Seyid Çolak doğanın ve gerçekliğin peşinde bir kısa filmci. Kara Kar filmiyle tanıdım kendisini. Doğanın insan üzerindeki bastırıcı gerçekliğini doğrudan anlattığı için dikkatimi çekmişti, sonra çektiği filmlerinde de aynı etki var. Filmlerindeki doğayı, gerçekliği, baba figürü ve çocuk bakış açısını konuştuk, iyi okumalar…
Filmlerinde doğanın içinde kalmış, kaybolmuş ya da daha da belirginlik kazanmış insan ilişkilerine odaklısın. Bunu biraz açabilir misin? Taşra hangi yanıyla ilgini çekiyor daha çok…
Taşranın masumiyeti beni mest ediyor. Ama bu masumiyetin içinde filizlenen kötülükler de en az masumiyet kadar ilgimi çekiyor. Bir de şehirde doğup büyümenin verdiği köye açlık var bende. Ne kadar gezersem gezeyim ya da ne kadar kalırsam kalayım köye ve ‘iyi’ insanlarına doyamıyorum. Filmlerimde bu insanların içerisinde bulunan ‘iyi’ ve ‘kötü’yü bir araya getiriyor ve güzelim doğanın içinde nasıl bir ahenk oluşturduğunu resmetmeye çalışıyorum. Bir de şehirde yaşamanın verdiği ve köylüyü tam anlayamamanın getirdiği bir heyecan var bende. Oralarda insanlığı yeniden keşfedebiliyorsunuz. Mesela; Kara Kar filminin çekimi için gittiğimiz Bolu’nun Ericek köyünde bahçesinin hemen kenarında çekim yaptığımız bir teyze bizi inatla yemeğe davet etmişti. Ben “rahatsız ederiz” duygusuyla geri çevirdim. Birkaç dakika sonra birisi geldi ve teyzenin bize çok kırıldığını söyledi. Şaşırmıştım, çünkü şehirdeki bizler birbirlerimize evimizi nasıl kapatabiliriz de kendi halimizde yaşarız diye düşünürüz. O yaşlı kadın ise evini misafire açabilmek için çaba gösteriyordu. Bu bile beni oraya çeken bir nedendir.
Kara Kar yine bir doğa ve insan ilişkisine odaklı. Bu hikayenin çıkış noktası ne oldu senin için? Dikkat çeken, insanın içini acıtan ama yine de doğaya kızamadığınız bir hal içeriyor bu film. Ve sonraki filminiz Soğuk’a da altyapı teşkil eder gibi…
Aslında bir haberden etkilenerek çektiğim bir filmdi Kara Kar. 2004 yılında İstanbul’da yaşayan 8 yaşındaki Atalay Kemaloğlu isimli bir çocuk karnesini alır ve eve dönüş yolunda tipiye yakalanarak hayatını kaybeder. Bu beni çok rahatsız etmişti. İstanbul’un göbeğinde bir çocuk donarak hayatını kaybediyordu. Onun hikâyesinden yola çıkarak ve farklı bir anlatım yolu seçerek Kara Kar’ı çektik. Ancak daha sonra bu beni rahatsız etti ve ben “asıl olanı anlatmalıyım” dedim. Üstelik biraz olsun tekrara düşeceğimi bilerek. Ben filmde doğaya kızmıyorum, kızamam da çünkü onu değiştirebilme olanağımız yok. Ancak o çocuğun ölümüne neden olabilecek insani etmenleri ortadan kaldırabilirdik. Yapamadık ve bir çocuk hayatının henüz başında biz büyüklerin umursamazlığı yüzünden hayatını kaybetti.
Soğuk’u izlerken çocuğun evine ulaşma hali önce anlamsız geliyor yani her şey normal akarken birden doğa yolları kesiyor. Sonra filmi hayatını kaybeden bir çocuğa adadığınızı öğreniyoruz. Bu da arkasında bir öykü barındıran bir kısa sanırım…
Aslında Soğuk’ta her şey yarım bırakılmıştır. Çocuğun yıkanması, mısırın patlatılması gösterilip ama yenmemesi, anne ve babanın diyalogları, karne dağıtımı ve diğer ayrıntılar hep yarımdır. Çünkü Atalay Kemaloğlu’nun hayatı yarım kalmıştır. Belki atmosferi tam oluşturamamış olabiliriz ama denemem bu yöndeydi. 1,5 senede bitirebildiğimiz bir filmdir Soğuk. Bir türlü karın yağmaması ve ne tesadüf ki Atalay Kemaloğlu’nun gerçek memleketi olan Erzurum’a bizi yönelten tabiat şartları. Derdimizi anlatabildiysek ne mutlu bize.
Serender kesinlikle en başarılı bulduğum kısalarından oldu. Her şey yerli yerine oturmuş, hikaye, açılar, mekanlar ve yansıması. Hatta izlerken Rus filmi Dönüş etkisi bile aldık diyebilirim. Uzun ve kısa formatları var önce onu soracağım, niye diye?
Beğeniniz için teşekkür ederim. Aslında biriktirmenin verdiği bir güzellik diyebiliriz Serender’e. Kısa filmler çeke çeke en iyisine ulaşmaya çalışıyoruz. Her kısa filmde daha iyiyi elde etmeyi hedefliyoruz. Özellikle de tüm filmlerimizde emeği olan görüntü yönetmenimiz Turgay Şafak’la birlikte yenilemeye çalışıyoruz kendimizi. Bir de oyuncu olmadığı halde kobay olarak kullandığımız Yüksel Akça’ya manevi borcum fazladır.
Serender bir aile ekseninde geçiyor ama baba çok dışında bu paylaşımın. Kara Kar’daki babayla ilgisi yok mesela. Bu dengeleri gözetiyor musunuz senaryo yazarken?
Aslında Kara Kar’da özlem duyduğum ya da çok istediğim bir baba profili var. Çocuğunu seven, sakınan, hayatı öğreten ve feda eden. Serender’de ise bir çoğumuzun muhatap olduğu bir baba figürü var. Eve geldiğinde korku veren, sevmeyen, despotik, ilgisiz ama onlardan çok şey talep eden bir baba. Her ikisinde de aslında ‘baba’ figürünün çocuğun hayatına olan etkisini göstermeye çalıştım. Özellikle de Serender’de seyirciye şu soruyu sormaya çalıştım; “bu çocuk büyüdüğünde ne olur?” Ona seyirci karar verecek. Bir seyirci film bittiğinde “işte katiller böyle oluşuyor” dediğinde çok şaşırmıştım.
Son yıllardaki kısa film festivallerinde pek göremiyoruz sanki seni? Ya da denk gelmedik. Öyleyse var mı bir sebebi… Ya da belli isimler arasında mı dönüyor ödüller?
2010 ve 2011 yıllarında epey festival dolaştık. Ancak Soğuk’u bir türlü tamamlayamadığımız için 2013 yılında festivallerden biraz uzak kaldım. Ancak birçok kısa film festivaline seyirci olarak katıldım. Bu sene şansımızı iki filmle deniyoruz. Bu hem avantaj hem de dezavantaj. Bakalım ne getirecek.
Uzun metraj çeken her yönetmen uzun yıllara yayılan senaryo çalışmalarından bahsediyor. Kısa filmciler için zaman mevhumu nedir? Ya da sen ne kadar zamanda yazarsın?
Aslında anlattığınız hikâyeye göre değişir zaman aralığı. Serender’i 3 saatte yazdığımı hatırlıyorum. Açtım Selda Bağcan şarkısını yazdıkça yazasım geldi ve ortaya Serender çıktı. Şarkılar fena ilham verir ve benim favorim Selda Bağcan. Kara Kar’ı ise birkaç ayda tamamladım. Uzun metraj ise daha yoğun çalışma gerektirecek bir olay. Hazırlıklarım var, en kısa zamanda da hayata geçirmeyi ümit ediyorum.
Kültür Bakanlığı ödenekleriyle aran nasıl? Aldın mı?
Sadece bir kere katıldım, ondan da belgemiz eksik olduğu için ödenek alamadık. Bir daha da denemedim. TÜRSAK’tan Soğuk’la yapım desteği aldık. Uzun metraj için şansımı deneyeceğim.
Son yıllarda kısa film yarışmalarının ticarileştiğini düşünüyorum, senin düşünceni de merek ettim?
Festivalleri çok yakından takip eden biri olarak bu şekilde epey duyum alıyorum. Tüm festivalleri töhmet altında bırakmak istemem, bazı oyunların döndüğü ve ‘kısa filmcileri’ kurban olarak kullandığını duyuyor ve görüyorum. Hem devletten hem de sponsor firmalardan aldıkları paralarla festival düzenliyorlar ama kısa filmciler bundan ne kadar faydalanıyor meçhul. Zaten güven vermeyen festivallere de filmimizi göndermiyorum artık.
Kısa filmciler olarak örgütlü olmanız gerektiğine inanıyor musun, yoksa herkes kendi yolunda daha rahat bakış açısı mı var?
Kısa filmcilerin örgütlü olmasından çok ‘kısa filme’ saygısı olması gerekiyor. Daha önce de bir röportajda da belirtmiştim ve yine dillendireyim. Çünkü bu durum beni inanılmaz rahatsız ediyor. Festivallerde karşılaştığım, birçok kısa filmci arkadaşta ‘ben dünyanın en iyi yönetmeniyim.’ egosu var. Festivalde kendi filmini seyredip çıkıyor, kalanların çoğu da söyleşi varsa gösterimlerin sonunu bekliyor. Diğer kısa filmci arkadaşlar ne yapmış diye merak etmiyor. Merak etmediği gibi saygı da duymuyor. Örgütlenmenin önündeki bir başka engel ise; kısa filmciler birkaç filmden sonra uzun metraja geçiyor ve kısa metrajı geride bırakıyor. Sorunlar hep yerinde sayıyor.
Uzun metraj düşüncen var mı?
Evet onun çalışması içerisindeyim. Heyecanlı ve umutluyum.
Kısa filmde öne çıkan hikaye mi, yoksa biçim midir senin için? Yani önce hangisi şekillenir kafanda?
Hikaye çok önemlidir, hikayenin nasıl anlatıldığı yani biçimi ondan daha önemlidir.
Kısa filmler de ülke gündeminden fazlaca etkileniyor ve politikleşiyor. Sen bu politik olma haline nasıl bakıyorsun. Daha çok doğadan esin alıyorsun gerçi ama doğa da artık politik eksenli bir anlatıma dönüşebiliyor? Bu konuda ne söylersin?
Politikleşme yönetmenin kendi dünyasıyla alakalı bir durum aslında. Benim için filmde bunu nasıl anlattığı önemli. Bazıları politik olaylardan faydalanarak popülerleşme derdinde ki bunlar fazlasıyla sırıtıyor ve yavan kalıyor. Bazıları da kendini geri bırakarak rahatsız olduğu konuyu dillendiriyor ve kalıcı oluyor. Benim için de ikinci seçenek daha şık duruyor. Aslında bizim tüm kısalarımız biraz politiktir. Çünkü hep toplumsal olaylara değinirim ve bunu seyircinin gözüne sokmadan yapmaya çalışırım. Benim derdim “ülkemi kötüleyeyim de zor durumda bırakayım ve ödülleri kapayım değil, tam tersi ülkemde bu tür sorunlar oluyor bunu düzelteyimdir.” Tıpkı ailede yaşanan problemleri oturup konuşmak gibi.
Bundan sonra çekeceğin kısa filmin konusu ne olur?
Çoğunlukla haberlerden ilham alırım. Gazetecilik mesleği de yürüttüğüm için haberlerle çok içli dışlıyım. Hikayeleri hep otobüste düşlerim. Ki bana göre otobüsler bir film hikayesini oluşturmak için inanılmaz güzel mekanlardır. Bazen işim olmasa da biner ve yolculuk yaparım. İnsanları gözlemlerim. Çünkü aslında tüm farklı karakterler otobüslerde buluşur ve sizi sürekli farklı düşünmeye iterler. Yüz ifadelerine, mırıldanmalarına, konuşmalarına, gülmelerine hep bir anlam yükler karakter oluştururum. Yolculara bakarak hayat hikâyesini dinlersiniz aslında.
Son olarak neler söylersin…
Tek erkek ve tek dişiden çocuk olamayacağı gibi edebiyata bulaşmamış bir kişiden de iyi film çıkacağına inanmam. Kaliteli ve kalıcı olmuş filmler aslında edebiyat eserlerinin çocuklarıdır. Küçük tavsiyem; Soljenitsin’i, Necip Mahfuz’u, Gabriel Garcia Marquez’i, Dostoyevski’yi, Çehov’u, Ömer Seyfettin’i, İvo Andriç’i vb. (kişiden kişiye de değişir) okuyup ondan sonra eline kamera almaları. Saygılar.