Devrim size mi kalmış?
Japon sinemasının karanlıklar prensi Koji Wakamatsu’nun bazı filmlerini inceleyeceğimiz dosyanın ilk yazısında, az bilinen Shinjuku Mad (Shinjuku maddo/1970) var.
Sanat fakültesinde Ayşe diye çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. Ayşe grafik tasarım eğitimi alıyordu ve güncel sanata meraklıydı. Biz de küçük kameralarla uçmaya meraklıydık. Atıl’la beraber Ayşe’nin okulun soğuk koridorlarında gerçekleştirdiği performansları kameraya alırdık. Sonra mezun olduk, herkes bir yana dağıldı. Ayşe evlendi ve Brighton’a yerleşti. Kocasının adı Tom’du ve Ayşe’den duyduklarımla onu çok merak ediyordum. Tom, Brighton’da marksist ve ateist bir ailede büyümüş, cult ve obscure filmlere meraklı, Japon sinemasına olan tutkusu nedeniyle Japonca öğrenmiş bir hemşireydi. Üstelik dünyanın en sempatik insanlarından biriydi.
Bana, daha önce 60’ların ve 70’lerin çekik gözlü underground ve pink sinema olaylarını inceleyen yazılarda karşıma çıkan, adını ilk defa Geceyarısı Sineması dergisinde gördüğüm Koji Wakamatsu’dan uzun uzun bahsetmişti. Kadıköy sokaklarında Wakamatsu konuşmuştuk, o anlatmış ben dinlemiştim. Çiya’da küçük tabaklarda gelen değişik yemekleri tadarken susmuştuk sadece. Sevgili Tom, memleketine döndükten sonra, belki bulamam diye bana Wakamatsu’nun belli başlı filmlerini yollamıştı. Şu orta uzunluktaki hayatımda aldığım en özel hediyelerden biridir. Filmlerin çoğunda ingilizce altyazı yoktu ama kimin umurunda? Neyse, ben belli başlı Wakamatsu’ları önce altyazısız, sonra ingilizce altyazılı izlemek zorunda kaldım. Dünyanın en az bilinen en önemli yönetmenlerinden biri olduğu konusunda emin oldum.
Koji Wakamatsu benim için her zaman karanlık bir yönetmen olmuştur. Miike, Argento veya Pasolini’den daha karanlık. O’nun sinema dünyası pornografiktir, radikal politikalarla doludur, şiddet doludur, yalnızlık doludur, melankoliktir ve free’dir. Bunu filmlerinde serbestçe çalan free jazz parçalarından esinlenerek söylemiş olabilirim. Zifiri karanlık bir kedim olsaydı adını Wakamatsu koyabilirdim ama onun normal bir kedi olması durumunda, ismini hiç düşünmeden geri alırdım.
Öteki Sinema’ya yazmak istediğim bir dizi Wakamatsu filminden ilkinin Shinjuku Mad olmasının iyi olacağını düşündüm. Öncelikle yönetmen röportajlarında bu az bilinen, gölgede kalmış filmin en sevdiği işlerinden biri olduğunu ısrarla söylüyor. Üstelik bu durum son derece anlaşılır çünkü Shinjuku Mad onun için farklı bir deneme. Basit hikâyesine ve az buçuk tahmin edilebilir olay örgüsüne rağmen kolay bir film değil. Her zaman siyasetin sol köşesinde yer almış, radikal hareketlere filmlerinde bolca yer vermiş bir yönetmen (ve senarist) için kolaylıkla karşı-devrimci veya muhâfazakar bulunabilecek bir film bu. Ama gerçekten öyle mi? Acaba?
İntikam hikâyelerinin her zaman erotik bir çekiciliği, bir baştan çıkarıcılığı olmuştur. Masumun masumiyetini korumasından veya hakkını arayanın amacına ulaşmasından gizli bir haz alırız. Shinjuku Mad de bir intikam arayışının hikâyesi. Kasabalı sıradan bir babanın öldürülen oğlunun, öncelikle neden öldürüldüğünü öğrenme arzusuyla Tokyo’ya gelişini anlatıyor film. Oğlunun öldürüldüğü eve ve olay anında yanında bulunan ve tecavüze uğrayan kıza ulaşmasını izliyoruz. Bu ilk ipuçları onu kentin dumanlı yeraltı alemlerine, marjinal eğlence mekanlarına götürüyor. Wakamatsu bize 1970 yılında yeni yeni olgunlaşan karşı kültür hareketinden sokak manzaraları gösteriyor.
Burada yönetmenin acılı babanın şaşkın ve yargılayıcı bakışını paylaşmadığını biliyoruz ama yönetmenin amaçsızca kafa tütsüleyen, az icraat ve bol lafla kafa ütüleyen sözde muhalif gençlere pek itibar etmediğini anlamak zor değil. Nihayetinde baba oğlunun devrimci bir çete tarafından, casusluk yaptığı gerekçesiyle öldürüldüğünü öğreniyor ve çetenin içine cesurca dalarak çetebaşı Shinjuku Mad’in karşısına dikiliyor: Söyle bakalım oğlumu neden öldürdün?
Çetenin acımasız, hataları affetmeyen, katı ve militarist tutumu babayı ikna etmiyor haliyle, gayet iyi yazılmış sözcüklerle, masum insanları öldüren bir çetenin nasıl devrimci olabileceğini sorguluyor ve çeteyi ufak çaplı karıştırmayı da başarıyor. Aslında bildiğimiz anlamda kanlı bir intikam almıyor baba, kafasındaki soruların cevabını buluyor ve devrimcilerin insanlığını sorgulayan bir konuşma yaparak da içini döküyor. Bir yandan klasik bir Wakamatsu filmi bu; siyah beyaz/renkli geçişleri, gayet cool jazzy soundtrack, ölü manzaraları, acayip danslar…
Öte yandan bir Wakamatsu filmi için fazla düz ve doğrudan sanki. Üstelik filmin kim tarafından çekildiğini bilmeyen bir izleyici, bu filmin devrim düşmanı, popülist, tribünlere oynayan, karşı kültür hareketlerinden intikam amacıyla yapılmış bir film olarak kabul edebilir. Ama Wakamatsu’nun derdi daha çok devrim düşüncesinin kimlerin elinde oyuncak olduğunu göstermek. İçlerindeki şiddet ve kontrolsüz cinsel ‘özgürlük’ dürtüsünü devrimcilik adı altında sürdüren bir grup çoluk çocuktan oluşan bir çetenin, ortalama bir kasaba adamı kadar bile insanlığa hizmet edemeyeceğini söylüyor Wakamatsu. Yönetmen hakkında konuşmaya devam edeceğiz…
Bir japon-fun’ı olan beni sevindirdiğiniz için teşekkürler.
Ben de bugün “Ali Baba ve Kırk Haramiler”i, ardından “Birbir Gece Masallarını” izledim… (ali baba and the forty thieves) + (Senya Ichiya Monogatari)’yi izledim.
Bizim masallara adamların yaptıklarını görünce kafam karışmadı değil.
Perfect Blue için güzel sözler söylenmiş, belki sizin de dikkatinizi çekmiştir.