Sinema tarihinde ruh hastası bir insanı merkeze alan çok sayıda uzun metraj film vardır ama bunların tamamına yakınında bariz bir şekilde hastalıklı olan ana karakterin bazı iyi özellikleri de seyirciye verilir ya da karakter film ilerledikçe değişir, dönüşür. Bir yan karakter olarak su katılmamış bir psikopatı göstermek görece daha kolaydır, The Silence of the Lambs (Kuzuların Sessizliği, 1991) ya da No Country for Old Men (İhtiyarlara Yer Yok, 2007) gibi. Öte yandan sinema tarihinde çok ama çok az sayıda film komple hasta ruhlu bir psikopata odaklanmaya cesaret etmiştir çünkü hikâye ilerledikçe ve anlattığınız karakterde pek bir değişim olmayınca yaptığınız şey bir istismar sineması ucubesine, bir işkence pornosuna ya da tatsız-tuzsuz, renksiz bir şeye dönüşme riski taşır. Henry: Portrait of a Serial Killer (1986), The Golden Glove (Der goldene Handschuh, 2019) bu riski alıp altından başarıyla kalkabilen filmlerden ilk aklıma gelenler. Kristoffer Borgli’nin yazıp yönettiği Sick of Myself (Syk pike / İlgi Manyağı, 2022) de bu açıdan başarılı bir film.
Sick of Myself, kişiden kişiye değişebilir olduğunu kabul etmekle birlikte, sadece bir-iki sahnede o da birkaç saniyeliğine ana karakterle özdeşleşmenize izin veriyor, onun dışında Kristine Kujath Thorp’un canlandırdığı Signe’den her yeni hamlesinde “Yok artık!” deyip nefret ediyorsunuz. Signe amacına (“ilgi odağı olmak”) ulaşmak için her yolu mübah gören, kibrin ve egonun dağlarında gezen bir insan; işin ilginci, sevgilisi Thomas da onun erkek versiyonu. Temel ihtiyaçları/zaafları bakımından birebir aynılar, resmen ruh ikizi. Uzun zamandır bir filmde bu denli birbiriyle uyumlu bir çift gördüm mü, emin değilim, “tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş” durumu var. Bu ultra narsist/özsever çift birbirini o kadar iyi tanıyor ve biliyor ki, ağzımız açık izleyip “Bu kadar da olmaz!” dediğimiz binbir türlü saçmalığa peş peşe imza attıklarında, hatta birbirlerini başka insanların önünde zor durumlarda bıraktıklarında dahi bir kez olsun kavga etmiyorlar. Kimi zaman bir satrancı andıran karşılıklı ilgi çekme hamleleri sırasında bile kontrolü elden bırakmıyorlar çünkü çiftten biri bulundukları ortamda ilgi çekmek için bir şey yaptığında, diğeri hem partnerinin onu niye yaptığını hem de kendisi aynı durumda olsa zaten karşı tarafın yaptığını aynen yapacağını bal gibi biliyor. Ara sıra Thomas, Signe’yi bir yalanını yakaladığında sıkıştırıyor (yediğinde dokunan şey, sevdiği bir müzik grubu vs.) ama o kadar. Ben ikisinin (Signe-Thomas) ortamda rol çalma sahnelerini kahkahalarla izledim, bu sahneler hem bir kurgu harikası hem de teknik anlamda bir anlatım ustalığı içeriyor. Mesela film bittikten sonra filmin açılış sahnesini (açılış + parti) tekrar seyrettim ve karakterlerin temel özelliklerini tanıtmaktaki yetkinliğine hayran kaldım.
Film boyunca ikiliden birinin (Signe ya da Thomas) spot ışıkları kendinden farklı bir yere yöneldiğinde yaşadığı bunalımı yansıtmak için kalabalık ortam içinde bir nevi izole edildiğini görüyoruz. Kamera bir tür dikizci (voyeur) hüviyetine bürünüyor. Enerjisi düşen kişiye odaklanılırken kameranın önünden bir sürü insan geçiyor ya da kamera sağa sola (genelde ilginin yoğunlaştığı noktaya) kaydırmalar yapıyor. Kimi zaman zoom yapılıyor, karakterin yüzü yakın plana alınıyor. Ortamın ışığı düşüyor, mekân loş hâle geliyor, müziğin tınısı değişiyor, gergin tonlar işitmeye başlıyoruz. Konuşmaların ses merkezi uzay/ekran-dışına (off-screen) kayıyor ve muğlaklaşıyor. Bu planlarda karakterin sıkıştığını, bunaldığını, üzüldüğünü ve öfkelendiğini hiçbir şüpheye mahal vermeyecek netlikte hissediyoruz, Kristoffer Borgli’nin ince nüanslarla zenginleştirdiği senaryosundan sonraki en büyük başarısı kanımca bu. Borgli bu iki insanı yargılamıyor, ilgiden muaf kaldıkları an yaşadıkları o korkunç yoksunluk hissini ve bu histen kurtulmak için çırpınışlarını peliküle dökmeye çalışıyor.
Borgli, Signe’ye olan mesafesini film boyunca koruyor, seyircinin ona yakınlaşmasını sağlayacak sahnelerin [babasıyla ol(may)an ilişkisi, annesinin geçmişi, Signe’nin korkularını, endişelerini yansıtan hayal/düş ve rüya sahneleri] hemen ardından ondan uzaklaştıracak bir sahne sunuyor. Borgli’nin yaklaşımı daha çok bir durum tespitini andırıyor. “Böyle insanlar var, Signe de bunlardan biri” demekle yetiniyor yönetmen. Evet, Signe sürekli yalan söyleyip ilgi çekmeye çalışan (drama queen) tekinsiz biri ama araya serpiştirilen ürkütücü düş&rüya sahnelerinden anladığımız kadarıyla çözmekten kaçındığı ciddi bir hastalığı var ve kendisi bunun farkında. Filmin 35. dakikasındaki tomografi sahnesini ele alalım.
Testler bitmiş, doktor tahlil sonuçlarını bildirmek için hastasının yanına gelmiştir. Doktor Signe’ye şöyle der:
“Sonuçlara baktım. Gerçekten şok edici. Görünüşe bakılırsa, yasa dışı ilaçlar kullanmışsın, hasta olmanın nedeni bu. Genel bir örüntü görüyoruz. Aşırı yalan söylüyorsun. Kötü bir kişiliğin var. Partilerdeki en havalı insan sen değilsin. Espri anlayışın da tırt. Özellikle de aynada ırkçı canlandırmalar yapıp, bunları komik bulman. Böyle bir şey uzun zamandır tomografide çıkmamıştı. Tabii bu kadar şey bulunca polisi aramamız şart oldu. Polisler dışarıdalar ve seni hemen idam etmeye hazırlar.”
Teşhisin ikinci yarısından itibaren ironi giderek yükseliyor ve finalinde zirve yapıyor, biz de Signe’nin tomografi cihazındayken korkulu bir düş gördüğünü anlıyoruz (Ben bu sahnede gülme krizine girdim). Eğer filmin o noktasına kadar öyküdeki ironiyi fark etmediyseniz bu sahnenin rahatsız edici bir şekilde başladığını düşünebilirsiniz ama bu kritik sahneden itibaren film, tavrını net bir şekilde ortaya koymuş oluyor. Bu sahneyi birkaç defa izledim, sahnenin önemi şurada yatıyor, aslında Signe sorunlarının tümüyle farkında, doktor teşhislerini sıraladığında ona karşı çıkmıyor, herhangi bir tepki vermiyor, zaten bildiği şeyleri söylediği için doktoru serinkanlı bir şekilde dinliyor; Signe’yi benim açımdan ilgi çekici kılan şey, bu sorunlarla baş etmekten kaçınan birinin portresi olması. İçinde çatışan iki kişi/yön falan yok. Hasta olan ama bu hastalığı bilmeyen ya da kabullenemeyen biri yok karşımızda. Ne olup ne olmadığını bal gibi bilen (kendi kendine çoktan teşhis koymuş, üstelik doğru bir teşhis koymuş) ve mevcut hâlinden memnun olan biri var, tomografi sahnesi bu hakikati açımlama işlevine sahip. O yüzden, bu sahneden itibaren bunun bir “iyileşme”, “üstesinden gelme” filmi olmadığı belli oluyor.
Signe meşhur olmak için, “beğeni/like” almak için her şeyi yapabilecek hatta engelli kalmayı veya ölümü göze alabilecek tıynette bir günümüz genci eleştirisi mi, bilemiyorum. Bana daha çok hasta bir insan olduğu izlenimini verdi. Başkasını tuvalete kilitlemek, kendisini ısırması için bir köpeğe eziyet etmek, ağır yaralıya yardıma gelen insanları yaralıdan uzak tutmak, gazeteci arkadaşını manipüle etmek… Kendi bedenine neyi yapmayı göze aldığını gördüğümüzde “bunu yapan bunları da yapar” diyoruz ama bu tip aşırılıklar bana Signe’nin psikopat olduğunu düşündürttü, burada sosyopatiyi aşan ağır bir vaka söz konusu.
Filmin başrolündeki karakter Signe ama Thomas da aynı dertten muzdarip. Bunlar sonsuz olasılık içinde bir şekilde birbirini bulmuş (hatta “hak etmiş”) bir çift gibi geldi bana. Filmin bazı sahnelerini dönüp tekrar seyrettiğimde “birbirlerine layık olduklarına dair” hissim pekişti. Mesela Signe’nin Thomas’tan rol çaldığı “sergiden sonraki yemek sahnesi” ilk seyredişimde bana aşırı abartılı (özellikle Thomas’ın konuşmasını tamamlamaktaki “gereksiz” ısrarcılığı) gelmişti ama hikâyeyi bir bütün olarak değerlendirdiğimde Thomas’ın başka türlü davranamayacağına kanaat getirdim. Cezaevinde de aynı şekilde davrandığına eminim.
Thomas da Signe gibi patetik düzeyde yalancı bir insan, çalmakta sakınca görmeyen bir hırsız. Signe’nin dergi çekimi esnasındaki müdahalesini hatırlayın. Dikkatli bir şekilde seyrederseniz, Thomas’ın modern sanat eserleri (sandalye/koltuk) üretiminin de hırsızlığa (hem fikir hem malzeme) dayalı olduğunu anlarsınız; “Bu sandalye ben onu sergilemeden önce bir fotoğraf olarak medyada yer alsın istemiyorum” derken bunun altında yatan nedenin muhtemelen o sandalyenin (ya da tasarımının) çalıntı olması olduğunu seziyorsunuz. Başta bir yanlış anlama olduğunu zannettiğiniz çoğu şey, Thomas’ın yalanlarla örülü dünyasının ufak-tefek yansımaları aslında. Mesela Thomas sanat camiasındaki çevresine Signe’den hiç bahsetmemiş, o gün sergiye gelenlere ise “kız kardeşi” olduğunu söylemiş, belli. Birden fazla kişi bunu vurgulayınca şüpheniz kalmıyor. Ama sakın bunu, camiadan daha iyi bir talipli bulmak ya da sükse için yaptığını düşünmeyin, sadece ilgi partnerine yönelmesin diye yapıyor bunu. O “büyük sanat eserlerini” üretirken yanında/arkasında kimse olmadığını vurgulamak için yapıyor yani. Ve de tabii sergi sırasında kendisine yönelen dikkati yitirmemek için. En çok güldüğüm sahnelerden biri de otobüste “sevecen erkek arkadaş pozu vermek için” yapmacık bir şekilde sanki kız arkadaşıyla ilgileniyormuş gibi yaptığı yer oldu. Burada bariz bir şekilde Signe’nin deformasyona uğradığı belli olan bandajlı bedenine yönelen dikkati kendine çekmeye çalışıyor. Karakteri tanımak için kilit bir sahne.
İlgi Manyağı’ndaki her iki narsist karakter de yaşam enerjisini bu ilgiden alıyor. Bu ilgi talebi, daha çok bir ihtiyaç. Bunu Signe’nin gördüğü birçok rüyada (gazeteci arkadaşına itirafta bulunduğu, sürpriz konukların katıldığı TV programı vs.) gözlemleyebiliyoruz. İçinde doyurulması güç, köklü arzular var. Kimi sahnelerde bunun annesinin zamanında yaşadığı sağlık sorunlarından, babasının evden ayrıldıktan sonra (annesiyle boşanmışlar) Signe’yi ihmal etmiş olmasından beslendiğini gösteren sinyaller alıyoruz ama hemen ardından Signe -tamamen bilinçli bir şekilde- öyle bir şey yapıyor ki başkasını suçlamaya hacet kalmıyor. Kabul edelim, Signe ve Thomas, “yaramaz” insanlar. Neyi niye yaptıklarını gayet iyi bilen, bir şeyin yanlış olduğunu bilmesine rağmen gayesine (“alaka”) ulaşmak için her şeyi, her yolu mübah gören bencil ve kötü kalpli iki insanı anlatıyor İlgi Manyağı. Bu ikilinin yalan-dolanla dolu hayatlarını izliyoruz film boyunca. İşin ilginci, yakın arkadaşları da bunun böyle olduğunu biliyor. Bu çiftle yemeğe çıktığınızda sadece bu çiftten konuşulabiliyor, başka bir mesele konuşulmaya başlandığında bunlar hemen kendilerini merkeze alan bir konu açıyorlar. Signe’nin mimar arkadaşına yüklendiği yemek sahnesinde ortaya çıkıyor ki, çevrelerindeki herkes bunun farkında. O çift masayı terk ettiğinde Signe ile Thomas’ın nasıl karanlık ve korkutucu bir uyum içinde olduklarını daha iyi anlıyoruz. “Ya sev ve bize odaklan ya terk et” modunda bir yaşam onlarınki, başkalarına ayıracakları vakitleri yok.
İlgi çekmek için sürekli yalan söyleyip sahte dünyalar inşa eden, başka insanları (ve duygularını) hiçe sayan, hatta hırsızlık ve dolandırıcılık bile yapan narsist bir çifti anlatan Sick of Myself oldukça tuhaf bir espri anlayışına sahip, henüz izlemediyseniz baştan ikaz edeyim, sevmeyeni bol olacaktır.
Sosyal medya çağının kanayan yaralarına, modern sanat adı altında pazarlanmaya çalışılan garabetlere (ve modern sanat camiasının pespayeliğine), çok-satanlığa (bestseller), azınlık hakları ve ayrımcılık konusundaki güncel eğilimlere ve bu konuyu sömüren ve sanki etik amaçla yapıyormuş gibi yutturmaya çalışan kapitalist düzene, eğrelti otu gibi çoğalan bilim-karşıtı moda akımlara (“şifacılar” diyelim) da dokunduran hayli enteresan bir film. Üstelik bu alanlarda da her şey çok satmak, ilgiyi çekmek ve popüler olmak içinmiş gibi, hikâyenin gizli/örtük bir başarısı da bence bu. Borgli popüler engelli ve hastaları sömüren ticari reklam kampanyalarından tutun, Knut Hamsun’un şaheseri Açlık’la karşılaştırılacak kadar pervasızlaşılan palavra bestseller’lara kadar birçok konuda zarif bir şekilde indiriyor tenkit/eleştiri kılıcını. Ben bu yazıda bunlara pek değinmedim, daha çok iki ana karakteri analiz etmeye çalıştım ama içeriği bakımından zengin bir filmle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. Norveç Sineması üzerinde düşünülmeye, tartışılmaya değer dişe dokunur filmler üretmeye devam ediyor, İlgi Manyağı (Syk pike / Sick of Myself, 2022) da onlardan biri. Kaçırmayın derim ben.
Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç