Son yıllarda bir Norveç korku filmi furyasıdır gidiyor. Bu filmler içinden en çok ses getirenlerini, Villmark (Dark Woods) (2003) ve Fritt Vilt (Cold Prey) (2006) filmlerini izledim. İkisinden de sıkıldım doğrusu, pek etkilenmedim. Orjinallikten uzak, sıradan ve inandırıcı olmayan slasher’lar bence. Rovdyr ise yine çok orjinal olmamakla beraber oldukça sert, akıllı, inandırıcı ve heyecanlı bir film olarak öne çıkıyor. Filmin aksyonu, temposu, seyirciye olan saldırganlığı ve Grand Guignol faktörü epey güçlü. Texas Chainsaw Massacre (1973) ve Wolf Creek (2005) filmlerinin izinden giden bir film.
Rovdyr, son derece vurucu bir ilk 5 dakikayla açılıyor. Zaten benim filmlerde çok hayran olduğum bir unsurdur bu. Filmin başına, o filmi özetleyen, o filmin ruhundan bir parça sunan bir “kısa film” yerleştirmek ve ardından da filmin adını patlatmak. Bunun çok güzel örneklerini Braindead (1992) ve Razorback (1984) gibi filmlerde bulmak mümkün.
Konu: 4 genç ve güzel Norveçli arkadaş dağlara doğru hippi minibüsleriyle bir yolculuğa çıkarlar. Yolculuk esnasından kimliği belirsiz dağ avcıları tarafından yakalanırlar ve kendilerini bir kedi fare oyununun içinde bulurlar.
Film, izleyiciye bu eli tüfekli Norveç kırosu diyebileceğimiz korkunç insanlar hakkında neredeyse hiç bilgi vermiyor. Bu unsur benim çok hoşuma gitti çünkü vahşet, sebepsiz oldukça daha da korkunç, daha da asap bozucu ve daha da isyan ettirici bir hale geliyor kanımca. Varoluşçu bir felsefe açısından baktığımız zaman, bu sebepsiz vahşet öğesi, yaşamın içindeki sebepsizliğe de paralel olduğu için daha da bir anlam kazanıyor. (İşte ben “vahşet için vahşet”i anlatan filmleri – eğer iyi yapılmış filmlerse – bu yüzden çok seviyorum… diye kişisel bir notu da buraya düşmeden geçemedim)
Film, basitliği ve yalınlığıyla, 1970’lerin öncü istismar filmlerine bir sitayiş (gönderme) niteliğinde. Zaten hikayenin 1970’lerde geçmesi de bu sitayişi pekiştiriyor. Ancak burada şöyle bir negatif eleştiri yağmuruna tutuluyor film. İnternet üzerindeki birçok forumda Norveçli izleyiciler tarafından film 1970’lerin Norveç’ini ve Norveç gencini isabetli yansıtamamakla suçlanıyor. Dahası, aktörlerden ve diyaloglardan da epey şikayet eden var. Bu, tabi Norveç’çe bilmediğim için beni aşan bir detay ama son derece de önemli olduğunu düşünüyorum. (Mesela sanırım bu yüzden Nuri Bilge Ceylan’ın Kasaba (1997) filmi hakettiğinden daha fazla beğenildi Avrupa sinema çevrelerinde… ve yine bu yüzden Zeki Demirkubuz’un filmleri daha da büyük yabancı kitlelere ulaşmıyor…)
Rovdyr’in Londra Frightfest2008‘deki gösteriminde, filmin yönetmeni Patrik Syversen ile tanışma fırsatım olmuştu. Bu yazıyı yazmadan önce Facebook’tan kendisine yönelttiğim birkaç soruya cevap vermek icin vakit ayırmış. Syversen, filmdeki katillerin özellikle kimliklerinin belirsiz kalmalarını istediğini söylüyor. Bu şekilde katillerin aynı zamanda bir katilden daha fazlasını da temsil etmesini istemiş. Ayrıca amaçlarının, başından beri ufak bir istismar filmi yapmak ve 70’lerin istismar sinemasına saygılarını sunmak olduğunu da ekliyor.
Dediğim gibi, diğer Norveç korku filmleri arasında kesinlikle parlayan, çok iddalı olmayan ama agresif, küçük ve sağlam bir istismar filmi Rovdyr. Umarız genç yönetmen Patrick Syversen yakın gelecekte bu karakterde birkaç film daha bizlere sunar.
Can fotoğraf süper olmuş. Filmi sırf Henriette’nin gül yüzü hatrına bile seyrederim:)
Biralar soğuk muydu bari?
Can, ek$isözlük’de filmi yerin dibine sokmuşlar.Pek beğenen yok gibi… Sen sakın alkolün de etkisiyle! Henriette Brusgaard’dan fazlaca etkilenip filme kıyak geçmiş olma :)
İzleyince asıl fikrimi yazarım. Bu ay tüm es geçtiklerimi izlemeye karar verdim. (Gerçi The Haunting of Molly Hartley ile berbat bir başlangıç yaptım ya :( )
Valla siz de izleyin buraya yazin yorumunuzu.. Evet kimse begenmiyor filmi ama ben hakikaten cok sevdim.
Ben beğendim Rovdyr’i. Sonuna kadar heyecanla izlenen bir survival hikayesi. (Gerçi ben Fritt Vilt’i de beğenmiştim.)
Bu arada Zeki Demirkubuz ile ilgili yorumuna katılmamak elde değil. Türk sineması adına beni en çok üzen konulardan biridir Demirkubuz’un hak ettiği övgüyü yeterince alamaması.
filmi bende begenenlerdenim. sıran bir konu ama film boyunca diken üstünde izletiyor film kendini. filmdeki şiddet sanhleride gayet iyi. bu arada yarasın can:)
Ben de filmi Can’la beraber Frightfest’te seyrettim – bir sürü konuda kendisine katiliyorum – bastaki diger iki Norvec filmi hakkindaki gorusleri haric!
Rovdyr oldukca kisa, eglenceli bir film – ‘sisteme kisa ve sert bir sok’ dedikleri turden! Ayrica filmlen ilgili tek sorun filmin Frightfest’te tam orman filmlerinde eugh geldigi bir anda gosterilmesi – artik oyle bir noktada idik ki – dunyanin en iyi slasher in a forest gelse, bizi iflah edemezdi!
Ayrica yonetmen ve ana oyuncu gayet gergindiler – ikiside filmlerini cok seviyordu ve oldukca independent ve kendi emekleriyle yapmislardi – eger yanlis hatirlamiyorsam zaten kendileri kari – koca.
Ama Villmark ve Fritt Vilt bence Can’in bahsettigi kadar vasat degiller – bir kere Villmark inanilmaz bir atmosfere sahip, belki hikaye sonunca kendini yok ediyor ama o atmosfer bir cok filme (Blair Witch Project dahil) rakip olabilir. Fritt Vilt ise evet siradan ama Rovdyr’de oyle – tek farklari Fritt Vilt daha mutevazi bir slasher rolune oynuyor ve beceriyor da – saglam bir ‘genre’ filmi olarak geliyor ve gidiyor. Meraklisina ikincisi de yolda zaten!
Evrim
“Villmark’in atmosferi Blairwitch’e rakip olabilir” aman allahim … aman tanrim…
Can Bey, Can Bey – ozur dilerim ama ‘Zombie Diaries’ filmine pozitif not veren bir film sever’den atmosfer uzerine yorum kabul etmiyoruz. Lutfen!
Evrim
onu birak da sen neden bugun mega sattin haber fln vermeden?
Rovdyr / Manhunt’ı izlemedim ama Dark Woods’un cidden hayranları arasındayım :) Cold Prey ise o kadar kötü değildi bence. İki filmden bahsettiğim Beyazperde yazım:
“Teen Slasher” filmleri kahve gibidir. Üç aşağı beş yukarı aynı tada sahiptirler ve farklı aromalarla karıştırmak tadının kaçmasına sebep olabilir. Ayrıca iyi bir slasher, kahve ile aynı etkiye sahiptir. Ayık tutma konusunda üstüne yoktur! Peki Norveç yapımı Şeytanın Oteli’ni bir kahve olarak ele alırsak, hakkında ne söyleyebiliriz?
Klasik bir teen slasher olduğuna hiç şüphe yok. Alt türün kurallarını değiştiren yenilikçi bir çalışma olduğundan kesinlikle söz edilemez. Fakat, kar manzaraları bu filme nefis bir “buzlu kahve” lezzeti veriyor. İklim değişikliğinin kavurucu sonuçlarını 2 saatliğine de olsa unutturuyor.
“İskandinav Korku Sineması” denildiğinde akla en son gelen ülkelerden birisi yakın zamana kadar Norveç’ti. Korku sinemasına düşkünlük konusunda Yeşilçam’ı aratmayan Norveç, tarihindeki tek tük, ortalama filmin ardından Dark Woods ile iyi bir dönüş yaptı. Akılda kalıcı bir atmosfer ve gerilim yaratan film, bulmacamsı yapısıyla izleyicileri filmden sonra da devam eden keyifli bir oyuna davet ediyordu. Bu ilginç referansla, dışarıda olumlu eleştiriler alan Şeytanın Oteli’ni daha bir merakla bekler olduk.
Hemen belirtelim, ilk uzun metrajlı filmini çeken Roar Uthaug görsel açıdan çok şık bir filme imza atmış. “Kartpostal gibi film” yorumunu geçen hafta vizyona giren Avusturya yapımı korku filmi için kullanmasaydık, buraya da alabilirdik. Afrika sıcaklarında karlı dağ manzarası kadar hiçbir şey iç açıcı olamıyor!
Hikaye klasik. İki çift ve bekar arkadaşlarından oluşan beş kişilik bir arkadaş topluluğu keşfedilmemiş Norveç dağlarına snowboard yapmaya gidiyor. Buldukları ıssız bir bölgede hayli eğlenen grup, içlerinden birinin kaza geçirmesiyle sporu kısa kesmeye karar veriyor. Daha sonra ise terk edilmiş bir otele sığınıyorlar ve geçmişi gizemli bir seri katilin oyun malzemesi oluyorlar.
Şeytanın Oteli’ni dahil olduğu tür açısından değerlendirdiğimizde, ana karakterlerin kötü oyunculukla taçlandırılmış yüzeysel karakterler olmadığını ve bu anlamda Avrupalı kimliğini koruduğunu söyleyebiliriz. Sadece beyaz manzaralar değil, akla ünlü korku filmini getiren otelin tasarımı ve özenli görüntü çalışması da atmosferi güçlendiriyor.
Yapım özellikle final öncesi “boş anların” çokluğu ile kan kaybetse de, etkileyici finaliyle penaltılarda maçı kurtarıyor. Filmin bir artısı da, gözlere kan banyosu yaptırma kolaycılığına kaçmaması. Ciddi anlamda gerilim yaratmayı başarıyor ve paralize bir vaziyette izlenen, akılda kalıcı bir son sahne ile uğurluyor.
Şüphesiz karşımızdaki film bir Dark Woods değil. Ama Amerika’dan gelen ucuz korku filmlerinin yolunu şaşırarak doğrudan DVD piyasasına gitmek yerine sinemalarımıza geldiği bir dönemde, Kuzey Avrupalı korku filmine bir göz atmakta yarar var. Her şey bir yana, bildiğimiz klasik koyu kahvemizi buzlu bir şekilde yudumlamak da hiç fena değil. Şefin tavsiyesi!”
http://beyazperde.mynet.com/sinekritikdetay.asp?id=1448
Bu filmi de izledikten sonra sayısı çok fazla olmasada yeni nesil İskandinav korku filmlerinin kendine özgü filmler olduğunu düşünüyorum. Daha fazla korku filmi çeksinler. Filmi ilk olarak imdb notuna bakarak çok düşük beklentiyle izledim. İmdb notu bence biraz düşük kalmış notu 5 değil bu filmin. (Ki ben de notun yükselmesi için hakettiğinden fazlasını verdim :) Filmin şiddet sahneleri etkileyici bir kere, tamam çok fazla gerilim yok ama o kadar kötülenecek bir film değil. Bu filme kötü diyenler muhtemelen hayatlarında gerçekten kötü film izlememişlerdir. Hele o sözlükçü film uzmanları… Yazıda geçen filmlerde benim favorim Fritt Vilt buna da kötü demeyin insaf… İkincisi Rovdyr. Villmark ise bana sıkıcı gelmişti ama kötü diyemem. (Oyuncu fotoğrafta çok güzel çıkmış filmde o kadar güzel değildi ya da kanlardan yüzünü gözünü göremedik :)