İlk uzun metrajı Un 32 Août Sur Terre’den sonra Incendies (İçimdeki Yangın) adını verdiği filmiyle Oscar’a aday olarak tüm dünyanın ilgisini çeken Kanadalı Denis Villeneuve, bu sayede Hollywood’a geçiş yapan yönetmenlerden. 2013 yılında peş peşe çektiği Prisoners (Tutsak) ve Enemy (Düşman) isimli yapımlarıyla kendine has bir sinema dili oluşturma konusunda emin adımlarla ilerleyen Villeneuve bu yıl, beklenmedik bir film ile çıkageldi: Sicario.
Emily Blunt’lı, Benicio Del Toro’lu, Josh Brolin’li kadrosuyla heyecanla beklenen film Cannes’da eleştiri yağmuruna tutulunca sevenlerinin merakı ikiye katlandı. Çünkü Sicario hakkında söylenenler, yönetmenin alışageldiğimiz tarzından uzaklaştığı ve ticari kaygılarla film çektiği yönündeydi. Peki, gerçekten öyle mi?
Denis Villeneuve’ün filmografisine baktığımızda genel hatlarıyla, felsefeyle harmanlanmış güçlü metaforlardan beslenen katmanlı hikâyelerin ön planda yer aldığını görmek mümkündür. Bilhassa Jake Gyllenhaal’ın başrolünde yer aldığı Enemy ve hafızalarımıza kazınan Incendies gibi filmlerinde bu üslup başat rol oynar. Sicario ise, yönetmenin klasik anlatımından epeyce uzak bir noktada bulunsa da, muhafazakâr eleştirmen bakış açısının azizliğine uğramanın talihsizliğini yaşıyor. Sinema gibi var olan tüm disiplinlerden beslenmeyi başarabilen çok yönlü bir sanat dalının, dar kalıplar içerisinde değerlendirilmesini bir kenara koyalım, sinema yapanların bu denli aynı üslubu devam ettirmek zorunda bırakılmalarını, aksi takdirde eleştirmenlerin gazabına uğramalarını yanlış buluyorum. Ticari, sanat ya da her ne kaygı veyahut istemle çekilmiş olursa olsun; bir film seyircisini sinema salonundan memnun gönderebiliyorsa başarılı olmuş demektir.
Sicario da, bunun hakkını fazlasıyla verebilen filmlerden ve Incendies’den sonra Denis Villeneuve’ün filmografisinin baş tacı olabilecek nitelikte. Elbette, Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan ideolojik boşlukta ABD’nin yarattığı yeni düşman algısına hizmet ettiğini düşünmemize yol açacak çok fazla gösterge barındırıyor Sicario. Fakat Villeneuve’ün filmini tek başına bununla tanımlamak sadece sığ bir bakış açısının ürünü olabilir. Çünkü izlediğinizde fark edeceksiniz ki, her ne kadar makro düzeyde “korkunç karteller ve düzeni sağlamaya çalışan Amerika” söylemi güç kazansa da, aslolan Amerika’nın da bu uyuşturucu trafiğinde kıtaya hakim olabilmek adına insan haklarını göz ardı ettiği gerçeğidir. Tam da bu sebeple hikâye, idealist fakat çaresiz bir FBI ajanının (Emily Blunt), görev yolunda her şey mubah diyen CIA görevlisinin (Josh Brolin) ve ne idüğü belirsiz Latin Amerikalı bir danışmanın (Benicio Del Toro) üzerine kuruluyor. Filmin dramatik yapısı bu üçlü üzerinden ilerlerken, zamanla kişisel hikâyelerin Birleşik Devletler politikaları paralelinde evrimine tanık oluyoruz.
Filmin başında tanıtılan ve Meksika’da “tetikçi” anlamına gelen Sicario, en kaba haliyle, Meksikalı uyuşturucu kartelleriyle, Amerika’nın bilhassa Başkan Ronald Reagan döneminden bu yana Latin Amerika devletlerini kontrol altında tutma amacıyla yürüttüğü uyuşturucu mücadelesinin bir parçasını oluşturuyor. Amerika’nın göbeğine çöreklenmiş bir Meksikalı kartelin ölüm evine yapılan CIA baskınına katılan Kate isimli bir ajan, bu operasyon sonrasında Meksika’da yürütülecek olan bir uyuşturucu baronunun yakalanmasında görevlendiriliyor.
Amerika’nın, 70’lerde yarattığı ekonomik durgunluk ve ardından başlattığı neoliberal dayatmalar çerçevesinde gün geçtikçe güç kazanan Meksika uyuşturucu kartellerini, 2006’dan sonra Meksika’da başa gelen Calderon hükümetiyle işbirliği yaparak bitirmeye çalışmasının bir uzantısını izlediğimiz operasyon esnasında uyuşturucu trafiğinin en yoğun yaşandığı bölgelerden birine, Ciudad Juarez’e gidiyorlar. Bu sekanslarda gördüğümüz vahşetin ileri boyutlarda olmasının sebebi ise çok açık: Tüm Latin Amerika’ya yayılmış olan uyuşturucu ağının en önemli bölgesi, pazar konumundaki Birleşik Devletler’le sınır komşusu olan Meksika, dolayısıyla Ciudad Juarez. Juarez aynı zamanda ulaşım gibi uyuşturucu ağının en tehlikeli ve en pahalı kısmının son durağını oluşturuyor.
Bölgeye yaklaştıkça artan uyuşturucu fiyatları stratejik konum sebebiyle buradaki baronları, Latin Amerika kartelleri arasında en çok kazanları yaptığı gibi yöreyi de, şiddetin ve karteller arası savaşın en fazla yaşandığı yer haline getiriyor. Özellikle operasyon sekanslarında bu şiddetin emarelerini görmek ve Calderon’un başlattığı uyuşturucu mücadelesinden sonra yükselişe geçen vahşetin sonuçlarına tanık olmak mümkün. Meksika sınırında trafikte kaldıkları sekansta, çatışmanın ve ölümün insanların gündelik yaşamının bir parçası haline gelmesi, ilk önce De La Madrid ardından da Salinas döneminde ülkenin neoliberal paket çerçevesinde özelleştirmeye açılması, toprağa bağımlı halkın ihracat odaklı hale getirilmesi ve kırsalda yaşayan halkın da uyuşturucu yetiştiricisi ya da şehirlerde kartellerin askeri konumuna gelmesinin bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Büyük bir çoğunluk geçimini bu sektörden sağlarken, geri kalan halk ise susmak, suça ortak olmak ya da görmezden gelmek zorunda kalıyor. Finale doğru çocukların futbol oynadıkları sahne, bu bağlamda Meksika’daki vaziyetin en bariz ifadesidir.
Sicario’nun tüm bu arka planının dışında yarattığı atmosfer ve ilk saniyeden son ana kadar düşmeyen gerilim duygusu için de yönetmen Villeneuve’ü alkışlamak gerekiyor. Bunda filmin tamamına sirayet eden müthiş notaların da payı büyük. Yönetmen bu müzik yardımıyla filmin duygusunu çok iyi kontrol ediyor ve gerilimin düşmesine engel oluyor. Sicario, devlet politikalarından hareketle üretilen senaryosuna rağmen, karakterlerin giderek kişisel hesaplaşmalarına dönüşerek aslında bambaşka bir şeyi anlatmaya çalışıyor.
İdealist ama bir o kadar da çaresiz ve korkak ajan Kate’in karakteri Amerika’nın olması gereken halini, vitrinini temsil ederken, CIA ajanı Matt ABD’nin karanlık ve düzen getiren yanını, Benicio Del Toro’nun canlandırdığı Alejandro ise Latin Amerika’nın acımasızlığını tasvir ediyor. Başka bir deyişle, Güney Amerika’nın ana damarını oluşturan uyuşturucu ticaretinin sacayaklarını temsil ediyorlar. Sicario’da, Emily Blunt ve Josh Brolin’in performansları etkileyici düzeyde olsa da, Benicio Del Toro’nun önüne geçemediklerini de altını çizmeliyim.
Özetle Sicario, Denis Villeneuve’ün sinemasında ayrıksı bir yerde duran, fakat her açıdan seyircisini etkilemeyi başarabilen güçlü filmlerden. Amerika ve Latin Amerika arası karanlık ilişkiler ekseninde şekillendirdiği anlatım dili ve sinematografisiyle de büyüleyici olmayı başarıyor. Gözden kaçırmamak gerek.
İlk kez Film Arası dergisinin Ekim 2015 sayısında yayınlanmıştır.