970197_10151450412683100_713180015_n

Emel Bilge Çınar’ın, Öteki Sinema’nın kurucusu Murat Tolga Şen ile Oldmag.net sitesindeki “Sendromsuzlar” köşesi için 2014 yılında yaptığı söyleşiyi yayınlıyoruz.  İyi okumalar…

Röportaj linki: http://oldmag.net/2014/05/05/sendromsuzlar-murat-tolga-sen/

Öteki Sinema‘nın kurucu editörü olan Murat Tolga Şen‘i, film ve medya eleştirmenliği yaptığı hiçbir platformda sözünü sakınmaması ile tanıdık. “Sendromsuzlar” köşemiz için bulunmaz nimet olan Murat Tolga Şen ile Türk Sineması ve geleceği üzerine bir röportaj yaptık.

Türk Sineması’nın kurtuluşunu nerede görüyorsun?

Çok acı bir tespit olacak ama şu an film yapan hemen herkesin bir daha sünnet düğünü bile çekmemesini ve yepyeni insanların gelmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü Türk Sineması 2000’lerin başından bu yana hızlanan bir şekilde bir uçuruma doğru sürükleniyor. Aslında birkaç kere uçurumdan aşağı düştü; ama her seferinde tekrar aynı yere çıkıp bir kez daha aşağı atlıyor. Ve ulusal sinemamıza destek için söylenmiş bir slogan vardır; 60’ların, 70’lerin sloganıdır bu; “Türk Sineması’na Destek!”. Biz hâlâ 2014’te film izlerken, kendimiz için bir seyirci hoşgörüsü geliştirmek adına “Türk Sineması’na destek!” sloganının arkasına sığınıyoruz. Bence artık bu sinemadan çoktan iyi hikâye anlatıcılar, müthiş filmler çekmiş sinemacılar çıkmalıydı.

Mesela Nuri Bilge Ceylan’la çok övünüyoruz. Bugün Kış Uykusu’nun fragmanı yayınlandı. Fragmanda “Kış Uykusu” yazmıyor; “Winter Sleep” yazıyor, o dikkatimi çekti. Artık Nuri Bilge Ceylan’ı ne kadar bir “Türk Sinemacı” olarak görmek gerekir, bilmiyorum. Evet; Türk oyuncularla film çekiyor, filmlerinin konusu Türkiye’de geçiyor. Ama anlatım diliyle, biçimiyle, anlattığı hikâyelerin varmak istediği hedefle bu coğrafyaya ait olduğunu düşünmüyorum. Yine de kabul ediyorum ki bu yeteneğiyle aştığı bir çizgi. Beşinci kez Cannes’a aday oldu ve çok da güçlü bir adaylığı var bu sene. Ama sadece Nuri Bilge Ceylan’la olacak bir iş değil bu. Buna ek olarak, evet iyi bir Nuri Bilge Ceylan’ımız var; ama onu taklit eden o kadar kötü sinemacımız da var ki… Ben artık Nuri Bilge Ceylan’ın Türk Sineması’nda hiç var olmamış olmasını dilemeye başladım. Keşke sinemacılar ondan bu kadar fazla etkilenmeselerdi.

Öbür tarafta mesela bir Onur Ünlü gerçeği var. Onur Ünlü festival filmlerinin reçetelerine göre film yapan biri değil. Kendi röportajlarında da belirtiyor, benim de çok sevdiğim bir şekilde B Sineması’na yakın bir isim. “Sen Aydınlatırsın Geceyi” gibi bir filmden sonra “İtirazım Var” filmini çekti. Sürekli yeni türler deniyor ve festival jürilerine aldırış ederek film çekmiyor. Ama buna rağmen İstanbul Film Festivali’nde bir sene Tayfun Pirselimoğlu’ndan en iyi film ödülünü alıyor, bir sonraki sene de Tayfun Pirselimoğlu ile yarışarak onun karşısında en iyi yönetmen oluyor. Gerçekten başarılı bir sinemacı… Fakat onu takip eden, taklit eden bir sinemacı var mı? Yok. Sebebi Onur Ünlü’nün hikâye anlatan bir yönetmen olması. Ne yazık ki bizim hikâye anlatıcılarımız yok. Bunu beceremeyen gençler de bu durumu bir avantaja çevirip, minimalist sinemanın kalıplarıyla hikâyesiz filmler çekiyorlar. Açıkcası hikâyesiz filmleri izlemek, tuvalet kâğıdına bakarken kadar sıkıldığım bir şey.

Festival sinemacılarının ve özellikle jürilerin, gişe sinemasına neredeyse fobi ile yaklaşmasının temelinde ne yatıyor?

Burada en büyük etki biz sinema yazarlarından geliyor. Yapılan sinema işlerini değerlendirenler ki bu sinema yazarlarını festivallerde, şurada burada ön jüride, değerlendirici jüride falan görüyoruz. Bu sinema yazarları nedense, seyircinin film izlerken eğlenmesinin bir suç olduğunu düşünüyorlar. Aynı zamanda film yaparak para kazanmanın da bir suç olduğunu düşünüyorlar. Ve ortaya film izlerken eğlenemeyen seyirciler ve film yaptığı için para kazanmaması beklenen sinemacılar gibi bir formül çıkıyor. Yani “sadece ödüllerle idare edin, akademik ve saygın bir sinemacı olmaya koşturun ama açıkçası sizin ne yiyip içtiğiniz, nasıl geçindiğiniz pek umrumuzda değil!” düşüncesindeymiş gibi davranıyorlar. Genç sinemacılar da bu telkinin tesiri altında kalıyorlar.

Bu durum kendi halkına duyulan bir öfkeden hatta kompleksten kaynaklanmıyor mu?

Kesinlikle! Bunu geçen bir yazıda da belirttim. Biz kentsoylu (burjuva) insanlar değiliz. Biz şehirde doğmuş olsak bile çoğumuzun annesi babası ya da akrabaları şehirde doğup büyümemiş. Bir şekilde köye, toprağa bağlılığımız var. 1940’lardan 50’lerden bu yana şehirli olduğumuzu adeta ispat etme çabası içindeyiz. Ve bunun en geçerli yolu da sanatı takip ederek ayrıcalıklı olmak gibi geliyor.  O yüzden iyi mi kötü mü, seviyor muyuz yoksa sevmiyor muyuz ayrımı yapmadan baleye, tiyatroya, konsere, sinemaya gidiyoruz. Sanat eseriymiş gibi duran şeylerin, sanat eseri olduğunu düşünüyoruz. Ve sanatı takip etmekle değil, bu takip halini göstermekle övünüyoruz. Açıkçası çok şaşırdığım bir şey vardır; İstanbul Film Festivali sırasında festivalin en çok seyirci toplayan filmlerinden biri Wes Anderson’ın Büyük Budapeşte Oteli’ydi. Bu film, festival devam ederken vizyona girdi. Ve festivalde bilet bulamadığı için kaçıran bir arkadaşımız filmi tamamen boş bir salonda tek başına seyretti. Yani aynı filmin festival biletlerinin tükenmesi; ama dışarda hiç kimsenin onu seyretmemesi çok acıklı bir durum. Biz filmleri, sinemayı, sanatı –başka şeyler için de geçerli bu- önemsemiyoruz. Biz sanatı takip etmeyi, yani Can Yücel’in şirinde de söylediği gibi “Sanat Sevici” olmayı seviyoruz.

Ayrıca çok acıdır ki kendimize ait bir takdir duygumuz yok. Nuri Bilge Ceylan’ın bu kadar kıymetli olmasının sebebi Cannes’taki 5 adaylığı ve Altın Palmiye’yi almasıdır. Bunları başaramamış olsaydı, şu anda Nuri Bilge Ceylan’dan Türkiye topraklarında bu kadar kıymetli bir yönetmen olarak bahsedilmeyecekti. Aynı şey Yılmaz Güney’in de başına gelmiştir. Yılmaz Güney fimleriyle yerden yere vurulan bir yönetmendir ama Altın Palmiye’yi aldıktan sonra bir anda mitleştirilmiştir.

Türk Sineması’nda hep ön planda olan üç unsur var; yönetmen, oyuncular ve filmin bütçesi. Ama teknik anlamda, gerek sinematografi olsun gerek senaryo, en yakın komşularımızdan biri olan İran Sineması’nın oldukça gerisindeyiz. Dünyaya bir türlü açılamıyoruz. Bunu neye bağlıyorsun?

İran Sinemacılarının başarılı olmasının en önemli sebebi, sinema yapma anlayışlarının bir devamlılık arz etmesidir. Yani 60’lar İran Sineması 50’ler İran Sineması’nda etkiler taşır. Ya da 70’ler 60’lardan ve 50’lerden… Günümüze kadar böyle gelmiştir. Ama Türk Sineması’nda her 10 yılda bir yepyeni bir yapılanma olur. 70’ler 60’lara, 80’ler 70’lere hiç benzemez. 90’lar tamamen hepsinden farklıdır. 2000’ler ise bambaşka… Ve sürekli yeni tarif deneyen beceriksiz şefler gibiyiz. Nedense eski tutmuş tarifleri kullanmayı zulüm sayıyoruz. Genç sinemacıların çoğu Yeşilçamlı ustalardan nefret ediyor. Çünkü mezun oldukları Sinema & TV okullarında hocaları onlara bunu öğretiyor. Yani teori o kadar kıymete biniyor ki bu işin pratiğini kendi imkânlarıyla çözmüş insanlara acıyarak bakılıyor. Bu nedenle Amerika’yı yeniden, yeniden, yeniden keşfeden bir sinema anlayışımız var.

En azından eskiden hikâye anlatabiliyorduk, şimdi onu da kaybettik. Eskiden teknik anlamda dökülen filmlerimiz vardı ama hikâyemiz vardı. Şimdi ben geldiğimiz son aşamayı teknik anlamda daha başarılı buluyorum. Işığını, sesini, görüntü yönetmenliğini, sanat yönetmenliğini beğendiğim filmler çıkıyor. Oyunculuklarla ilgili de bir sıkıntım yok, gerçekten iyi oyunculuklar var. Ama gel gör ki bunların iyi bir öykü ile iyi bir senaryonun içinde birbirine karışması gerekiyor. Senaryo olmayınca hiçbir şey olmuyor. Bu konuyla ilgili güzel bir laf var; “İyi bir senaryodan kötü bir film çekebilirsiniz ama kötü bir senaryodan iyi bir film çekemezsiniz”. Gerçekten de öyle.

Sinemamızda politik olarak iki ana damar var; Birincisi tamamen apolitik olan filmler, ikincisi belirli zümrelerin kendi ayırt edici özellikleri haline getirdikleri, belirli coğrafyaların sorunlarını anlatan tamamen siyasi içerikli filmler. Sinemamızın alt metnindeki bu politik kısırlığın sebebi nedir sence?

Türkiye politik anlamda kaynayan bir kazan. O kadar çok meselemiz var ki… Ama bu meseleler sinemaya konu olarak gelmiyor. Yıllardır öğrenci sorunlarını ya da işçilerin sorunlarını layığı ile ele alan bir film izleyemedik. Sanki biz 15 yıl önce toplumsal bütün sorunları çözdük ve artık, bu meseleler hakkında film yapmamalıymışız gibi düşünüyor insanlar. İşçilerin, öğrencilerin hiçbir sorunu yokmuş gibi düşünüyor. Ama buradaki temel sorun şu; Türkiye’de bilet satarak film finanse edilemediği için –bağımsız sinemacı dediğimiz durumu kastediyorum- Kültür Bakanlığı fonlarına olan muhtaçlık, senaryoların da ona göre değişmesine yol açıyor. Mesela geçtiğimiz beş yıl içinde AKP’nin Kürt Özgürlüğü politikası var. Bu nedenle o propagandaya uygun filmler çekildi, o senaryolar destek aldı. Ve biz Kültür Bakanlığı’nın fonundan destek almış Kürt ve Türk sinemacıların filmlerini izledik. Bunlar gerekli filmlerdi. Ama sadece bunlar değil, başka gerekli filmler de çekmemiz lazım. Fakat o zaman ne oluyor? Mesela Onur Ünlü’nün son filmi İtirazım Var. Hemen 18+’yı yiyorsunuz. Ayrıca bundan sonra Onur Ünlü’nün başına olmadık engeller çıkacağını da düşünüyorum ben. Çünkü filmi izledikten sonra fark ettim; bu mevcut iktidarın hiç hoşuna gitmeyecek bir sürü söylem ve eleştiri barındıran bir film.

Yani ben şu durumu artık çok anlamlı bulmuyorum ve cesur sinemacı olarak da görmüyorum yapanları; 12 Eylül filmleri mesela. Geç kalmış bir hesaplaşma ama 30-40 yıl öncesinin gölgeleri ile hesaplaşmakta büyük bir cesaret görmüyorum. Bizim şu anda acil olarak çözülmesi gereken güncel meselelerimiz var ve gerçekten buradan çok iyi senaryolar çıkar. Ama kimsenin bunu yapmaya yetecek hevesi, cesareti ya da parası yok.

Son soruya geldik. Genç sinemacıların yaptığımız bütün eleştirileri dikkate alsalar, hatta kendi içlerinde konuşuyor olsalar da bunu pratiğe dökemiyor olmalarının en büyük sebebi iktidar gölgesi mi yoksa sektörün içine yerleşen sinsi bir ikiyüzlülük mü?

İktidarın gölgesi de var ama tek sebep bu değil. Gölge yapan başka şeyler de var. En büyük etki ne yazık ki sayıları giderek artan fakat kaliteleri çok tartışılır festivallerden geliyor. Genç sinemacılar filmlerinin hep seyircisiz kalacağını düşündüğü için, seyirciyi ve toplumu ilgilendirecek bir meselenin peşine düşmüyorlar. Onlar festival jürilerini tavlamanın peşindeler. Ve ne yazık ki dünyanın hiçbir yerinde size 30-40 liralık teneke ödülü takdim edecek beş-altı kişiyi ciddiye alıp yapılan bir sinema yok. En büyük ve en kusurlu etki buradan geliyor. Eğer bu ülkenin kültür bakanı olabilseydim yapacağım ilk iş bütün festivalleri kaldırmak olurdu. Çünkü bu haliyle festivaller istemeden, bilinçsizce Türk Sineması’na zarar veriyor. En azından şöyle diyebilirdim; Evet festivaller olsun. Ama yarışma bölümü olmasın.

Geçtiğimiz yıl en bütçesiz hali ile yapıldı Antalya Altın Portakal Film Festivali ve Antalya Belediyesi 6 trilyon lira para harcadı. Kültür Bakanlığı’ndan sadece 250bin lira yardım geldi, geri kalanı belediyenin kendi kaynakları ile oluşturuldu. Bu 6 trilyonun bir festival yapılmadan sinema yapmak isteyen gençlere aktarıldığını ve bu filmlerin, İstanbul’dan kimseyi davet etmeden Antalyalı sinemaseverlere gösterildiğini düşünün. Mesela filmler için katılım şartı da şu olabilirdi; istediğiniz şeyi çekebilirsiniz ama platonuz Antalya olsun. 6 trilyon lira ile Antalya’da çekilmiş 15 tane filmimiz olabilirdi ve çok daha iyi bir amaca hizmet ederdi. Trilyonlarca para harcıyoruz festivallerde ve dünya kadar ödül dağıtıyoruz ama bunun sinemamıza bir katkısı ya da geri dönen bir karşılığı yok.

2010’da Seren Yüce “Çoğunluk” diye bir film çekti. Güzel bir filmdi, beğendim. Pekiyi Seren Yüce’nin yeni filmini izleyen, gören? 2015’e geldik nerdeyse! Böyle olmayacak. Çünkü bir sanatçının ortalama yaratıcı süreci 15 yıl. Bu şekilde 15 yılda en fazla iki film çekip kenara çekilecek sinemacılar yetiştirmiş oluyoruz.

Amaç festivalde ödül almak olunca, ödülü aldıktan sonra doyuma ulaşan yönetmenin sinema ile ilgili yeni bir amacı kalmıyor yani.

Tabii. Festivalde ödül aldığın zaman kıymetleniyorsun. Altın Koza’da, Altın Portakal’da ya da İstanbul Film Festivali’nde ödül aldığında değere biniyorsun. Ondan sonra her yere çağrılmaya başlıyorsun. Tek bir filmle yıllarca paneller veren, söyleşiler yapan, bilirkişi olan, jüri olan, yurt dışına giden bir insan olarak bunun saygınlığını yaşıyorsun. Dolayısı ile yeni bir hedef belirlemene ihtiyaç yok. Ben de diyorum ki neden birini, bir filmle başyapıt çektiğini iddia ederek “auteur sinemacı” ilan ediyoruz?

Çünkü ikinci filmin başarısız olmasından çok korkuyor muhtemelen.

Kesinlikle. İlk filminin de o kadar başarılı olacağını düşünmediği ve buna inanmadığı için onu aşamayacağını düşünüyor. Belki de o tesadüfi başarıyı bir daha yakalayamayacağına yönelik korkuya yenilip, tekrar eser üretmekten çekiniyorlar. Evet, bu da senin tespitin olsun ve bence de doğru.

blank

Emel Bilge Çınar

1985 yılında İstanbul’da doğdu. İlk sinema deneyimi Jurassic Park olmuştur. Animasyon ve VFX alanında eğitim almak üzere Amerika Birleşik Devletleri’ne gitti. Türkiye’ye döndükten sonra 3 yıl boyunca Post Producer olarak çalıştı. Bugünlerde bağımsız olarak 3D animasyon ve oyun yapımı üzerinde emek harcıyor. 2009′dan bu yana çeşitli mecralarda sinema ve TV üzerine yazılar yazmaya devam ediyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Mustafa Kara: ‘Gücünü gerçeklikten alan bir film yapmak istedim’

52. Antalya Film Festivali’nde severek izlediğimiz Kalandar Soğuğu filminin yönetmeni
blank

Deniz Özden: ‘Bu filmi çekmeseydim ölecektim’

Deniz Özden Müezzin ve Maç Günlüğü ile bireyin tepkilerini ortaya