İnsanlık olarak korku filmlerine yaraşır karanlıkta günler yaşıyoruz. Corona Virüsü tüm sinsiliğiyle hayatımıza giriş yaptı. Damlacık yoluyla kolayca bulaşması ve 14 gün sonra kendini belli etmesi en kötücül yanları. Bu durumda mümkün mertebe evde kalmak, inzivaya çekilmek uzmanlarca tavsiye edilen. Bu da bizi doğruca film izlemeye yönlendiriyor. Biz zaten kabuğumuza çekilip film izlemeyi seviyorduk, onun için biraz da talimliyiz.
Peki, ne izleyeceğiz? Pandemi, distopya, çöküş, dünyanın son günleri, her şey daha da kötüye gidecek filmleri mi? Evet, olabilir. Salgın temalı çok iyi filmler var. Mesela; “Contagion” (2011), “Outbreak” (1995), “The Happening” (2008), “World War Z” (2013, “Quarantine” (2008), “28 Days Later” (2002), “28 Weeks Later” (2007) gibi. Ama bir yerden sonra fenalık da gelebilir. Ve muhtemelen de gelecektir. Şöyle ellere kolonya döküp de ferahlamış hissi verecek, psikolojimizi arşa çıkaracak, neşelendiğimiz için de bağışıklık sistemimizi güçlendirecek filmler de var. Milletçe dezenfektanlarla el ele vermememiz, izole olduğumuz ortamlarda birlik ve beraberlik içinde olmamız gereken şu günlerde; iyi enerjiler yayan filmlere de ihtiyacımız var. İşte bunun için bana her zaman kendimi iyi hissettiren birkaç filmi listeledim. Koltuklarımıza kurulalım, biralarımızı açalım ve sakin kalmaya çalışalım. Umutsuzluk en kötü virüs çünkü.
Click (2006)
Muhtemelen “gülmekten çene ağrıtan filmler” listeleri dışında hiçbir film listesinde yer alamayacak filmlerden biri Click. Ama kendi kendine karantina günlerinde sana ne iyi gelir deseler, Roma’yı seçmezdim mesela. Adam Sandler filmleri; bir doktorun kendimizi toparlamamız için açık havada yürüyüş, bol istirahat ve günde bir tablet Sandoz’la birlikte reçetesine yazması gerekenlerden. Herhangi bir Adam Sandler filmi olması yeter, hatta en saçması en iyi gider. Ben, gerçek hayatta da çalışan bir kumandayla ne yapacağını şaşıran Michael Newman’ın hikayesini seçtim. (Şimdi buraya Jack and Jill yazsam ayıp olurdu çünkü.)
The Way (2010)
Pozitifin kötü anlama geldiği şu günlerde, The Way’den daha çok umut aşılayan bir film var mı? Emilio Estevez’in yazıp yönettiği, hatta oynadığı bu filmde; hacı yürüyüşüne çıkan Tom’un kendini, arkadaşlığı, hayatın sıradanlığının muhteşemliğini keşfetmesi anlatılıyor. Evimizde oturduğumuz yerden, sosyal mesafelendirme yaparken bu filmle biz de bir yolculuğa çıkmış oluyoruz. Mekanlarda içip dans edeceğimiz, sevdiklerimizi sulu sulu öpeceğimiz, ellerimizi merak ettiğimiz her şeye süreceğimiz, kolonyaların yine evlerdeki nostaljik dekorlar olarak kalacağı günler varış noktamız. Ama o zamana kadar her yolculuk uzaktan. Yirmi birinci yüzyılın dijital hacılarıyız!
Fright Night (1985)
80’ler başlı başına 10 narenciye gücünde zaten. Her şeyin boyalı gazoz, renkli şeker, bol pantolon olduğu bir dönem nasıl kötü olabilir ki? O dönemden herhangi bir şey izlemek bile insanı çocukluğuna (aka umarsızlığa) götürüyor. Albert Camus’nun Vebası’nda “bütün meydanlarda dans ediliyordu” diye başlayan paragrafına, Paulo Coelho’nun “gecenin en karanlık olduğu an, şafağa en yakın olduğu andır” sözüne, baharın gelmesine, bir kedinin bizi seçmesine, Juliette Binoche’un gül yüzüne… Basit mutluluklara işte. 80’lerin korku filmleri bile şifalı. Mesela Fright Night. Komşusunun vampir olduğundan şüphelenen bir gencin macerasını anlatıyor. İnsan 1 buçuk saatliğine son dakika haberlerinden koparak, en dişli macerasına atılıyor. Korkunun böylesine can kurban.
Happy-Go-Lucky (2008)
Böyle zamanlarda hep en kötüsünü düşünmeye meyilliyizdir. Etrafta dolaşan plague doctor maskesi takmış tipler, Mad Max’teki gibi hayatta kalmak için vahşileşmiş klanlar, robotların dünyayı ele geçirdiği zamanlar, Matrix’in gerçekler dünyasının griliği vs. Oysa biraz da her şeye daha yukarıdan bakma, kolektif bilince kapılmama, histeriden ufak ufak uzaklaşma zamanıdır bu zamanlar. İşte bu yüzden de neşeyle dolu, rengarenk, kendine has Poppy’yle tanışmamız gerekiyor. Çünkü o herkesin surat astığı durumlarda bile yüzünü güldürecek bir şeyler bulabiliyor. Bakın bu, hayatı tüm akışıyla sevmeyi gerektirir.
Planes, Trains & Automobiles (1987)
Bir insanı yılbaşı filmlerinden daha mutlu edecek bir şey var mı? Tamam, Adile Naşit ve Münir Özkul ikilisinin filmleri var. Peki, bir insanı Adile Naşit ve Münir Özkul ikilisinin filmleri dışında, yılbaşı filmlerinden daha mutlu edecek bir şey var mı? Yok! Çünkü vibe yükselten ışıklarla süslenmiş, hem halimize minnettar olup hem de daha iyi günlerin geleceğini müjdeleyen filmlerdir onlar. Yılbaşı ruhundan nasibini almışlardır. Çünkü tek derdimizin o son shot’ı içmemek olduğu bir zamandır yılbaşı. Planes, Trains & Automobiles, Steve Martin ve John Candy ikilisinin Noel’de eve dönerken yaşadıkları komik olaylara dayanıyor. Filmi izlerken insanın içinden sıcak çikolata gibi bir his akıyor. (Oysa 2020’ye girdiğimiz dakikalarda bu yılı George A. Romero’nun yazdığını nereden bilebilirdik ki?)
Extreme Job (2019)
Güney Kore filmlerinde her duygunun şiddetli yaşandığı bir gerçek. İşte bu da mizah yönünü kuvvetli tutan, neşesini bize aşılayan bir film. Keşke film izleyerek iyileşebilseydik! Bir grup polis özel bir görev alırlar ve başta görevlerini yerine getiriyorken birden o görevin bir parçası olurlar ve artık polis olmaktan çıkarlar. (Spoiler vermeden ancak bu kadar anlatabildim.) Bu filmde basit duyguların yüceliğini, doğallığın büyüleyiciliğini, o çocuksu neşeyi yaşıyorsunuz. Nasıl ki acılarda ortaksak sevinçlerde de ortağız. Çağımızın vebası Corona Virüsü’nden kurtulduğumuzda en çok balkonlardan söylenen şarkıları hatırlayacağız. Bir de işin yarasalardan tuvalet kağıdı stoklamaya nasıl gelebildiğini. O zaman yaşama sevinci is loading!
What We Do in the Shadows (2014)
Taika Waititi filmlerinin o büyüklere mi yoksa çocuklara mı hitap ediyor acaba tonunu seviyorsanız, bu film de biraz öyle. What We Do in the Shadows bizi vampirlerin günlük yaşamına götürüyor. Amatör bir vampir belgeseli çekiliyor. (Okuyucu benim eğlence anlayışımın vampirler olduğunu artık daha net anlamıştır herhalde.) Bir Taika Waititi filmi bize şunları söyler: Dans etmek için fazla ciddiyseniz sizi karşımda istemiyorum. Maceraya atılmanın herhangi bir zamanı yoktur. Olaylara fantastik tarafından bakamamak düpedüz sıkıcılıktır. Kötülük dolu, insana ağırlık veren, negatif seyirlikleri seçmek tamamen size kalmış. Ama ben sizi hijyenine özen gösteren vampirlerin evine davet ediyorum.
Everybody’s Fine (2009)
“Nasılsın?” sorusuna gelişigüzel “iyiyim, sen nasılsın?” der, geçeriz. Evet, hepimiz yaparız bunu. Yaşamaya böyle farkında olmadan kapılıp gideriz. Hatta bazen hayatımızdan sıkılır ama yine de onu değiştirmeyiz. Hayat bir monotonluk olarak sürer gider. Corona Virüsü şimdi bunu düşünmemizi sağlıyor. Bu kapandığımız, kısıtlandığımız dönemde hayatımıza bakış atmamızı ve belki de onu baştan yaratmamızı. Everybody’s Fine’da Frank Goode’nin kendi iç hesaplaşmalarını izliyoruz Robert De Niro’nun görkemli oyunculuğuyla. Frank, aile ilişkileriyle, hayatının detaylarıyla, korkularıyla yüzleşmeye karar veriyor. Bazen dünya tavrımızı değiştirmemiz gerektiğini biraz sert bir yoldan anlatabilir, bazen hayatımızı değiştirme cesaretini bize kaos öğretir. Bazen de engellenmek şunu dedirtir: Meğer ne tatlı rutinlerimiz varmış.
Beginners (2010)
Güzel şeyler izlemek insana mutluluk verir. Sanatın böyle bir etkisi vardır. O güzelliğin içinde, hayatın devridaim mutsuzluklarını unuturuz. Çünkü ne bu son virüs ne de bu son izolasyon. Bunun adına hayat diyoruz. Sadece sanatın yatıştırıcı etkisiyle, güzelliğin hepimize verdiği iyi hisle çıkabiliriz işin içinden. Biz bu hislere yabancı değiliz aslında. Bazen yaptığımız bir iyiliğin kalbimizdeki etkisiydi o, bazen de cesur birinin kötülüğe direnmesiydi. Herkesi sevdiğimiz zamanlar oldu. Sevgi kazanır demek bile yetti. Beginners da insanın içine ılık hisler yayıyor. Oliver, oldukça yaşlı olan babasının kanser olduğunu öğrenir ve apar topar yanına gider. Fakat orada bir sürprizle karşılaşacaktır: Babasının erkek sevgilisi vardır. Havada asılı kalan, tüm yüzeylere bulaşan, nefes ve tükürük yoluyla geçen başka ne var biliyor musunuz? Sevgi.
Human (2015)
İnsana huzur veren görüntüler eşliğinde, dünyanın çeşitli yerlerinden çeşitli insanların duygularına ve anılarına ortak oluyoruz. Acıdan bahsederken gözleri yaşarıyor, yardımlaşmadan bahsederken gözleri parlıyor, komik durumlarda gülüyorlar. Hepimizin yaptığı gibi. Herkes kendince insan olmanın ne anlama geldiğini yorumluyor. İnsan olmak nedir? Birbirine bir şekilde bağlı olmaktır. İnsan olmak nedir? Hayatta olmanın, capcanlı olmanın nasıl bir his olduğunu defalarca hatırlamaktır. İnsan olmak nedir? Dayanışmadır. Bugünlerde tecrübe ettiğimiz gibi. Human, duygularımızı yeniden uyandırıyor. Bize bizim duygularımızı sunarak hem de. Genelde fark etmediklerimiz yeniden dikkatimizi çekmeye başlıyor. Var oluşumuzu empati kurarak kutluyoruz. İşte ben buna panzehir derim!
“O bana aşkın ne olduğunu öğretti. Onunla olabilmek için kendinizi sevmelisiniz. Kendinizi, insanları, hayvanları, yaprakları, gökyüzünü sevmelisiniz. Bu dünyayı kurtarabilecek tek şey insan sevgisidir, insanın verdiği sevgi.” Human’ın sevgi bölümünden…
Bonus: Warm Bodies (2013)
Yok ben illa bir salgın filmi izlemek istiyorum diyorsanız buyurun buradan yakın. Warm Bodies, biz bu virüsü sevmedik bize zombileri geri verin demek için harika bir film. Bu sefer olaya hem insanların hem de zombilerin gözünden bakıyoruz. Üstelik bir aşkın ekseninde. “Bir zombi filmi bana nasıl hayat güzeldir dedirtebilir ki?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Sorunuzun cevabı, sorunuzda saklı. Henüz nefes alıyor, hayatta bir yer kaplıyorken belki kendimizi biraz daha sorgular ve neticede bu dünyadan gelip geçen canlılar olduğumuzun farkına varırız. Dünyaya hakim olmak için değil, dünyanın parçası olmak için buradayız. Güzel bir iz bırakmak mı beyin peşinden koşmak mı? Tercih bizim.
Çok tuhaf ve karışık bir liste olduğunun farkındayım. (Aslında amacım biraz da okuma kısmından keyif almanızdı.) Ama insanlar da karmaşıktır. Albert Camus’nun da dediği gibi; insanın içinde hor görülecek şeylerden çok, hayranlık duyulacak şeyler vardır. Sinema hayatın ne kadar güzel, karmaşık ve hayranlık verici olduğunu hatırlatır, her zaman.
Hepinizle maskesiz günlerde görüşmek üzere…
Öteki Sinema için yazan: Semra Doll
hepsini tekrar edeceğim
uygun film; diyalogsuz film