, ürkütücü öyküsünü anlatıyordu.
Oldukça zengin bir içeriğe sahip olan senaryo, en masum sayılabilecek bir insanın bile içinde yeşerebilecek olan kötülüğü, başarılı olma hırsının getirdiği çürümüşlüğü, evliliği, dostluğu, komşuluğu, hasta-doktor ilişkilerindeki güvensizlikleri, annelik duygusunun tüm ahlaki doğruları alt üst edebilen yoğunluğunu, çok güçlü bir Tanrı inancına sahip olunsa bile, bunun insanı kötülüklerden koruyamayacağını anlatıyordu. Ama tüm bunların yanında özde anlatılan, Şeytanın bebeğini doğurma hikayesinin aslında, Hz. Meryem’in Hz. İsa’ya Tanrı’dan hamile kaldığını iddia eden öykünün tersine çevrilmiş hâli olmasıdır.
Kocasına karşı, sonsuz bir sevgi ve hayranlık besleyen, sahip olmayı umduğu üç çocuğun ve basit bir mutluluğun hayalini kuran, ahlâklı, dindar, kısacası “ideal ev kadını” olan kahramanımızın adı bile bu benzerliği doğrular: RoseMARY… Bu hikayede farklı olan tek şey, babanın Tanrı değil de şeytan olmasıdır. Doğacak çocuk da Hz. İsa değil, Kara Mesih’tir…
Film, genç bir çiftin New York’daki kötü şöhretli eski bir binaya taşınmasıyla başlar. Yazının başında da bahsettiğim gibi, açılış sekansındaki mimari detaylar oldukça önemlidir. Gökdelenler, yüksek binalar, üst sınıf olmayı, gücü sembolize etmektedir. Rosemary ise taşrada katolik eğitimi almış bir kızdır ve kocası sayesinde sınıf atlamıştır. Yeni bir ev almaya karar vermeleri ise, yaşayacakları olayların başlangıcı olacaktır.
Filmin başında Mia Farrow’un seslendirdiği ninni, yaşayacağı trajedinin sembolü gibidir. Mia Farrow, canlandırdığı Rosemary karakteri için çok ama çok doğru bir seçimdir. Çelimsiz, zayıf bedeni, filmin ortalarına doğru kısaltılmış sarı saçları, filmin karakterine uygun sesi ve eşsiz mimikleriyle, insana, gerçekleşen olayları gerçekten de yaşıyormuş hissi verir. Farrow, film çekildiğinde sadece 23 yaşındadır ve sergilediği performans oldukça etkileyicidir.
Yeni bir ev beraberinde yeni komşuları da getirir. Evimizi her ne kadar bizim seçebilme şansımız olsa da, ne yazık ki komşularımızı kendimiz seçemeyiz. İşte bu filmde de komşularımızı seçemeyeceğimizi çok güzel bir şekilde örneklenmektedir. Başlarda oldukça sevecen, hatta fazla sevecen ve ilgili görünen Minnie ve Roman Castavet çifti, “Ev alma komşu al” lafının pek de doğru bir laf olmadığını filmin sonlarına doğru acı bir biçimde bizlere ispatlayacaklardır. Rosemary, her ne kadar komşularının bu istek ve çabalarına temkinli yaklaşıyor olsa da, kocası Guy, aynı fikirde değildir. Guy bir oyuncudur ve yükselmek için ne gerekiyorsa yapmak niyetindedir. Onun bu hırsı Roman ve Minnie’nin dikkatini çekmiştir ve planlarını uygulamak için en uygun adayı bulduklarının bilincindedirler. Her şeyden habersiz olan Rosemary’nin tek isteği ise mutlu ve büyük bir aile olmaktır. Bunu gerçekleştirmek için de ilk adım, bir bebeklerinin olmasıdır. Ama onun hayalini kurduğu bu tatlı hayat, ne yazık ki çok farklı bir şekilde noktalanacaktır. Komşularının Satanist bir grup olduğundan habersiz olan Rosemary, hamileliği boyunca yaşadığı zorluklara bir anlam veremeyecek, eşinin kendisinin yanında gibi görünüp de, aslında hırsları uğruna bu grubun kuklasına dönüştüğünü çok geç farkedecektir…
Senaryo aşamasında Satanist Kilise’nin kurucusu Anton Szandor Lavey’den görüş aldığı söylenen Polanski, şiddet görüntülerinden özellikle kaçınmıştı. Zaten filmde, “kötülüğü” göstermek için korkunç görüntülere, kan ve ceset gibi öğelere hiç de gerek kalmıyordu. Kötülük, sıradan gibi görünen insanların içerisindeydi. İlgili ve sempatik davranan, garip ve bir o kadar da komik kıyafetleri, rengarenk şapkaları olan geveze komşular Minnie ve Roman’a, şöyle bir baktığımızda, hiç de korkunç görünmüyorlardı. Hele ki, örgü şişlerini elinden bırakmayan şişman arkadaşları Laura Louise ve saygın doğum doktoru Abraham Sapirstein’den şüphelenmek kimin aklına gelirdi? Üstelik Polanski, bu satanist grubun hiçbir üyesini negatif bir bakış açısıyla resmetmemişti. Onlar, kendi inançlarına bağlı, sıradan insanlardı. Tamam bir kaç cinayet işlemiş olabilirlerdi ama tek amaçları Kara Mesih’i yeryüzüne getirebilmekti. Eh bunun için de birazcık kötülükten zarar gelmezdi. Filmde gerçek anlamda kötü olan karakter, hırsı yüzünden gözünü kırpmadan karısını ateşe atan Guy’dı. İnsanın “kötü” olması için şeytana tapmasına gerek yoktu…
Polanski, hikayesini anlatırken, sadece Rosemary’nin bakış açısını yansıtmayı tercih etmişti. Filmin başından sonuna kadar, izleyici de Rosemary gibi bir şeylerden şüpheleniyor, ama düşününce tüm olup bitene mantıklı bir açıklama da getirebiliyordu. Kendisine ve bebeğine karşı bir komplo düzenlendiğine inanan Rosemary, pekâlâ da hamilelik psikozu yaşıyor olabilirdi. Cadılık ile ilgili kitaplara merak salmış, komşuları Roman Castavet’in satanist lider Adrian Marcato’nun oğlu olduğunu çözmüştü. Ama çevresindeki herkes, zavallı adamın babasından utanç duyduğu için ismini değiştirmek zorunda kaldığını düşünüyordu. Yan daireden gelen ayin sesleri de pekâlâ, dünyayı karış karış gezmiş Roman’ın çaldığı bir plak olabilirdi. Kısacası, mantıklı düşününce her şeyin bir açıklaması varmış gibi görünüyordu…
Polanski, filmin sonuna kadar hiçbir şeyi açığa çıkarmıyordu. Seyirci, izlediklerini mantıklı şeylere bağlamak istiyor, Rosemary’nin halüsinasyon görüyor olma ihtimalini göze alıyor, onun yaşadıklarına bir anlam vermeye çalışıyor, ama gerçeği bir türlü öğrenemiyordu. Filmin son sahnesi ise en önemli sahnelerden birisiydi. Rosemary’nin bebeği ile ilk kez karşılaştığı bu sahnede, çoğu şey, özellikle de bebeğin neye benzediği kısmı, seyircinin hayal gücüne bırakılıyordu. Bir anne, bebeğine, bir yaratık da olsa, şeytanın varisi de olsa, her şart altında onu koruyacağını ve seveceğini gösteriyordu. O sahnede, Rosemary’nin bebeğine şevkatle bakışı, gülümseyişi ve çaresizliği, kötülüğün dünyayı nasıl da esir aldığını zorla da olsa kabullenmiş olduğunu vurguluyordu.
Film, özellikle katı Katolik çevrelerden eleştiri aldı. Polanski’nin Hristiyan inancı ile alay ettiği, satanizm propagandası yaptığı söylendi. Ancak bu iddialar filmin gişedeki başarısını engellemek yerine, daha da arttırdı. O yıl en iyi uyarlama senaryo dalında Oscar’a aday olan film, Minnie Castavet rolündeki Ruth Gordon’a en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü getirdi. Bugün bile fanatik hayranları bulunan “Rosemary’nin Bebeği”, Christopher Komeda imzalı tedirgin edici müziği, sürrealist öğeler barındıran rüya sahneleri ve gerilimi bir an bile düşmeyen kurgusu ile belleklere kazınmıştır…
Öteki Sinema için yazan Begüm ‘miserym’ Özdemir
Çok sevdiğim ve etkilendiğim bir filmdir.Güzel bir inceleme olmuş.Polanski konuya eşsiz bir çarpıcılıkla yaklaşmış olmakla birlikte aynı zamanda şaşırtıcı bir incelikle olayı işlemiş.Ama ne yazık ki bence 9.kapıda bu derece yoğun bir anlatım zenginliği sergiliyememiştir.
Komşularımızı kötü seçmekten daha ürkütücü olan filmde olduğu gibi çok önceden bilgimiz dışında olan amaçlarla onlar tarafından seçilmektir diye düşünüyorum:)
Rosemary nin bebeğine şefkatle yaklaştığı sahne beni de çok etkilemiştir.Annenin tebessümünde çaresizlikten ve teslimiyetten çok koşulsuz sevgi ve şefkatin zerafet ve zaferini görmüştüm.Bütün o komploların,düzenlerin,kadim kötülüklerin üzerinde parlayan bir güzellik.Kavuran ,kızıl ateşin yakıcılığını kim sever ve dindirebilir, Ateşin annesinin koşulsuz sevgisinden başka.Christopher Komeda nın huzur verici ninnisinin de eşlik ettiği her şeyi gölgede bırakan tek güçlü gerçek başkaları ne kurgulamış ve ne kehanette bulunmuşsa bulunsun sevgiyle baktığı onun biricik evladıdır.
Bir RTS ögrencisi için güzel kaynak bence