Sürdürülebilir Katliam: Seaspiracy (2021)

29 Eylül 2024

Cowspiracy (2014) belgeselinin devamı olarak görebileceğimiz Seaspiracy, okyanuslara en büyük zararın balıkçılık endüstrisi tarafından verildiğini iddia ederken, bu sorunu görmezden gelen sözde çevre örgütlerini de itham etmekten çekinmiyor. İlk filmde de çevre örgütlerinin hayvancılık endüstrisi hakkında konuşmaktan kaçındığını görmüştük. Geçen zaman içerisinde hiçbir şeyin değişmediğine tanık olmanın acı verici olduğunu söylemeliyim.

“Sadece ABD’de her saniye 52 ton çiftlik hayvanı dışkısı ortaya çıkıyor ve bu atıklar okyanuslara dökülüyor. Okyanuslarımızın durumuyla ilgili bir tartışmanın anlamlı olması için konuya mutlaka karadaki hayvancılıktan başlanması gerekir.” (Cowspiracy)

Mine Yıldırım, “Endüstriyel balıkçılık: Avlanma, emek ve hayvan hakları ihlalleri” başlıklı makalesinde, endüstriyel balıkçılığın, balıklar ve suda yaşayan canlıların, gelişmiş teknikler kullanılarak kitlesel ölçekte avlanması, yetiştirilmesi, işlenmesi, depolanıp bir yerden başka bir yere nakledilmesi, pazarlanması ve metaya dönüştürülerek satılması ilişkilerinin toplamına karşılık geldiğini yazar. Cowspiray belgeseli, işgal altındaki okyanusların dörtte üçünün gerek endüstriyel hayvancılıktan kaynaklanan atıklarının dökülmesi gerekse endüstriyel balıkçılık sebebiyle tükendiğini, balıkların %90’ından fazlasının “yakalandığını” ve “eğer bu konuda bir şey yapmazsak 2048 yılında balıksız okyanuslar” göreceğimizi iddia ediyor ve şöyle diyordu. “Birçok türün soyu tükeniyor ve bütün bunlar dünyanın en büyük okyanus koruma grubu olan Oceana’nın ve diğer çevreci örgütlerin gözetimi altında gerçekleşiyor.”

blank

Seaspiracy belgeseli, yönetmen Ali Tabrizi’nin, “Benim adım Ali. Denizleri keşfetmenin ve okyanusların muhteşemliğini anlatan bir film çekmenin hayalini kurardım” sözleriyle başlıyor. Bu hayalini gerçekleştirmek için harekete geçen yönetmen, okyanusların kendisi için yok edilemez bir ilham kaynağı olduğunu söylese de, projeye başladıktan kısa bir süre sonra okyanuslara bakışının tamamen değiştiğini fark ediyor. Karadaki endüstriyel hayvancılıktan kaynaklanan atıklar, endüstriyel balıkçılığın vahşi yöntemleri ve plastikler başta olmak üzere her türlü çöpün döküldüğü okyanusların insan eliyle yok edildiğini söylüyor. “Plastik, denizlerin her köşesini işgal ediyordu. Okyanusun ortasında “Büyük Pasifik Çöp Alanı” gibi devasa çöp dağları oluşuyordu.”

“Günümüzde her dakika, denizlere bir kamyon dolusu plastik atılıyor ve denizlerde yüzen 150 milyon tondan fazla çöpe ekleniyor. Ayrıca plastik, mikroplastik denen küçük parçalara bölünüyor. Mikroplastiklerin sayısı, Samanyolu galaksisindeki yıldızların 500 katından fazla. Ve bunlar okyanustaki tüm canlıların vücuduna giriyor. Artık okyanuslarımız zehirli bir plastik çorbasına döndü.” (filmden) 

Yönetmen, plastiklerin en büyük sorun olduğu düşüncesiyle, okyanusları korumak için gönüllü “plastik polisi” haline geldiğini, hayır kurumlarına bağışlar yaptığını, sahilleri temizlemeye başladığını, pipet, çatal bıçak, şişe, poşet gibi tek kullanımlık plastik eşyaları kullanmayı bıraktığını söylüyor. Ne var ki bir süre sonra, “Hangi kumsala gidersem gideyim, ne kadar çöp toplarsam toplayayım plastikler denizleri kaplamaya devam ediyordu” diyen yönetmen, bir yerlerde bir yanlışlık olduğunu düşünmeye ve “denizleri kurtarmak için en iyi yolun” hangisi olduğunu araştırmaya başlar.

Endüstriyel Balıkçılık

Okyanuslarda devasa çöp dağları oluştuğunu duyan insanların, “ne fena, demek ki kulak çubuklarımız ve plastik poşetlerimiz o çöp alanında yüzüyor” dediğini, oysa okyanuslardaki çöpün %46’sının atılmış balık ağları olduğunu bilmediğini iddia eden yönetmen, kitlelerin bu durumu bilmemesini “anlasa” da, okyanusları korumak için kurulan çevreci örgütlerin gündeme getirmemesini anlamakta zorlandığını söylüyor ve kritik soruyu soruyor. “Bu kadar belirgin bir durumu neden konuşmuyoruz? Niçin plastik karşıtı kampanyalar balıkçılıktan söz etmiyor?”

“Gördüğüm bütün haberler plastik pipetlere odaklanıyordu. Plastik kirliliğiyle mücadele eden kurumların sitelerine girdiğimde, insanları poşet çaydan sakıza kadar birçok şeyi bırakmaya teşvik ettiklerini ancak balıkçılıktan söz etmediklerini gördüm. Bunun yerine %99 oranında plastik pipetlerden bahsediyorlardı. Pipetlerin, okyanusa giren plastiklerin sadece %0,03’ünü teşkil ettiğini öğrenince daha da şaşırdım.” (filmden) 

Endüstriyel balıkçılığın okyanusları çölleştirdiğini, ekosisteme ağır zararlar verdiğini ancak “gözlerden uzakta” olduğu için sorun edilmediğini ifade eden film, trol gemilerinin kullandığı ağların geride çorak bir alan bıraktığını ve bunun, “Amazon ormanlarını buldozerle yıkmak” anlamına geldiğini şu sözlerle anlatıyor.

“Her yıl, yaklaşık 10 milyon hektar yani her dakika 27 futbol sahası büyüklüğünde alan kaybediyorduk. Oysa trol ağları, her yıl tahminen 1,6 milyar hektar alanı yok ediyordu. Bu ise her dakika 4.316 futbol sahası demekti.” (filmden)

Endüstriyel balıkçılık okyanuslar için devasa bir sorun olmasına karşın plastik karşıtı kurumların niçin bu sorunun “üzerini örtmeye” çalıştığını öğrenmek isteyen yönetmen, plastik karşıtı çalışmalar yapan bir örgüt olan Plastic Pollution Coalition yetkilileri ile bir görüşme yapar ve sorar. “Okyanuslardaki plastiğin ana kaynağı nedir?”

Aldığı yanıt, “mikroplastikler” olur. “Son araştırmaya göre Büyük Pasifik Çöp Alanı’nın %46’sını sadece balık ağları oluşturuyor. Bu balık ağlarına engel olmak için insanlar ne yapabilir?” diyen yönetmenin ısrarı karşısında söz konusu yetkili, “Balık yemeyi tamamen kesebiliriz veya azaltabiliriz. Böylece balıkları avlamak için kullanılan malzemeler azalır” itirafında bulunur. Plastik atıkları önleyecek ve okyanusları kurtaracak bu önemli mesajın niçin sitelerinde yer almadığı sorulduğunda ise köşeye sıkıştığını anlayan yetkili, “Bilmiyorum, siteyi yapan ben değilim. Kurucumuzla konuşun, o daha iyi yanıt verebilir” demek zorunda kalır.

blank

Sözü edilen “kurucu” ile görüşen yönetmen, daha önce konuştuğu yetkilinin, “okyanuslardaki sorunu çözmek için balık yemeyi kesmemiz gerekir” dediğini ancak “bu önemli mesajın sitelerinde niçin bulunmadığı” sorusuna yanıt veremediğini, bunun nedenini öğrenmek istediğini söyler. “Kurucunun”, “Sizi anlıyorum ama benim odaklandığım alan o değil” demesi ve kendi ekibinden hiç kimsenin “balık yemeyi bırakın” sözünü söylemiş olabileceğine inanmamasının, hatta bu iddiaya bütün gücüyle karşı çıkmasının trajikomik olduğunu söylemeliyim. Bu kadar somut bir gerçeğin dile getirilmesinin niçin bu kadar tepki çektiğini anlayamadığını söyleyen yönetmen, bu kaçınma halini şöyle izah ediyor.

“Parayı takip etmek tek çaremdi, ben de öyle yaptım. Ve elbette cevabı keşfettim. Plastic Pollution Coalition ve Earth Island Institute aynı kurum. Balıkçılık endüstrisiyle çalışıp daha çok balık satmak için Yunus Dostu Ton Balığı sertifikası veriyorlar. Plastik kirliliğinin asıl nedeninin balıkçılık endüstrisi olduğunu söylemezler tabii.”(filmden)

“Çok daha az plastik kullanmamız gerektiği doğru ancak bugünden itibaren okyanusa bir gram plastik dahi girmeseydi bizler yine ekosistemi mahvediyor olurduk çünkü açık arayla en büyük sorun ticari balıkçılık” diyen film, “Okyanuslarla savaş hâlindeyiz ve kazanırsak her şeyi kaybedeceğiz” diyerek durumun ne kadar vahim olduğunu bir kez daha vurgular.

“Balıkçı gemileri çok sayıda ip ve misina atıyordu, bu ciddi bir sorundu. Dünyanın en ücra köşelerinde bile balıkçı malzemeleri karaya vuruyordu. Hatta paragat balıkçılığının, her gün, dünyanın etrafını 500 defa saracak kadar misina kullandığını öğrendim.” (filmden)

“Mercan resiflerinin iklim değişikliğinden dolayı öldüğü söyleniyor ancak başlıca sebep endüstriyel balıkçılık” diyen yönetmen, resiflerin niçin yok olduğunu şöyle açıklıyor. “Resiflerdeki ekosistem, geri dönüşüme bağlıdır. Balıklar dışkıladığında mercan resifleri bundan beslenir. Balıkçılar gelip balıkları avladığında balıklar ve dolayısıyla balıkların dışkıları yani mercanları yenileyecek, büyütecek besinler de yok olur.”

“Artık her türün birbiriyle ne kadar bağlantılı olduğunu ve birbirlerini korumaya nasıl yardım ettiğini anlıyordum. Okyanuslar, gezegenin en büyük karbon kapanı hatta dünyadaki karbondioksitin %93’ü deniz bitkileri, algler ve mercanlar sayesinde okyanusta depolanıyor. İklim değişikliğini durdurmak istiyorsanız önce okyanusu koruyun.” (filmden)

blank

“Oceana’nın sitesine baktım. Dünyanın en büyük deniz koruma grubuydu ama endüstriyel balıkçılık hakkında tek kelime etmiyor hatta “sürdürülebilir balıkçılığı” destekliyordu” diyen yönetmen, “sürdürülebilir” tanımının ne anlama geldiğini öğrenmek için Oceana temsilcileriyle görüşse de tatmin edici bir yanıt alamaz ve konu hakkında görüştüğü AB Balıkçılık ve Çevre Başkanı’na doğrudan sorar. “Sürdürülebilir balıkçılığın tanımı nedir?”

“Bankada bir paranız olsun. Ne bileyim, bankaya 100 avro yatırın. Bu 100 avroluk anaparadan faiz kazanın. Anaparaya hiç dokunmayıp sadece faizi harcadığınız sürece sürdürülebilirliği sağlarsınız. Anaparayı da kullanmaya başladığınız anda sürdürülemez bir döngüye girersiniz.” (filmden)

Kip Anderson, ilk filmde, “sürdürülebilir” tanımının, “kendimizi teselli edelim diye” bulunmuş olabileceğini ima ediyordu. İlk filmde de sürdürülebilir balıkçılık deyince, “faizle yaşama” örneği veren çevre koruma örgütleri, anaparaya dokunulmadığı sürece faiz geliriyle sonsuza dek yaşamanın mümkün olabileceğini iddia ediyorlardı. Bu tefeci zihniyetin, ikinci filmde de en yetkili isimler tarafından dile getirilmesi, tek düşüncesi para olan kapitalist zihniyetin dışavurumundan başka bir şey değildir. Marx’ın deyişiyle, “her gözeneğinden kan ve irin fışkırarak gelen” ve “tefeci sermayesi”ne muhtaç olan kapitalizmin yağma, talan ve sömürü olmaksızın yaşayamayacağını bildiğimize göre, “sürdürülebilirlik” tanımının faiz üzerinden örneklendirilmesinin hiç de şaşırtıcı olmadığını söylemeliyim. Üretim olmadan kazanç olamayacağına göre, paradan para kazanmak ancak sömürüyle mümkündür. “Sürdürülebilirlik” kavramını izah etmek için bu aşağılık zihniyetin rahatlıkla kullanılıyor olması, kapitalizmle topyekün mücadele edilmedikçe hiçbir şeyin değişmeyeceğinin kanıtıdır.

Dünyadaki gelir ve zenginliğin ülke içinde ve ülkeler arasında dağılımını inceleyen Dünya Eşitsizlik Veri Tabanı’nda (World Inequality Database) bir süre önce yayımlanan bir çalışma, dünyadaki servet eşitsizliğindeki artışın boyutunu ortaya koyuyor. Gaston Nievas ve Alice Sodano tarafından, 1970-2022 dönemini ve tüm dünya ülkelerinin ekonomilerini kapsayan bu çalışma, “ABD’nin fahiş düzeydeki ayrıcalığının, zengin dünyanın ayrıcalığı haline geldiğini” iddia ediyor ve şöyle diyor. “Dünyadaki en zengin yüzde 20’lik kesim toplam dış servetin yüzde 90’ından fazlasını ele geçirdi.”

“En zengin ülkeler, düşük getirili güvenli varlıklar sağlayarak ve bu girişleri daha kârlı girişimlere yatırarak fazla tasarrufları çeken dünyanın bankerleri haline gelmiştir. Bu ayrıcalık, en yoksullardan en zenginlere gelir transferi yapılıyor olduğu anlamına geliyor. Bu transfer, en üstteki yüzde 20’lik dilimdeki ülkelerin GSYH’sinin yüzde 1’ine ve en üst yüzde 10’luk dilimdeki ülkelerin GSYH’sinin yüzde 2’sine denk geliyor. En alt yüzde 80’lik dilimdeki ülkeler içinse bu, GSYH’lerinin yaklaşık yüzde 2-3’ü kadarını zengin ülkelere verdikleri anlamına geliyor.” (Gaston Nievas ve Alice Sodano)

“Yoksul ülkeler her yıl GSYH’lerinin %2-3’ünü zengin dünyaya gönderiyorlar, oysa bunu eğitim, sağlık veya iklimle ilgili politikalara yatırabilirlerdi” diyen yazarlardan hareketle “sürdürülebilirlik” kavramının ne anlama geldiği açıkça ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bankaya yatırılan 100 avronun sahibinin rahatça yaşaması için “aldığı” faizin nereden geldiğini ve sömürünün büyüklüğünü görmemek için kör veya ahmak olmak gerekir. Yalnızca paranın değil ABD halkının yediği balıkların da, yoksul ülkelerde yaşayan insanların balık yiyememesinin sonucu olduğunu gözler önüne seren film, bu gerçeği şöyle ifade ediyor.

blank

“ABD’de ithal edilen her üç balıktan biri, yasadışı olarak tutulan ve satılan balıklardı. Bunlar genelde en yoksul ülkelerden çalınıyordu.” (filmden)

Film, denizlerdeki köleliğe de değiniyor ve “İyice azalan balıkları daha ucuza tutabilmek için bir yol bulmaları gerekiyordu. Çoğu tekne ücretsiz, ucuz iş gücü olmasa ekonomik olmazdı. Balıkçılık endüstrisinin yozluğuna inanamıyordum” diyerek vahşi kapitalizmin acımasız içyüzünü ifşa ediyor. “İnsanlar deniz ürünlerinin nasıl tutulduğuna bakmıyor, tek dertleri tüketim. Oysa tükettiğimiz deniz ürünlerinin çoğu köleliğe, zorla çalıştırmaya dayanıyor.”

“Balık tesislerinde işlenen suçlara uluslararası örgütlü suç bağlamında bakmak gerekir. Kaçak balıkçılık yapan örgütler aynı zamanda uyuşturucu kaçakçılığı, insan kaçakçılığı gibi suçlar da işliyor. İşlerine engel olursanız canınızı tehlikeye atarsınız.” (filmden)

“Balıkçılık endüstrisine yaklaşık 35 milyar dolarlık sübvansiyon verilmesi inanılmaz çünkü Birleşmiş Milletler’e göre, bu miktar dünyadaki açlığa son vermek için yeterli” diyen film, sübvansiyonun, gıda güvencesi sağlamak için ortaya çıktığını ancak tam da bu yüzden yoksul ülkelerin gıda güvencesinin ortadan kalktığını iddia ediyor.

“Avrupa Birliği, Batı Afrika gibi yerlerde kendi balıkçılarına sübvansiyon veriyor. Bu durumda yerel şirketler Avrupa Birliği’nin ekonomik gücüyle baş edemiyor. Afrika kıtasının yağmalanması bu şekilde devam etmiş oluyor. Bu entansif balıkçılık aktiviteleri hem balıkları tüketiyor hem ekonomileri mahvediyordu.” (filmden)

Pembe Somonlar

“Bu gemiler yüzen mezbahalar gibiydi. Her yıl 2,7 trilyon balık avlanıyordu yani her dakika 5 milyon balık öldürülüyordu. Başka hiçbir endüstri, balıkçılık kadar çok hayvan öldürmüyordu.” (filmden)

Okyanusları kurtarabilecek bir balıkçılık yöntemi olup olmadığını merak eden yönetmen, balık çiftliklerini umut ışığı olarak gördüğünü söyler. Hedeflenmeyen av, kaçak avlanma, deniz tabanına zarar verme, kirlilik, tehlikedeki türleri öldürme, tehlikeli çalışma koşulları gibi sorunlar oluşturmadığı için balık çiftliklerinin aradığı yöntem olduğunu düşünen yönetmen, araştırmasının sonunda hayal kırıklığına uğradığını itiraf eder. “Çoğu kişi yabani balıkların değil, çiftlik balıklarının sürdürülebilir olduğu sonucuna varıyor ama yanılıyorlar. Bu balıklar nasıl ve neyle besleniyorlar?”

“Endüstrinin iddiasına göre 1 kilo çiftlik somonu üretmek için en az 1,2 kilo yem gerekiyordu. Ne var ki, bu yemin işlenmiş olduğunu, balık unu ve balık yağı içerdiğini öğrendim. Yemler için yüksek miktarda balık gerekiyordu yani elde edilen balıktan kat kat fazlası yem için kullanılıyordu. Balık çiftlikleri de yabani balık avından farksızdı.” (filmden)

“Günümüzde deniz ürünlerinin yaklaşık yarısı balık çiftliklerinden geliyordu. Denizlerdeki dev kafeslerde milyonlarca balık besleniyordu” diyen yönetmen,  çiftlik somonunun üretiminde önde gelen ülkelerden olan İskoçya’ya gider ancak şirketler konuşmaktan kaçındığı için endüstri konusunda uzman olan bir gazeteciyle görüşür.

“İskoçya’da somon çiftçiliği güçlü bir endüstri. Kaynaklarını kullanarak anlatıyı kontrol edip sadece istedikleri bilginin yayılmasını sağlıyorlar” diyen gazeteci, sorunları belgelemek için bir çiftliğe gittiğini, gizli çekimler yaptığını, kafeslerdeki deniz bitlerinin somonları canlı canlı yediğini görüntülemeyi başardığını anlatır.

“Bu muhteşem tür, tam doğduğu noktaya ulaşmak için okyanusları aşıp nehirlere karşı yüzmek üzere milyonlarca yıl evrim geçirmişti. Şimdi kendi pisliği içinde döne döne yüzmeye hapsolması ne acıydı.” 

Somonların yarısının tabağa gelmeden yani daha tutulmadan öldüğünü, anemi, bit istilası, klamidya, kalp hastalıkları ve daha birçok bulaşıcı hastalıktan muzdarip olduğunu, balıklara büyük acılar çektirdiğimizi iddia eden yönetmen, somon çiftliklerinin kaynak israfı olduğunu söyleyerek şu şaşırtıcı bilgiyi verir. “Ayrıca bunlar reklamlarda gördüğüm turuncu ve pembe somonlar değildi.”

blank

“Çiftlik somonu, yemine renk katılmazsa tamamen gri oluyor. Hatta üreticiler, bizim ev boyarken yaptığımız gibi renk kartelalarına bakıyor. Üretecekleri somonun pembeliğini seçebiliyorlar. İnsanlar pembeye boyanmış gri balık yiyor.” (filmden)

Yönetmenin, kafeslerdeki balıkların etinin renginin normalde gri olmasına karşın yemlerine katılan “ürünlerle” herkesin aşina olduğu pembeye veya turuncuya dönüştürüldüğü iddiasını duyunca Martin Lindstrom’un anlattığı bir olayı hatırladım. Bir yumurta şirketinin talebi üzerine Suudi Arabistan’a giden Lindstrom, bu ziyaretinde karşılaştığı bir olayı şöyle anlatıyor.

Ev sahiplerim, insanların görme duyusuna en etkili şekilde hitap edecek yumurtalar üretme konusunda benden tavsiye almak için getirmişlerdi beni bu çöle. Yumurta sektöründe ana kural şudur: Yumurtanın sarısı ne kadar koyu olursa, tüketiciler için o kadar caziptir. Civcivlerin yemine renklendirici katınca, bu yumurtanın sarısına geçiyor, böylece yumurta üreticileri yem boyalarıyla yumurtalarının sarısına koyuluk katmış oluyorlar. Benim görevim şirketin mükemmel sarı rengi bulmasını sağlamaktı ama ben etik nedenlerle yemlere suni boya katma fikrini uygun bulmadım. Bunun yerine, tavukların yemine yumurtaların sarısını açık sarıdan orta karar bir sarıya ve koyu sarıya kadar, ayrıca aradaki bütün tonlarda renk katacak bir vitamin karışımı katılmasını önerdim.” (Martin Lindstrom, Buy.ology)

Olağanüstü yüzme yeteneği olan somonların kafeslere tıkılarak kendi pisliğinin içinde yaşamaya zorlanması, balıkları beslemekte kullanılan yemler için daha fazla balık avlanmasına ihtiyaç duyulması, devasa atıkların ortaya çıkması hatta tüketicileri aldatmak için balıkların “boyanması” gibi etkenler, balık çiftliklerinin ekosisteme verdiği zararlardan birkaçıdır.

“Tahminlere göre İskoçya’daki her somon çiftliği 10 ila 20 bin kişilik bir kasaba kadar organik atık üretiyor. İskoçya’daki somon çiftçiliği endüstrisinin, her yıl, İskoçya nüfusu kadar atık ürettiği tahmin ediliyor.” (filmden)

Mine Yıldırım, söz konusu makalesinde, tüm dünyada balık ve kabuklu hayvan üretim çiftliklerinin sayısının artmasıyla, 2020 yılında çiftlik balıkçılığının toplam üretiminin (yıllık 106 milyon ton), ilk kez avcılıkla yakalanan balık miktarını (94 milyon ton) geride bıraktığını ifade eder. Son altmış yıl içinde dünya nüfusu yalnızca ikiye katlanırken, çiftlik balıkçılığının 50 kat büyümesi ve büyümeye devam etmesi, insan nüfusunu doyurmakla değil para kazanmakla alakalıdır.

Yeşil Aklama

“İnsanlar balıkçılığa baktığı zaman çoğu zaman sadece tükettikleri balıklara bakıyor, ağlara takılan ve bu endüstrinin öldürdüğü diğer hayvanları hesaba katmıyoruz. Geçen sene okyanuslardan 28 milyar hayvan çıkarıldı. Yakalanan her yarım kilo balığa karşılık 2.2 kilo hedef alınmamış tür ağlara takılıyor.” (Cowspiracy)

Hedeflenmeyen avların “görünmez kurbanlar” olduğunu iddia eden film, endüstrinin, hedeflenmeyen avları “kazara tutma” olarak nitelemesine karşın bunun “kaza” olmadığını söylüyor. Hedeflenmeyen avı azaltmak için yüzlerce yönetmelik olmasına karşın devletlerin uygulamaktan kaçındığını ve bu görevi sertifika satan gayriresmi kurumlara devrettiğini iddia eden ve İzlanda’daki bir balık tesisini örnek gösteren film doğaya telafisi imkânsız zararlar veren bu tesise yıllarca sürdürülebilir balıkçılık sertifikası verildiğini şöyle ifade ediyor. “Hem de deniz ürünü alırken güvendiğim MSC sertifikası tarafından.”

Söz konusu kurum ile görüşme yapmak isteyen ancak her seferinde reddedilen yönetmen kurumun merkezine gider ve “MSC ile aylardır röportaj ayarlamaya çalışıyorum. Sürdürülebilir balıkçılıkla ilgili sorularım var. Birileriyle konuşabilir miyim?” diye sorar. “Çalışanlar yarım saat panikle bakıştı, sonra gitmemiz istendi” diyen yönetmen şöyle devam ediyor.

“Dünyanın en büyük, sürdürülebilir deniz ürünü kurumu benimle bu konuda konuşmak istemiyor. Yapabileceğim tek şey parayı takip etmekti. Büyük çıkar çatışmasını keşfetmem uzun sürmedi. MSC’nin kurucularından biri, perakende deniz ürünü devlerinden olan Unilever’dı. Birçok balık tesisi, kaynakları tüketmiş ve çevreye zararlı olsa da son 20 yılda sertifika verilmeyen sadece birkaç yer bulabildim çünkü yıllık gelirlerinin %80’inden fazlası bu sertifika satışından geliyordu. Ne kadar sertifika verirlerse o kadar para kazanıyorlardı.  Bu etiketlere bir daha güvenmem mümkün değildi.” (filmden)

blank

“Ya Yunus Dostu Ton Balığı gibi sürdürülebilirlik sertifikaları?” diye merak eden yönetmen, bu konuda konuştuğu uzman kişilerden, “Denizde çok uzun zaman geçirince fark ettik ki, o sertifikalar genelde gerçekte olanları gizliyor” yanıtını alır ve emin olabilmek için, bu sertifikayı veren Earth Island Institute yetkilileriyle görüşmeye gider. Kuruluşun temsilcisine sorduğu, “Bir ağda kaç yunus öldükten sonra yakalanan ton balığı Yunus Dostu olmaktan çıkar?” sorusuna aldığı yanıt çok önemlidir. “Sıfır yani Bir. Bir yunus bile öldürse, o şirket “Yunus Dostu” sayılamaz.”

“Yunusları öldürüp öldürmediklerine şahit olan kimse yok. Yunus Dostu olduklarını nasıl bileceğiz? Hele de o sertifika parayla alınıyorsa. Kaptanların sözüne güveniyorlar. Kaptan defterinde “Yunus öldürmedim” yazıyor. “Peki, sertifikanı al bakalım. Borcun şu kadar.”” (filmden)

Yönetmen, “Her konservenin Yunus Dostu olduğunu garanti edebilir misiniz?” diye sorduğunda ise aldığı yanıt hayal kırıklığı yaratır. Bunu kimsenin garanti edemeyeceğini, teknelerin okyanusa açıldıklarında ne yaptıklarının bilinemeyeceğini, gemilere giden gözlemcilere rüşvet verilebileceğini hatta öldürülüp denize atılabileceğini söyleyen yetkili, balıkçıların yunusları öldürüp öldürmediğini bilmemelerine karşın “para karşılığı” sertifika satmaya devam ettiklerini itiraf etmiş oluyor. Et endüstrisinin büyüklüğü 1 trilyon doları geçmiş, balıkçılık endüstrisi ise 200 milyar dolara yaklaşmıştır. Olağanüstü büyüklüğe sahip bu şirketlerin “yumuşak güç” taktiklerini uygulayarak “yeşil aklama” yöntemini kullandığını söyleyebiliriz.

“Bu grupların çoğunun derdi sorunu çözmek değil, sorundan faydalanmak. İklim değişikliği, çevrecilik, bilmem ne gruplarının çoğu millet içini rahatlatsın diye kurulmuş şirketler.” (filmden)

blank

Yönetmenin, “gözlemcileriniz var ama nadiren gemilere gidiyorlar ve rüşvet kabul edebiliyorlar, o yüzden Yunus Dostu olma garantisi veremiyorsunuz. Peki, yunusları korumak isteyenler ne yapacak?” diye sorar. Temsilcinin büyük bir pişkinlikle, “Earth Island Institute’un onayladığı Yunus Dostu ton balıklarından almalarını öneriyoruz” diye yanıt vermesini, yönetmen şöyle ifade ediyor. “Hem çıkar çatışması hem de dolandırıcılık.”

Yeşil aklama, bir şirketin faaliyetlerinin çevreye zarar vermediğini veya ürünlerinin çevre dostu olduğuna yönelik tüketicileri aldatması yani bir tür propagandadır. Yeşil aklama, çevresel duyarlılığa sahip olmayan ancak öyleymiş gibi davranan şirketlerin doğaya verdikleri zararı gizlemesi ve yeşil (çevreci) imajı oluşturması için gerçekleri gizlemesine yarar.

“Dünya çapında kabul edilen deniz ürünü sertifikası hiçbir garanti vermediği için uydurmadan ibaretti.” (filmden)

Yeşil aklama, son yıllarda yaygın hale gelmişse de, örneğin temizlik malzemeleri reklamları üzerine yapılan araştırmalarda, ürünlerin %97’sinde doğrulanamayan veya asılsız iddia içeren bir ifade olduğu ortaya çıkmıştır. Bu açıkça bilinmesine karşın sertifika veren kuruluşlar ve çevre örgütlerinin çoğunluğu, şirketlerin “yeşil yıkama” diyebileceğimiz yönteme başvurmalarının ve kendilerini aklamalarının bir yolu haline gelmişlerdir.

Sonuç

“Balık ihracatında birinci sırada Avrupa Birliği yer alıyor. Bu denli büyük miktarda balık ihraç etmesine karşın AB ülkelerinin üretici olarak görünmemesinin nedeni ise AB sınırları dâhilinde balıkçılığın sıkı sıkıya denetlenmesini, AB sınırları içinde balık çiftliklerinin kısıtlanmasını ve sürdürülebilir ilkelerle işletilmesini gerektirirken, AB üyesi ülkelerin birlik sınırları dışındaki sularında avlanabilmesine yasal çerçeve sunmuştur. Böylelikle toplam balık üretimi istatistiklerinde AB ülkeleri alt sıralarda görünür, ancak neokolonyal doğa sömürüsünün örtük mekanizmaları devrededir. Aslında olmakta olan, AB sınırları dâhilinde sucul ekosistemleri aşırı avlanmaya, kirliliğe ve denizel çeşitlilik kaybına karşı korunurken, ucuz iş gücü ve sömürü rejiminin denetimsizlik içinde büyüdüğü sular AB ülkelerine ait devasa gemilerin operasyon alanına dönüşür.” (Mine Yıldırım)

blank

“Deniz canlılarına sürdürülebilirlik ve ekolojik etki açısından bakmıştım. Hayvanların da canı olduğunu ve acı duyduklarını hiç düşünmemiştim” diyen yönetmen şöyle devam ediyor. “Hiçbir şeyi öldürmeden karnınızı doyurun diyenleri anlıyorum. Sebzedir, meyvedir, bunlarla beslenin diyenleri anlarım ancak endüstriyel balıkçılığı bırakmalısınız deyip de başka hayvanları öldürenleri veya yiyenleri anlamam mümkün değil. Benim için bir balığın, tavuğun, balinanın değeri tamamen aynıdır. Hepsinin bir canı vardır.”

“O kaosun içinde nihayet sürdürülebilirliğin anlamını anladım. Bu, ne kadar acıya neden olursa olsun, bir şeyin sonsuza kadar devam edebilmesi demekti.” (filmden)

“Bitkisel çözümler bence geleceğe dönük en iyi seçeneklerden biri. Endüstriyel kafeslerde inek, domuz, tavuk gibi hayvanları yetiştirmek okyanusa çok zararlı. Bunların atıkları ölü bölgeler yaratıyor. Balık avcılığı ve çiftçiliği de öyle. Aynı şekilde lezzetli ve sağlıklı ama doğayı koruyan alternatifler varsa niye kullanmayalım?” diyen yönetmen sözlerini şöyle bitiriyor.

“Çok sevdiğim okyanusu ve okyanus canlılarını korumak için her gün yapabileceğim en iyi şeyin onları yememek olduğunu fark ettim. Okyanusları korumak ancak endüstriyel balıkçılığa kapatılırsa mümkün. Devletler henüz harekete geçmiyorken ve endüstri kontrol altında değilken bizim yapabileceğimiz tek ahlaki şey balık yemeyi bırakmak.” (filmden)

Öteki Sinema için yazan: Salim Olcay

blank

Salim Olcay

1979 yılında İzmir'de doğdu. Yeşilçam etkisiyle başladığı sinema yolculuğunda bir ara Hollywood etkisine girmişse de, çabuk kurtuldu. Sanat toplum içindir diye düşünür ve yeni nesil Türk yönetmenlerini gönülden destekler.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

Trolljegeren / Trollhunter / Trol Avcısı (2010)

Andre Overdal'ın yazıp yönettiği 2010 Norveç yapımı Trolljegeren de mockumentary
blank

Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir (2011)

Bir an önce Ekümenopolis belgeselini izleyin. Böylece içinde yaşadığınız şehir