2023 yılında, 21 yıldır aynı iktidarla yönetilen bir ülkede yine sansürü konuşuyoruz. Yine belgesel, yine Altın Portakal…
Bundan 9 yıl önce, Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Belgesel Yarışması Ön Jürisi, festivalde yarışmaya değer 15 film seçmiş, bu filmler arasında yer alan “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” isimli belgesel, festival yönetimi tarafından “Türk Ceza Kanunu’nun 125. ve 299. maddelerine aykırı olduğu” gerekçesiyle veto edilmişti.
Ülkeyi aynı siyasi irade yönettiği için 9 yıl sonra benzer bir durum yaşanıyor. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde belgesel kategorisine yer alan “Kanun Hükmü” filmi, belgeseldeki bir kişi hakkında yargı sürecinin devam ettiği gerekçesiyle festivalden çıkarıldı. 2014 yılında atılan geri adımların getirdiği uçurum yamacındayız.
Altın Portakal Film Festivali Yönetmeni Ahmet Boyacıoğlu, “Belgeselde yer alan kişi ile ilgili yargı süreci tamamlandıktan sonra film Antalya’da gösterilecektir” diye arayı bulma ümidinde bir açıklama yapıp krizi yönetmeye çalıştı ancak çarşı karıştı.
Ortada 2014 yılında yaşanandan daha büyük bir kriz var. Bu kez alınan kararı savunan bir festival komitesi yok. Festivali yapanların bu karardan mutlu olduklarını da sanmıyorum. Belli ki en yukarıdan aşağıya ve en sonunda da Ahmet Boyacıoğlu’na kadar inmiş bir mecburiyet var. Birileri buyurmuş; Ya “Kanun Hükmü” olmayacak ya da festival!
Burada festival organizasyonu ne yapabilir? Ahmet Boyacıoğlu’nu aklama derdinde değilim ama başka türlü bir karar alınamazdı. Devlet bir film festivaline karışabilir ve hatta yasaklayabilir mi? Bana sorarsanız; bir festivalin kapısının anahtarı, film çekilsin-festival yapılsın diye para veren devlettedir. İşine gelmeyince de kilitler gider. Artık buna şaşırmak yerine başka bir film yapma-gösterme formülü aramak gerekir.
Valilik Altın Portakal’ı yasaklar mı?
Böyle zamanlarda ortayı bulmak zordur ya da imkansızdır. Jüriler ayaklandı, “belgeseli festivale geri almazsanız biz de yokuz” diyorlar. Meslek grupları da benzer açıklamalar yapıyorlar ve dedikodular havada uçuşuyor. “Belediye başkanı AKP’ye geçecek o yüzden böyle yapıyor” diyen de var, devletin filmin Fetö propagandası yaptığını düşündüğü için gerekirse valilik üzerinden festivali iptal ettireceğini iddia eden de…
Jürilerin ve meslek gruplarının açıklamalarına sonuna kadar destek veriyorum. Yine de burası Türkiye ve bu siyasi iradenin en hoşlanmadığı festival de Altın Portakal olsa gerek. Bu festivaldeki podyum konuşmaları her zaman can sıkmıştır. Öyle ki iş Elif Dağdeviren’in festival yönetmenliği yaptığı dönemde ulusal yarışmayı iptal etmeye kadar gitmişti.
Devlet desteğiyle bağımsız sinema yapılabilir mi?
Sinema yazarı Barış Saydam, “Festivalleri “kurtarılmış alanlar” olarak görmek bu skandalda da gördüğümüz gibi sadece bir ütopya! Kültür Bakanlığı ve belediye bütçesi ile “kurtarılmış alan” da yaratılmaz “bağımsız film” de çekilmez.” diyerek meseleye doğru bir yerden yaklaşıyor.
Bu benim de yıllardır savunduğum fikir; devlet desteğiyle bağımsız sinema yapılamaz, bu şekilde yapılan filmler daha baştan sinemacı eliyle sansürlenir. Zeki Demirkubuz, İstanbul Film Festivali jüri başkanı sıfatıyla, “sansürü aşacak kadar zekası olmayanın film çekmesine gerek yok!” demişti ama koca ülkede kafasını sansürü aşmaya yoran birkaç sinemacı görüyorum. Geri kalanların konfor alanlarını terk etmek gibi bir çabası yok. Çekilen her filmin yarıştığı, alkışlandığı, ödüllendirildiği bir ülke burası. Rahatından olmaya ne gerek var?
Başka bir soru sormak istiyorum; Nejla Demirci’nin filmi “Kanun Hükmü”, festivale geri döndüğü vakit sinemadaki sansür bitecek mi? Başka bir soru ile cevap veriyorum; gerçekten özgür bir ülkede yaşasaydık sizce bu yıl festivallerde hangi hikayeler filme dönüşmüş olurdu?
Sansüre karşı durma sorumluluğu festivalden önce sinemacıda
Aslında bu “bağımsız sinema” meselesini iyice bir tartışmak gerek. Türk/iye sineması yıllardır dönüştürülüyor, süreç neredeyse tamamlandı. Sinema biletlerinden kesilen ancak siyasilerin kontrolündeki fonlar sayesinde iktidara bağımlı bir “bağımsız sinemacı” çağı başlatıldı. Hükmedenlerin işine gelen “özgürlük alanlarında” çekilmiş filmlerle doldu ortalık. Film çekmek için fonlara talip olan sinemacılar istemsiz de olsa daha özgür bir Türkiye’de yaşadığımız illüzyonuna hizmet ettiler, ona göre yazılmış senaryolar fonlandı.
Sinemacılara kızmıyorum, sinema yapmanın derdindeler ama asıl tarifleri ellerinden alındı. Usta ya da acemi, festivale film gönderen sinemacıların yıldan yıla kötüleşen filmimsi şeylerde, bitmiş karakterlerle dolu bir nihilizm bataklığında çırpınmalarının sebebi bu; “meselesi olan” sinema yapma fikrinden korkuyorlar. Arada Nejla Demirci gibi sinemacılar çıkıyor ama çıktığı gibi de sansür makinesi çalışmaya başlıyor.
Türkiye bağımsız sinema dairesinde çekilen, devlet desteği alan ve devlet destekli belediye festivallerinde yarışan her eser zaten sansürden nasibini almıştır. Asıl sansürcü eser sahibidir.
Biz yine tarafımızı belli edelim, sansür karşıtı duruşumuzdan taviz vermeyelim ancak şunu da unutmadan; 2014 yılında festivalde yarışan sinemacılardan filmini çeken olmamıştı. Hepsi yarıştı, ödül alan sevindi. Şimdi de durum aynı. Devlet desteğiyle film yapan ve bir sonraki filminde de aynı desteği uman sinemacı tavır alabilir mi? Al sana sansür! Eserde de akılda da devam ediyor. Başka türlüsü de mümkün değil. Öyle filmler olsa yarışacak-gösterilecek alan bulamaz çünkü memlekette bir tek festival bile bırakmazlar.
Herkes gerektiği yerde taviz vermeye hazır çünkü devlet parasıyla film çekip devletin yaptırdığı festivallerden ödül toplayan ve bununla da övünen bir sinemacı nesli yetişti. Seyirciyle arası iyice açık bu sinemacılar, devlet onların filmlerini fonlamayı keser ya da festivaller düzenlenemez hale gelirse eser veremez.
Festival sinemacılarının, eleştiriyormuş gibi görünen bir “şikayet sineması” yaparak, bunu da marifetmiş gibi göstererek hava atması, dönüşü olmayan bir noktada olduğumuzu da gösteriyor. Bu şartlar altında direniş sineması yapılamaz, daha da fenası; ödül avcısı bağımsız sinema politik mücadeleye destek olamaz. Amaçlanan şey tam da bu zaten.
Devletin, filmleri ve festivalleri fonlanmasındaki asıl niyet, muhalif sinemacıların elindeki kitleyi uyandırma ve harekete geçirme gücünü yok etmektir. Eserler ortada; direniş göstermeyen, yılmış, kabullenmiş, çöküntü ve yoksunluk içindeki kaybolmuş karakterlerle dolu filmler, bir tür afyon uykusu örnekleri…
Daha da acı olan; her yıl bir sürü ilk filmle karşımıza çıkan yeni sinemacıların yaşadıkları toplumu tahlil etmekteki beceriksizlikleri… Kafalarında oluşturup, olgunlaştırmadan senaryoya aktardıkları kurgu karakterler, mekânlar ve olaylar ülkenin gerçeğinden giderek uzaklaşıyor.
Altın Portakal’a ne olacak?
Açıkçası, festival direktörü Ahmet Boyacıoğlu’nun yerinde olmak istemezdim. Bana göre masum-mağdur olan da o. Filmi geri alsa valiliğe yasaklama bahanesi verilecek, yarıştırmasa jüriler iptal. O halde bile festivale gidecek bir sürü sinemacı-sinema yazarı bulur ama bunun onun yapmak istediği festival olduğunu sanmıyorum. Filmi seçkiden çıkarma kararını alan o olsa bile bunun “göklerden gelen bir emir” olduğu ortada. Ülkedeki tüm kültür-sanat etkinlikleri devletin sopasından nasibini alırken film festivallerinin bundan muaf olacağını sanmak naiflik olsa gerek.
Yine de “bundan sonra neler olacak” sorusunun cevabı bu; Kanun Hükmü festivale geri dönmeyecek, jüriler çekilecek belki ama yerlerine başkaları bu görevi üstlenecek. İşin özü; festival bir şekilde yapılacak.
2014 yılındaki sansür krizinin nasıl çözüldüğünü hatırlıyor musunuz? Festivalden birkaç gün önce komite bir açıklama yapmış ve şöyle demişti: “Hepimizin ve sinemamızın ortak çıkarı, bir tartışmaya tüm festivali kurban etmemektir. Karşılıklı suçlamalar ve ithamlar yerine, konuşup tartışarak çözemeyeceğimiz bir konu ve sorun olmadığı inancındayız. Meselenin tüm taraflarını 51. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivalimizi bir sinema bayramı biçiminde kutlamaya davet ediyoruz.”
Son güne kadar, festival komitesinin yapacağı iddia edilen sansür açıklamasını bekledik. Hep bugün-yarın yapılacak denildi ve geçiştirildi. Ani bir gelişmeyle, Reyan Tuvi’nin filmi belgesel yarışma kısmına dahil edilmişti. Aslında sinemacı sansür makinesinin istediği şekilde boyun eğdi ve filmini yeniden düzenleyerek festivale gönderip yarışma hakkını kazandı. Bu sansüre karşı kazanılmış bir zafer değil, yenilgiydi. Sinemacının bahanesi, filmini Türkiye’nin dört bir yanında seyircilerle buluşturmaktı. Halbuki bunun için çok daha basit bir çözüm vardı; filmi sansürlenmemiş haliyle YouTube’a yüklemek.
Sonra biz ne yaptık? Unuttuk ve devam ettik. Ne sinemayı ne de festivalleri özgürleştirebildik. Şimdi elimizde bir fırsat var mı? Sanmıyorum. İşte görüyoruz, yılların festivalini yasaklamak iktidarın iki dudağının arasında. Bizim yapabileceğimiz ise festivali devletten önce yapılamaz hale getirmek. Buna da ilk itiraz edecek olan festivalde yarışacak sinemacılardır. Çok acı ama çok gerçek!