Akira Kurosawa, Masaki Kobayashi, Kihachi Okamoto ve Yoshitarô Nomura’ya yazdığı senaryolarla bilinen Shinobu Hashimoto’yu kaybettik. Kendisi Japon sinemasının en önemli senaristlerinden birisiydi. Bu asırlık çınar, 1950’den itibaren çekilen 60’tan fazla uzun metraj filme senaryo yazdı. Yurt dışında pek ödül alamasa da kendi coğrafyasında, “yaşarken hakkı teslim edilmiş” çok iyi bir senaristti. En İyi Senaryo dalında 5 tane Blue Ribbon, 5 tane Kinema Junpo ve 6 tane de Mainichi Film Concours ödülü almıştı. Hashimoto; aşağı yukarı her çalışması belirli bir kalitenin üstünde olan sağlam yönetmenlere de çok sayıda senaryo yazdı ama filmografisini teşkil eden 60 küsur (uzun metraj) filmden kırktan fazlasının IMDb’de “7,1 ve üstü” ortalama puan (rating) aldığını söylersem başarısının tesadüf olmadığını anlamış olursunuz. Bildiğim kadarıyla, sinema tarihinde böylesi bir istatistiğe ulaşabilmiş iki senarist var: Billy Wilder ve Akira Kurosawa. Onlara en yakın isimler de Ingmar Bergman, Woody Allen ve John Huston olsa gerek.
Yönetmen Sidney Lumet, Making Movies adlı otobiyografik nitelikli o şahane kitabının önsözüne Akira Kurosawa ile yaşadığı bir anekdotu anlatarak başlar. Lumet bir araya geldiklerinde Kurosawa’ya Ran (1985) filmindeki belirli bir sahnedeki belirli bir çerçevelemeyi niye öyle aldığını sorar. Neden o açıyı tercih ettiğini merak etmiştir (muhtemelen Lumet o tercihi beğenmedi). Kurosawa, hiç beklenmedik ama aslında son derece doğal hatta insani bir açıklama yapar. “Kamerayı iki buçuk santim sola çektiğimde Sony fabrikası gözüküyordu, iki buçuk santim sağa çektiğimde havalimanı.” Lumet buradan şu sonuca ulaşır: Sadece filmi çeken kişi, o çalışmayı nihayete erdiren kararların içeriğini ve o kararları doğuran sebepleri bilebilir. Lumet’in kendi filmlerinin detaylarını paylaştığı bir kitap yazmasının sebebi budur. Niye bunu anlattım? Çünkü çok şanslıyız, çok! Shinobu Hashimoto, 2006 yılında Akira Kurosawa ile çektiği filmlere dair hatıralarını içeren bir kitap yayınladı. Bu kitap 2015 yılında Compound Cinematics: Akira Kurosawa and I adıyla İngilizceye çevrildi ve ikilinin ortak çalışmalarına dair sayısız detaya vakıf olmakla kalmadık, Hashimoto’nun geçmişini ve onu senaristliğe götüren çileli yolu da bizzat kendi kaleminden öğrenmiş olduk. Yazının bundan sonraki kısmı büyük ölçüde bu kitaptaki otobiyografik bilgilere dayanmaktadır. Hadi başlayalım.
18 Nisan 1918’de doğan Shinobu Hashimoto, etkin görev almak amacıyla 1938 yılında Kara Kuvvetleri’nin Tottori alayına gönüllü olarak kaydolur. Ancak askerdeyken yakalandığı tüberküloz (verem) hastalığı nedeniyle erken terhis olmak zorunda kalır (askerliği düşer), bir süre ordu hastanesinde ve Kızıl Haç hastanesinde yatar. Hastalığı o kadar ağırdır ki bu hastanelerden sonra dört yıl boyunca Okayama’da engelli muhariplerin kaldığı bir rehabilitasyon tesisinde gözetim altında tutulur. Dolaylı olarak da olsa hayatının akışını değiştirecek olan arkadaşı Isuke Narita’yla burada tanışacaktır. Hastane odasındaki arkadaşı Isuke’nin kendisine okuması için verdiği bir sinema dergisinde hayatında ilk kez bir senaryo metni görür. Kimin yazdığını sorar. Senaryoyu yazan kişinin, Japon sinemasının devlerinden, yönetmen ve senarist Mansaku Itami olduğunu öğrenir. Cehaletin ve yeniyetmeliğin verdiği kibirle “Çok kolaymış. Ben bundan çok daha iyisini yazıp Mansaku Itami’ye gönderirim” der. O işin o kadar da kolay olmadığını anlaması için yıllarını vermesi gerekecektir. Rehabilitasyon tesisinde yaşadığı deneyimden yola çıkarak kaleme aldığı The Mountain Soldier (Dağ Askeri) adlı ilk senaryosunu yazıp Itami’ye göndermesi üç yıldan fazla zamanını alır ama Hashimoto pes etmez. Büyük bir kararlılıkla senaryosunun üzerinde çalışır. Kader ağlarını örüyor ve büyük bir senarist doğuyordur. Lakin ne Isuke Narita’nın ne de Mansaku Itami’nin ömrü, Shinobu Hashimoto’nun sinema tarihinin en iyi senaristlerinden biri olduğunu görmeye vefa etmeyecektir.
Hastalık nedeniyle fiziksel açıdan ağır hasar alan Hashimoto, taburcu olduktan sonra Ulusal Demiryolları’ndaki eski işine (muhtemelen fiziksel güç gerektiren bir işti) dönemez. Harp levazımı üreten bir fabrikada satışçı olarak işe başlar ve savaşın sonuna kadar orada çalışır. Ardından Tokyo’ya gönderilir. Görev yeri, Levazım Bakanlığı’nın Shinjuku’daki genel müdürlüğünün yer aldığı Isetan Alışveriş Merkezi’nin ek binasıdır. Hep şarkılarda duyduğu ve hayalini kurduğu Tokyo’dadır artık. 70 küsur yıl sonra bu şehirde ölecektir.
Çalıştığı yer Showa Caddesi’nde bir şube açınca Hashimoto oraya geçer. Şehir dışında yaşadığı için işine trenle gidip geliyordur. Bu arada evlenir, bir oğlu olur. Aynı tarihlerde askerdeyken senaryosunu okuyup ona bir mektup yazan Mansaku Itami’yle yakınlaşmış ve onun “senaryo çırağı” olmuştur. Itami’nin başka senaryo çırağı yoktur. Hashimoto yazdığı senaryoları ara sıra ustasıyla paylaşıp görüşlerini almaya başlamıştır. Ağustos 1946’ya gelindiğinde senaryo çıraklığının üçüncü yılını doldurmuştur. Hashimoto; bir yandan haftada yedi gün çalışmak durumunda olduğu rutin işine devam ediyor, bir yandan ikinci çocuklarına hamile olan eşine destek oluyor, bir yandan da senaryo çalışmalarını hız veriyordur ama vaziyet pek parlak değildir. Hashimoto’nun şimdiye kadar yazdığı 7-8 senaryoyu okuyan Mansaku Itami, kendisini evinde ziyaret eden çırağına hayatını değiştirecek olan soruyu sorar: “Neden hep orijinal senaryo yazıyorsun? Uyarlama yapma fikri, keyfini mi kaçırıyor?”
Bu sohbetten 40 gün sonra, 21 Eylül 1946’da, Akira Kurosawa’daki dehayı yazdığı tek bir senaryodan (A German at Daruma Temple) anlayıp önünü açmakla kalmayıp, Kurosawa’yı ileride Japon sinemasının standartlarını belirleyecek olan kişi olarak lanse eden ve bugün Japon sinemasının en önemli ve en saygın ustalarından biri kabul edilen Mansaku Itami 46 yaşında hayatını kaybeder. Onu bu dünyadan koparan illet, 1942 yılında Isuke Narita’nın canını henüz hayatının baharındayken alan hastalıkla aynıdır: Tüberküloz.
Bütün bu üzücü hadiseler Hashimoto’yu derinden sarsmış olsa da senaryo tutkusuna halel getirmez. Senaryolarını 50 dakikalık tren yolculukları (işe giderken ve gelirken toplam 100 dakika) sırasında yazı altlığı kullanarak yazmaya devam ediyordur. Çalıştığı yerde hafta sonu tatili falan yoktur. İş yerinde çalışması söz konusu dahi değildir. Eşi de çalışıyordur. O nedenle eşiyle çocukları bölüşürler. Çoğu zaman bebeği babasının sırtındadır. Hashimoto (trenle) işe giderken oturma fırsatı bulur, akşam eve dönerken genelde ayakta kalır ama yazmaya asla ara vermez. Acıkmış bile olsa sırf ucuz olduğu için Tokyo’ya yakın iki istasyonda değil de üçüncüsünde yemek yer. Her zaman üçüncü sınıf kompartımanda yolculuk eder. Yazmak böyle bir şeydir işte. Yazacak insan fırsat yaratır yazar. Mazeret üretmez, ajitasyon yapmaz. Hashimoto da Itami’nin önerileri doğrultusunda durmadan senaryolarını geliştirir. Derken günlerden bir gün ustasının lafı aklına gelir ve bir kitapçıya gidip üç klasik dönem yazarından (Soseki Natsume, Ogai Mori ve Ryunosuke Akutagawa) henüz hiçbir eseri sinemaya uyarlanmamış olanının (Japon öykücülüğünün kurucusu olan ve 35 yaşındayken delirerek intihar eden Akutagawa’nın) öykülerden oluşan kitabını alır: The Complete Works of Ryunosuke Akutagawa’yı. Çetin koşullar altında da olsa kısa bir süre sonra The Complete Works of Ryunosuke Akutagawa’dan bir uyarlamayı bitirmiştir bile. In a Grove (Ormanın Sıklığında) adlı hikâyesinden uyarladığı senaryosuna Shiyu (Erkek ve Kadın) adını verir.
Tarih 21 Eylül 1947. Shinobu Hashimoto, Mansaku Itami’nin birinci anma töreni için bir hatırlatma çağrısı almıştır. Trene atlayıp törenin yapılacağı tapınağa gider, tanıdığı hiç kimse yoktur. Törene iştirak eder, konuşma yapacak olanlara sıra gelir. Hiroshi Inagaki ve Chiezo Kataoka gibi yakın arkadaşları, Mansaku Itami ile olan anılarını paylaşırlar. Tören biter. Hashimoto çıkışa doğru yönelirken arkadan bir ses duyar. Bu ses, Mansaku Itami’nin karısı Bayan Itami’ye aittir. “Bay Hashimoto! Kyoto İstasyonu’na gitmeyin, Koyama’daki evimize uğrayın.” der. Yıllarca evine gidip çayını içtiği hanımefendiyi nasıl reddedebilir ki? Eve girer girmez, Bayan Itami kendisini büyük bir nezaketle bir beyefendiyle, yaşça genç senarist adayından biraz daha büyük olan Kiyoshi Saeki’yle tanıştırır. “Bu Bay Hashimoto. Kocamın, senaryolarını çekmeye niyetlendiği kişi”. Bir dönem Hashimoto’nun yardımcı yönetmenliğini yapmakta olan Bay Saeki, Hashimoto’ya selam verir. Bayan Itami büyük bir kibarlıkla bir cümle daha sarf eder: “Artık kocam gittiğine göre, onun yerini alın ve Bay Hashimoto’nun senaryo taslaklarını okuyun. Onu dinleyin falan işte. Olur mu?” O tarihten itibaren Kiyoshi Saeki ve Shinobu Hashimoto’nun dostlukları başlar ve Saeki 2002 yılında ölene dek de devam eder.
Aslında iş göründüğü gibi değildir. O büyük mentor Mansaku Itami, biricik senaryo çırağının içindeki cevheri görmüş, geleceğiyle yakından ilgilenmiş ve ölene dek ona uygun bir isim arayışında olmuştur. Tanıştırdığı bazı yönetmenlerle uyuşamayacağını anlayınca B planına geçmiştir. Ölmeden önce karısına “Ben ölürsem cenazemde onu Saeki ile tanıştır ve durumu anlat.” demiştir. Tabii Saeki’nin sıklıkla görüşmeye devam ettiği eski ev arkadaşının Akira Kurosawa olduğunu bal gibi bilerek…
Bir nedenden ötürü cenazeye gelemeyen Hashimoto’ya ertesi yıl Bayan Itami’den anma töreni için hatırlatma mesajının gitme sebebi budur. Kadındaki nezakete ve yüceliğe bakın. Bu kadının ve kocasının yetiştirdiği iki evlattan biri (erkek olanı) daha sonra bol ödüllü bir oyuncu, senarist ve yönetmen oldu: Jûzô Itami. Hani Tampopo’nun (1985) yönetmeni. Jûzô Itami bir filminde (Minbo, 1992) Japon suç örgütlenmesi Yakuza’yı kötü gösterdiği için Yakuza üyeleri tarafından saldırıya uğrayıp ağır yaralanmış, yıllar sonra kendisine kumpas kurulup magazin dergilerinde genç bir kızla uygunsuz ilişki yaşadığı iddia edildiği için masum olduğuna dair dokunaklı bir intihar notu bırakıp sekizinci kattan atlayarak intihar etmişti. Demek ki o topraklarda onur dediğin şey, böyle bir şeydi. Itami’lerin kızı ise 1994 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Kenzaburô Oe’nun karısıdır. Oe ile Jûzô Itami lise arkadaşıydılar ve yakın dosttular. Kenzaburô Oe’nun bazı eserlerinde damadı olduğu aileyle ilgili birçok detay yer alır ve bazı Oe kahramanları Jûzô Itami esas alınarak tasarlanmıştır. Detaylara girdik. Neyse…
1940’ların sonuna geliyoruz. Kiyoshi Saeki, Shinobu Hashimoto’nun ricası üzerine senaryolarını Akira Kurosawa’ya verir. Birkaç ay sonra Hashimoto’ya (“altı ay ila bir yıl arası” olarak hatırlıyor) Tokyo’daki Film Sanatı Kurumu’ndaki (Film Art Association) bir yapımcıdan, Sojiro Motoki’den, bir posta kartı gelir: “Tebrikler. Shiyu adlı senaryonuzun Akira Kurosawa’nın yöneteceği bir sonraki filmde kullanılmasına karar verdik. Bu amaçla, Kurosawa ile buluşmanız gerekmektedir. Mümkün olan en kısa sürede Tokyo’ya gelmenizi rica ediyoruz. Lütfen uygunluğunuzu bize bildirin. Bu mesajın kısalığı nedeniyle de bizi affedin. Saygılarımla…”
Yıllar sonra emeklerinin bir sonuç verdiğini gören Shinobu Hashimoto ve karısı çok mutludur. Hashimoto, mentoru Mansaku Itami’nin ruhunun da huzur bulduğunu düşünmektedir. Ve büyük gün gelir çatar. Hashimoto, Akira Kurosawa’yla görüşmek için randevu alıp ilgili tarihte ustanın evine gider. Savaştan önceki bütün senaryolarını kendi yazan ama savaştan sonra kolektif çalışmaya geçen Kurosawa, Shiyu’yu (Erkek ve Kadın) uyarlandığı öyküye son derece sadık, (süre olarak) kısa ama sağlam bir senaryo olarak görmektedir. Aynı kitaptaki başka bir öykünün de senaryoya ilave edilip senaryonun geliştirilmesini istediğini söyler. Meşakkatli bir çalışmadan sonra senaryo son hâlini alır. Hem yaklaşık yarım yüzyıl sürecek bir dostluğun hem de uzun yıllara yayılacak muhteşem bir iş birliğinin tohumları atılmaktadır. Nihayet, çalışma biter. Masada Rashomon’un (1950) senaryosu vardır.
Lakin Rashomon, Japonya’da gösterime girdiği zaman beklendiği ölçüde ses getirmez. Bu arada Hashimoto, Hirate Miki (1951) adlı bir filmin senaryosunu yazar. O pek tutmaz. Akira Kurosawa’nın işleri pek iyi gitmiyordur. Kurbağa Yağı Satıcısı adlı hatıratından aynen alıntılıyorum.
“Dostoyevski’nin Hakuchi (Budala, 1951) adlı öyküsünü Shôchiku stüdyoları için çekmiştim. Ancak Hakuchi stüdyo için çok masraflı olmuştu ve stüdyo yetkilileriyle sık sık tartışmıştık. Film tamamlanıp bittikten sonra da, stüdyodaki bütün yöneticiler sözleşmiş gibi çok kırıcı davranmışlardı bana. Bu kargaşa içerisinde stüdyo, benimle yeni filmler için yaptığı anlaşmaları iptal etmişti. Bu karar bana Daiei’nin Tokyo’nun banliyölerinde bulunan Çofu stüdyolarında tebliğ edildi. Kapıdan sersemlemiş bir halde çıktım ve tek başıma yürüyüş yapıp düşünebilmek üzere trene bile binmeden Komae’deki evime doğru yürümeye başladım. Uzun bir süre kendimi sadece soğuk pirinç yemeye alıştırmam gerekecekti. Bu konuda heyecanlanmanın, sağa sola saldırmanın bir yararı olamayacağına karar vererek Tamagava nehrinde balık tutmanın en mantıklı oyalanma yolu olduğunu düşündüm. Oltamı attım suya. Fakat atar atmaz bir yere takılan olta koptu. Yanımda yedek olta olmadığından malzemelerimi toplayıp bir köşeye koydum. İnsanın şansı ters dönerse, herhalde böyle oluyor diye düşünerek eve doğru yürümeye başladım. Eve geldiğimde çok karamsar bir ruh hali içerisindeydim ve açık kapıyı bile zor iterek içeriye girdim. Birdenbire dışarıya çıkmak üzere olan karım geldi. ‘Kutlarım!’ diye bağırmaya başladı. Ne olduğunun farkında değildim. ‘Ne için?’ diye sorabildim. ‘Rashomon büyük ödülü aldı.’ Rashomon, Venedik Film Festivali’nde en büyük ödülü almıştı. İlk aklıma gelen şey, soğuk pirinç yemek zorunda kalmayacağım oldu.”
Venedik’ten gelen haberle birlikte ikilinin şansı dönmüştü. Hayatlarının geri kalanı boyunca bir daha ne Akira Kurosawa ne de Shinobu Hashimoto zorunda kaldığı için soğuk pirinç yemeyecekti. Rashomon (1950), Venedik’te Film Festivali’ndeki (1951) Altın Aslan’a ilaveten bir de akabindeki sene Akademi’den (daha sonra Yabancı Dilde En İyi Film Ödülü’ne dönüşecek olan) Oscar Onur Ödülü aldı.
Daha sonra Kurosawa ve Hashimoto bir araya gelerek birbirinden güzel senaryolara imza atmayı sürdürdüler. Akira Kurosawa’nın fetiş senaristi Hideo Oguni’den sonra en çok çalıştığı isimlerden biri Shinobu Hashimoto olmuştur. Fazla söze gerek yok, zaten Kurosawa-Hashimoto iş birliğinin listesi her şeyi anlatıyor. Ikiru (1952), Seven Samurai (Yedi Samuray, 1954), Record of a Living Being (Ikimono no kiroku, 1955), Throne of Blood (Kanlı Taht, 1957), The Hidden Fortress (Kakushi-toride no san-akunin, 1958), The Bad Sleep Well (Warui yatsu hodo yoku nemuru, 1960), Dodesukaden (1970) ve Kagemusha (1980). Bu senaryoların çoğunda başka senaristlerin de yer aldığını, bazılarının da uyarlama olduğunu not düşelim. Ayrıca ikilinin senaryosunu yazdığı ama Kurosawa tarafından yönetilmeyen bir film daha var: The Last Day of Hsianyang (Xue cheng, 1968).
Eğer sadece bir Akira Kurosawa senaristi olarak kalsaydı Shinobu Hashimoto’yu bugün bu denli saygıyla anıyor olacak mıydık, emin değilim. Hashimoto, Akira Kurosawa’yla çalışmakla kalmadı, Japon sinemasının Kihachi Okamoto, Yoshitarô Nomura, Tadashi Imai, Toshio Masuda, Masaki Kobayashi, Ishirô Honda, Satsuo Yamamoto, Hiroshi Inagaki, Yôji Yamada ve Hideo Gosha gibi birbirinden farklı tarzlara sahip birçok yönetmeniyle çalışıp yarım yüzyıla yakın bir süre kalburüstü senaryolar üretmeye devam etti. Asıl şaşırtıcı olan budur. Üstelik onlarca uyarlama yaptı ve bu alandaki yetkinliğini de kanıtladı. Şimdilik burada bırakalım.
Şimdi size Shinobu Hashimoto’nun senaryosunu yazdığı veya senaryo ekibinde yer aldığı filmlerden küçük bir seçki hazırlayacağım. Kurosawa filmlerinin sayısını bilerek az tutuyorum, zaten onların tamamına yakını çok iyi filmler o yüzden sadece üç tane seçeceğim. Hashimoto’nun geniş bir spektrumda üretim yaptığını göstermek amacıyla başka yönetmenlerin çektiği Hashimoto senaryolarına odaklanacağım. Sayıyı abartmıyorum. Bazı filmleri henüz seyretmediğim için atlamış olabilirim ya da belki her zaman yaptığım gibi iki-üç filmi gizlemişimdir. Ara sıra böyle şeyler yaparım. Beni bağışlayınız. İşte bazı Shinobu Hashimoto senaryolarından uyarlanan muazzam filmler…
Rashomon (Raşomon, 1950)
Shinobu Hashimoto ile Akira Kurosawa iş birliğinin ilk meyvesi. İkisini de bir daha inmemek üzere sinemacıların “A Ligi”ne yükselten bir şaheser. İnsanın karanlık yönlerine eğilen bir laboratuvar çalışması. Kameranın ilk kez güneşe döndüğü ve bir tabuyu yerle yeksan ettiği bir tasarım harikası, bir kurgu şahikası. Rashomon (1950) hakkında kapsamlı bir yazı yazacağım için fazla detaya girmiyorum. Bu filme bir “anıt-yazı” dikmeden ölürsem gözüm açık gider.
Ikiru (Yaşamak, 1952)
İkinci Dünya Savaşı’nın travmatik etkileri nedeniyle savaştan hemen sonraki dönemde varoluşu sorgulayan ve ölüme dair hüzünlü bir sükûnet taşıyan filmlerin sayısında hatırı sayılır bir artış gözlemlendi. Ingmar Bergman’ın Wild Strawberries’i (Yaban Çilekleri, 1957) ve Akira Kurosawa’nın Ikiru’su (Yaşamak, 1952) hemen aklıma gelen en çarpıcı örnekler. Ikiru’da ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrenen bir kamu personelinin sıkıcı ve monoton hayatını bırakıp son kez bir şeyler yapmak için çırpınışına şahit oluyoruz. Ikiru’yu ve The Tree of Life’ı (Hayat Ağacı, 2011) her izlediğimde belli belirsiz bir hatıraya dair imgeler üşüşür zihnime. Yaklaşık 25 yıl önce olmalı. Eylül sonu olabilir. Kuşadası’ndayız. Arkadaşımın ailesinin bir restoranı var. Akşam olmuş, hava kararıyor. Dükkânlar malzemelerini topluyorlar, herkes için aynı gün olmasa da sezon kapanıyor. Birçok dükkân o sabah (o yıl için) son kez açıldı. Sokakları yıkıyorlar, süpürüyorlar, dükkânları yıkıyorlar. Tatlı bir koşuşturma var. Bazı şeyler kolileniyor. Halıcılar halıları kaldırıyor. Bu arada bazı esnaflar veda turlarına çıkmışlar. İnsanlar birbirine sarılıp veda ediyor. Bazıları seneye burada olmayacaklarını biliyorlar. Yüzlerde bitmekte olan bir şeyin verdiği hüzün var. Restoranın zemini de yıkanmaya başlıyor. Sandalyeleri masanın üstüne koyuyoruz. Derken radyoda Bob Dylan’ın One More Cup of Coffee’si çalmaya başlıyor. Daha fazla yazamayacağım. Ikiru (1952), bir kar tanesi gibi kusursuz olan filmlerden biri. Diyeceklerim bu kadar.
Seven Samurai (Yedi Samuray, 1954)
Muhtemelen gelmiş geçmiş en iyi ve en anlamlı samuray filmi. Seven Samurai’ı (1954) ilk kez izlediğim günü hatırlıyorum, tam olarak ne bulacağımı bilmiyordum, hiçbir beklentim yoktu ve bazı haydutların kolektif bir çalışma sonucu hunharca öldürülüşünü izlerken gülme krizine girmiştim. Beni en çok etkileyen de ses çalışması olmuştu. Bir sonraki izleyişimde her bir samurayın ne kadar kendine has karaktere sahip olduğunu fark ettim. Sonraki izleyişimde köylülere dikkat ettim, hepsi bir karakter gibiydi, yıllar sonra Akira Kurosawa’nın filmdeki her bir köylünün yer aldığı 101 kişilik devasa bir soy ağacı çıkarttığını ve her birini detaylandırmaya çalıştığını öğrendim. Kim kiminle arkadaş, kim kiminle akraba, kim nasıl konuşur, kimi sever, neyden hazzetmez. Ağzım açık kaldı. Akira Kurosawa’nın Ozu’cu geleneği yıkıp birden fazla kamera kullandığı ilk film. Usta, bundan sonraki tüm filmlerinde birden fazla kamera kullanacaktı. İmparator’un epik sinema yürüyüşü, bu filmle başlamıştır.
Seppuku (Harakiri, 1962)
Hashimoto; Masaki Kobayashi’nin bu olağanüstü filminin senaryosunu, Yasuhiko Takiguchi’nin romanından uyarlamış. Film, 1600’lü yıllarda işsiz kalıp sefalete sürüklenen binlerce samuraydan birinin yaşadığı bir trajediye odaklanıyor. Tabii söz konusu olan Kobayashi gibi bir dâhi olunca olağanüstü bir anlatı kusursuz çerçevelemelerle birleşip ekrana/perdeye âdeta güneş gibi doğuyor. Şahsi kanaatimce Seppuku (1962), Japon sinemasının en nadide eserlerinden biri.
Samurai Assassin (1965)
Toshirô Mifune’nin Tsuruchiyo Niiro rolünde âdeta devleştiği film. Mifune oynadığı karaktere büyük bir derinlik ve canlılık katıyor. Samurai Assassin’de (1965) güzel koreografilerle çekilmiş dövüş sahnelerine ilaveten bir anlığına bile sarkmayan müthiş bir kurgu var. Bunu senaryoya borçlu oldukları açık. Tek bir gereksiz sahne yok. Karakterlerin niye öyle davrandığını anlıyorsunuz. Aksiyonsa dur durak bilmiyor. Karların üstündeki dövüş sahnesi ise paha biçilemez.
The Sword of Doom (Dai-bosatsu tôge, 1966)
The Sword of Doom (1966), Japon edebiyatı tarihinin en uzun romanından yapılmış bir uyarlama. Hashimoto’nun ne denli korkunç bir işle uğraştığını özetlemek için şu bilgiyi paylaşsam yeter. 1.533 bölümden oluşan 41 ciltlik bir romandan bahsediyoruz. Nakazato Kaizan’ın bu sonu gelmez romanı daha önce iki defa sinemaya uyarlanmış. Ben bunlardan birini izledim, Okamoto’nun uyarlamasıyla kıyas bile kabul etmez. O yüzden geçiyorum. Masaki Kobayashi’nin o olağanüstü The Human Condition üçlemesiyle çehresi yüreklere âdeta bir nakış gibi işlenen Tatsuya Nakadai, kariyerinin en iyi performanslarından birini veriyor. Toshirô Mifune de cabası.
Samurai Rebellion (Jôi-uchi: Hairyô tsuma shimatsu, 1967)
Kobayashi ve Hashimoto bir kez daha güçlerini birleştiriyor. Yine müthiş bir Yasuhiko Takiguchi uyarlaması. Samurai Rebellion (1967) sadece Toshirô Mifune’nin değil, Japon sinemasının da zirvelerinden biri. Sevgiyi, dayanışmayı ve prensiplere bağlılığı yücelten öyküsü, iniş-çıkışlar yaşayan karakterleriyle zenginleşip duygusal açıdan seyircisini de içine çeken dev bir anafor yaratıyor. İnsan ruhunu ayağa kaldıran filmlerden biri. Roger Ebert’in Great Movies kitabında bu filmi görürseniz şaşırmayın.
Hitokiri (1969)
Zatoichi serisi hakkındaki kapsamlı yazımda da söylemiştim, ben iflah olmaz bir Shintarô Katsu hastasıyım. Zaman içinde filmlerini hangi versiyonda bulduysam izlemişimdir. Japonca, Fransızca, dandik çözünürlük, eksik, kısa, fark etmez. Yıllar sonra bu filmin uzun bir versiyonunu izlediğimde ne kadar mutlu olduğumu kelimelere dökmem imkânsız. Hitokiri (1969), sahipsiz kalmış bir samurayın, Izo Okada’nın yaşam mücadelesini gösteriyor.
Samurai Banners (Fûrin kazan, 1969)
Japon Sineması’nın en önemli yönetmenlerinden Hiroshi Inagaki’nin imzasını taşıyan Samurai Banners’ın (1969) başrolünde Toshirô Mifune var, zaten ben de bu filmi Mifune biyografisi üzerinde çalışırken bulup seyretmiştim. Kansuke Yamamoto, ülkesi için güzel hayaller kuran idealist bir samuraydır, biz de film boyunca onun bütün iyi niyetine rağmen nasıl dibi boyladığını seyrederiz. Finale doğru bir Üçüncü Richard havası olsa da gayet özgün bir film. Bir tek filmdeki çocuğu sevmedim. Bir de ikaz edeyim, filmdeki bir “göze ok girme sahnesi” unutulacak gibi değil.
The Castle of Sand (Suna no utsuwa, 1974)
Yoshitarô Nomura’nın The Castle of Sand’ini (1974) beğenmeyen çıkabilir, saygı duyarım. Benim çok sevdiğim bir film. Shinobu Hashimoto, kendisine ödül de getiren bu senaryoyu birçok defa yaptığı gibi Seichô Matsumoto’nun bir romanından uyarlanmış. Hem cinayet masasının yürüttüğü kapsamlı bir polis soruşturmasını izliyoruz hem de yavaş yavaş bir insanlık dramının aydınlanmasına şahitlik ediyoruz. The Castle of Sand, özünde dokunaklı bir baba-oğul filmi. Bu filmde bir orkestranın klasik müzik tınılarıyla görüntünün âdeta dans ettiği ve içeriğin yorumlanması anlamında birbirini beslediği çok uzun ama mükemmel bir bölüm var. Konuşma yok, sadece müzik ve görüntü. Duyguları harekete geçiren saf bir sinema. Müzik, çeşitli geriye-dönüş’lerle (flashback) yansıtılan hüzün verici olaylara bindirme yapıyor. Benzerlerine sadece Ingmar Bergman sinemasında şahit olduğumuz türden bir uyum bu. Semih Kaplanoğlu ve Nuri Bilge Ceylan bu filmi izlemiş olabilir diye düşünüyorum. İkisinin de birer filminde bahsettiğim sahneye gönderme olduğunu hissettim. Tabii, bu sadece bir tahmin.
Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
KAYNAKLAR
- Hashimoto, Shinobu. “Compound Cinematics: Akira Kurosawa and I”, 2015. (Japonca orijinal versiyon Shinobu Hashimoto, 2006. Japonya), Vertical Inc. ABD.
- Kurosawa, Akira. “Kurbağa Yağı Satıcısı”, 2006. (İngilizce’den çeviren: Deniz Egemen), Agora Kitaplığı, Türkiye.
- Lumet, Sidney. “Making Movies”, 1996. Vintage Books, ABD.
- Tassone, Aldo. “Akira Kurosawa”, 1985. Afa Yayınları, Türkiye.
- www.imdb.com
- www.wikipedia.org
[/box]