20.yüzyılın en büyük sporcularından biri olduğu konusunda herkesin hemfikir olduğu Jesse Owens’in hikayesi neden bugüne kadar sinemaya aktarılmadı, bu bir muamma doğrusu. Kısmet Stephen Hopkins’eymiş. Daha çok televizyona çektiği film (The Life and Death of Peter Sellers mesela) ve dizilerle (24, Shameless, Californication, Traffic gibi) adını duyuran Hopkins’in aslında belki de 4 ya da 6 bölümlük bir minidizi malzemesine sahip olan Rüzgarın Oğlu’nda (Race) ne derece başarılı olduğu ise tartışmalı bir konu maalesef.
Hikayeyi az çok herkes bilir ama biz yine de özetleyelim. Berlin’de, Adolf Hitler’in iktidarının zirvesinde olduğu dönemde düzenlenecek olan 1936 Olimpiyatları, Nazi hükümetinin Propaganda bakanı Joseph Goebbels’in de çabalarıyla, Naziler ve onların dünyaya yaymak istediği ari ırkın üstünlüğü ideolojisinin gövde gösterisine dönüşecektir. Tabii kimsenin hesaba katmadığı biri vardır: tek başına ari ırk ideolojisini darmadağın eden siyahi atlet Jesse Owens. Owens, 1936 Ağustos’unda, yüzbinlerce Nazi sempatizanının gözleri önünde, Hitler’in tam burnunun dibinde, 4 altın madalya (100m, 200m, 4x100m ve uzun atlama) birden kazanmış ve Goebbels’in şu sözleri sarfetmesine sebep olmuştu: “Jesse Owens gibilerinin yarışması haksızlık bence, çünkü o zaman ceylanlar, geyikler de yarışabilir ülkeniz adına.” Hitler ise, tüm altın madalya kazananları bizzat tebrik ettiği halde Jesse Owens’ı etmemiş ve şunu söylemişti: “Bu zencinin elini sıkmamı beklemiyorsunuz herhalde.”
Filmin hiç de yabana atılmayacak bir oyuncu kadrosu var, oradan başlayalım. Jesse Owens rolünde, daha önce Selma ve Home Again gibi filmlerde rol alan ama hala isimsiz sayılabilecek (en azından Rüzgarın Oğlu’na kadar) Stephan James kendisine sunulan senaryonun elverdiği ölçülerde düzgün bir iş çıkarıyor. Onun antrenörü rolünde Jason Sudeikis (bugünlerde nedense her yerde görüyoruz kendisini), Olimpiyat Komitesi’nin önde gelenlerinden Avery Brundage rolündeyse Jeremy Irons tüm kadroda birer adım öne çıkan oyuncular. Filmin Berlin ayağındaysa Joseph Goebbels ve Leni Riefenstahl ikilisi özellikle dikkat çekiyor. Goebbels rolünde muhtemelen beyazperdenin en soğukkanlı (buz adam resmen) performanslarından birine imza atan Barnaby Metschurat ve çektiği Nazi propaganda filmleriyle sinema tarihinin en tartışmalı figürlerinden biri olan Leni Riefenstahl rolündeyse Carice van Houten filmin en akılda kalan oyuncuları olarak göze çarpıyorlar.
Şunu kabul edelim, Rüzgarın Oğlu, başta ele aldığı konu olmak üzere, kimi yadsınamayacak kaliteleri olan ama son tahlilde bizi pek tatmin etmeyen bir film. Her şeyden önce senaryosu yeterince güçlü değil ve farklı düzlemlerde ele aldığı konuları yeterince işleyemeden geçiyor. Yukarıda bu filmin aslında bir minidizi olması gerektiğini söylerken kastımız buydu, zira işlenmesi gereken birden fazla mesele var ve bunları ancak çok usta bir senarist 2 saatte anlatabilir, yoksa minidizi yapın daha iyi. Owens’ın hayat hikayesi, ABD’deki ırkçılık meselesi, Olimpiyatların boykot edilip edilmemesi (ve bunun gerekçeleri), Nazilerin yahudi karşıtı ırkçılığı ve nihayet Leni Riefenstahl tartışması. Hepsinden bir film çıkar neredeyse. Ama Rüzgarın Oğlu hem bu meseleleri tam olarak lime lime edemiyor, hem de yer yer sıradan bir TV filminin anlatımına sığınarak izlence keyfini de düşürüyor. Akla ister istemez, benzer meseleleri (spor, din, politika) 1924 Olimpiyatları üzerinden işleyen Ateş Arabaları (Chariots of Fire) adlı film geliyor. İşte Stephen Hopkins’in aşması gereken asıl film oydu ve ne yazık ki aşamadığı gibi bir hayli de altında kaldı. Belki de başka bir yolu tercih etmeli ve örneğin sadece Owens’ın Berlin Olimpiyatları’ndaki bir finalini odak noktasına yerleştirerek ortaya görkemli ve draması yüksek, destansı bir film kotarmalıydı. Aslında Owens’ın kendisine düşman görünen yüzbinlerin önünde yarışa çıkmasının ne denli dehşet verici bir deneyim olduğunu görmek bile çok etkileyici olabilirdi ama Hopkins ne yazık ki bu dehşeti bile yaşatamıyor bize. İyi gününde bir Spielberg lazımdı bu filme ya da daha da iyisi, öfkesi burnunda bir Spike Lee. Sahi, neden bu isimler değil de, Stephen Hopkins? Hollywood’da birileri bu konuyu çok önemli bulmamış ve geçiştirilmesini istemiş sanki.
Son olarak, Leni Riefenstahl. Bu filmi izleyip de Riefenstahl tartışmasını anımsamamak imkansız. Filmde Joseph Goebbels’e rağmen işini yapmaya çalışan azimli bir kadın görünümünde ve aslında büyük ölçüde de doğru bir portre gibi. Ama asıl tartışma Riefenstahl’ın işini nasıl yaptığı değil (hiç şüphesiz döneminin ve muhtemelen tüm zamanların en yetenekli sinemacılarından biri ve keşke geride daha fazla film bıraksaymış), bir sinemacı olarak duruşunun etik yönü. Riefenstahl özelinde daha çok konuşur, tartışırız elbette ama daha genel bir düzleme konuyu çekersek, bir sinemacı görüşünü savunduğu (ya da savunmadığı) bir politik hareket için propaganda filmleri çekmeli midir, çekmemeli midir? Bu konuyu biraz kafanızda çevirmeye başladığınızda meselenin o kadar da basit olmadığını, ve ilk verdiğiniz cevabın belki de değişebileceğini göreceksiniz. Öte yandan Riefenstahl’ın sinema sanatına katkılarını hiç reddetmeksizin söylüyorum, onun yaptığı sinemadan çok medyaya yakın gibi duruyor ve Chomsky’nin tezlerini bir kez daha okumak gerektiğini hatırlatıyor insana.