Geçenlerde, yeni tanıştığım İtalyan bir çiftle, güzel bir akşam yemeği yedik ve yemek sırasında ufak bir sinema sohbeti yaptık. İtalyan sinemasından Amerikan sinemasına, İran sinemasından Uzakdoğu sinemasına kadar filmlerden, yönetmenlerden, akımlardan vesaireden konuştuk. 

Sinema ile ilişkileri izleyici olmanın ötesinde değildi ancak bilgileri bir çok sinefile taş çıkartacak türdendi. Beğenmediğimiz İran’ın, sineması ve dili üzerine fikirleri ve görüşleri de vardı. Ama Türkiye ile ilgili Ferzan Özpetek dışında isim olarak, neredeyse kimseyi bilmiyorlardı. Özpetek’e kişisel olarak bayıldıklarını ve dünya çapında evrensel bir dile sahip olduğu üzerine laflar ettiler. Serra Yılmaz’a da ayrıca övgüler yağdırdılar… (Bu arada Ferzan Özpetek de Türk kökenli olmasının dışında baya baya İtalyan yönetmen olarak anılıyor. Onu Türk yönetmen olarak düşünmüyorlar bile.) Bunun dışında elbette başka Türk filmleri de izlemişlerdi ama onlarla ilgili pozitif düşünceleri neredeyse yok gibiydi. Çünkü, üzerlerinde hiçbir his ve etki bırakmayı başaramamışlardı.

Ağustos 24, 2014 / Kerem Topuz

Anlayacağınız; şu ödüller aldık, dünyayı fethettik sarhoşluğu, eser sahibi dışında büyük bir çoğunluk tarafından tırıs gidip, vırıs geliyor. Yani yoklar! ve bizim dışımızda kimsenin de umurunda değiller! Hem bilmiyorlar, bilseler dahi, algı eşiklerine bile girmeyi başaramıyor, bu filmler. Çünkü izleyici ile bir temas kuramıyorlar. Etkileşimde değiller. Çünkü nesneller! Daha da kötüsü orijinali varken replikasıyla kimse ilgilenmiyor!

Neden böyle düşündüklerini sorduğumda Marcella, bana, Türkiye’deki filmlerin neredeyse hepsinin renksiz(!) olduğunu söyledi. Ben, ne demek istediğini anlamamış gibi davrandım. Bu sefer biraz daha açıklamaya çalışarak hepsi ‘solgun ve tatsız’ diye bir ifade kullandı. Bahsettiği şey görüntü kalitesi ile alakalı bir şey değildi. Filmlerin tarzı ve yapısı ile alakalı bir şeydi.  Hani şu çok sanatsal sandıklarımız… Rus ve Macar sineması çakmaları var ya onlar… Bunun üzerine ben de, sorumluların  hak ettiği cevapları, hak ettikleri biçimde vermek zorunda kaldım. Yani ‘sanat yapmayı’ somurtmak sananlara ve bunları düşünmeden şak şaklayanlara… Zorla herkese çok menem bir haltmış gibi  gösterilmeye  çalışılan tenekelerin, dışarıda da hiçbir karşılığı olmadığını ilk kez değil, çok kez görmemi sağladıkları için…

Bahsettiğim çift, bir sinema otoritesi değildi elbette ve sadece kendi görüşlerini bildiriyorlardı. Ama bu tespiti yapan ilk kişiler değillerdi. Fransız bir film eleştirmeninin; ‘Türkiye’de bütün filmleri aynı yönetmen mi çekiyor?‘ sorusunun tezahürü idiler.

İşte bu, Türkiye’de sinemanın değerlendirilmesi, takdir ve teşvik edilmesi noktasında getirildiği noktanın göstergesidir!

Bu yalan dolan, şartlandırılmış ve yanlış yönlendirilmekte olan mekanizma, ‘Türk sineması algısı’nı seviyesiz ve ciddiye alınmayan bir duruma getirmiştir.

Sosyal medya üzerinden benimle iletişime geçen çokça kısa filmci arkadaş var. Aynı dertlerden muzdarip… Filmlerini izletip yorumlarımı almak istiyorlar. Ben de vakit buldukça bazı yorumlarda bulunmaya çalışıyorum. İçlerinde çok yetenekli olanları da, vasat olanları da var. Sorun değil. Asıl olan düşünmek, tasarlamak ve yapmaktır. En azından denemek! Ama, sırf allanıp pullanan, desteklenen tarzda filmler yapmadıkları için yok sayıldıklarını ve sanat formlarından sadece bir tane olduğunu sanan ‘otoriteler'(!) tarafından kıl-tüy festivaline alınmadıklarını söylerlerken üzüldüklerini fark ediyorum. Hepsine tek tek cevap yazamasam da buradan genel olarak herkese şunu söylemek istiyorum:

Birincisi; herkesin yaptığını yapmadığınız için şak-şaklanmamak, doğru yolda olmadığınız anlamını taşımaz! Tam tersi go, go, go!

İkincisi; kıl-tüy festivalleri sizin filminizin değerini belirleyici otoriteler değillerdir.

O kıl-tüy festivallerinin jürilerine, ön jürilerine ve daha önce neyi başarıp, neyi başaramadıklarına baktığınızda, ne demek istediğimi daha net göreceksiniz. Ne yapmışlar ki, sizden ne bekliyorlar?

Otuz beş  dakikalık kısa(!) film yapıp hiçbir şeyi anlatamamayı başarabilenlerin, ‘büyük dramatik vurgulara ihtiyaç duymadan’ çok büyük işler başardığını söylemek düpedüz ahmaklıktır! Bunun karşılığında senaryoyu, hikaye anlatmayı küçümsemek bunu değersiz bir şeymiş gibi göstermek, herkesi enayi yerine koymaya çalışmaktır ve utanmazlıktır!

‘Drama, belirsizlikle çeşnilendirilmiş beklentidir.’ der bir yazısında, İskoç drama eleştirmeni ve yazarı William Archer. Drama, kafa patlatmayı, düşünmeyi, kurmayı, tasarım yapmayı gerektirir. Zeka işidir! Dramatik bir yapı kurmayı, karakter yaratmayı beceremeyenlerin ‘tercih etmiyorum’ demesi ne kadar inandırıcıdır? Senaryo yazmaktan aciz olanların, dramatik vurguları küçümsemeleri ne kadar ahlaklıdır?

Ayrıca öyle -mış -muş gibi yapınca daha mı ‘derin’ olunmaktadır? Eğer bu tarz bir ‘derinlik’ sarhoşu iseniz, sığ sularda boğulmaya mahkumsunuz demektir.

Çünkü, Türkiye’de sinemanın en büyük sorunu bu yüzden ‘senaryo sorunudur!’ Bu, kimse senaryo yazamıyor anlamında değildir. Tam tersi, yıllarca yapılan yönlendirmelerle hikaye anlatmak, değersiz bir şeymiş havasına sokulduğundan, bu ‘tercih etmeyenlerin’ sığlığında ve çokluğunda istisnaların boğulması sorunudur!

Siz onlara aldırış etmeyin. Yazın, çizin, çekin… Kendi hikayelerinizi, kendi dilinizle(tarz) anlatın. Onlar, şimdilik çoğunluktaymış gibi yapabilirler ve kabul gören yol oymuş gibi sizi de o yönde şartlandırmaya çalışabilirler. Ama unutmayın, şimdilik!

Çünkü, gelecek biziz!

Ve

Yol bilen kervana katılmaz!

blank

Misafir Koltuğu

Öteki Sinema ekibine henüz katılmamış ya da başka sitelerde yazan dostlarımız her fırsatta harika yazılarla sitemize destek veriyor. Size de okuması ve paylaşması kalıyor...

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Tarantino’nun Star Trek Evrenine Katabileceği 5 Şey

Bugün ne saçmalasak diye bir beyin fırtınası yapıp böyle bir
blank

Aynı Salondalar Ama Hiç Karşılaşmadılar: Ali ile Ayşe’nin Hikayesi

Ali ve Ayşe gençliklerini doyasıya yaşayan iki insan, tanışmıyorlar çünkü