SEVMEK Mİ SUÇ ÖLDÜRMEK Mİ?
Geçtiğimiz yıl Kill List ile dikkatleri toplayan, son dönemde İngiliz sinemasının en ilginç yönetmenlerinden biri olarak anılan Ben Wheatey’in yeni eseri Sightseers, eklektik ötesi bir romantik komedi(!) örneği…
Wheatey’in bu filminde karşımıza Chris ve Tina adında ultra arıza bir çift çıkarıyor. Kilometre zengini bir yolculuk rotasını takip edecek olan ikili, unutulmayacak bir gezici tatilin planlarını yapıyorlar. En az yeni erkek arkadaşı Chris kadar arızalı bir anneye sahip olan Tina, bu yolculuk için izin koparabilmekte zorlanıyor. Hayattaki tek dostunun, kaybettiği köpeği Poppy olduğuna inanan anne Carol, 34 yaşındaki kızına da garip bir düşkünlük besliyor. Bu yolculuğa burun kıvırmasına rağmen, Carol ve Chris’in tatil planlarının önüne geçemeyen Carol, tüm tereddütlerine rağmen kızını bu garip yabancıya emanet etmek zorunda kalıyor.
Bu garip ikilinin ilk etaptaki tek derdi, abuk takıntıları sebebi ile kafayı kırmış Carol gibi gözükse de, teptikleri her kilometrede, kanadından tuttukları hikaye biraz daha çetrefilli bir hal almaya başlar. Tina ve Chris ikilisi, aile evindeki kısa süreli gerilimin ardından Tainted Love lirikleri eşliğinde, absürtlükler silsilesine dönüşecek yolculuklarına start verirler.
İkili, tıpkı planladıkları gibi, Demiryolu Müzeleri’ne takılır, tarihi tramvayda seyahat eder, kalem müzelerini ve Blue John Mağazası’nı gezerler. Son derece sıradan seyreden bu romantik (!) yolculuk; Chris’in, dondurma kağıdını yere atarak, tipik bir gündelik duyarsızlık örneği sergileyen bir adama kafayı takması ile birlikte farklı bir rotaya doğru direksiyon kırar. Chris’e göre, yetişkin bir adamın böylesine duyarsız oluşu, seyahatlerinin çığırından çıkması için yeterlidir. Nitekim Chris, kafasındaki planı vakit kaybetmeden uygulamaya geçer ve adamı karavanı ile ezerek öldürür. İşlenen bu ilk (!) cinayet, alışılmışın biraz da dışında bir Bonnie & Clyde hikayesine evirilme konusunda atılan ilk ciddi adım olur aynı zamanda!
Chris’e göre, Tina ile birlikte çıkmış oldukları bu yolculuk, sadece vahşet kremalı erotik bir serüven değil, aynı zamanda yazmak istediği kitabı toparlayabilmesi için de kaçırılmayacak bir fırsattır. Tina ise, bu yolculuk süresince, sözüm ona Chris’in yaratıcılığını kamçılayacak olan hınzır ilham perisinin ta kendisidir. Gel gelelim, kitap yazma dalaveresi, çiftin yaşadığı türlü atraksiyonlara girişmesi sebebi ile buhar olup gider!
Chris’i tanıdıkça, aslında onun sakin mizaçlı maskesinin hemen altında, patlamaya hazır bir bombanın saklandığını anlarız. Onun için birilerini katletmek, bir şişe limonlu soda içmekten farksızdır. Zamanla, çevresindeki potansiyel kurbanlara yenileri de eklenir. Tıpkı kendileri gibi karavan seyahati yapmakta olan Ian ve Janice ikilisine de kafayı takan Chris, çiftin aşırı titizliğini de cezasız bırakmaktan çekinmez.
Dahası, her zorluğu kaba kuvveti ile halledebilen, modern çağın cılız kollarına fırlatılmış Chris’in işlediği cinayetler, Tina’yı heyecanlandırmakla kalmaz, kendince bu katliamlara akıllıca sebepler de bulur. Örneğin Tina’ya göre Chris, öldürdüğü her insan ile doğaya salınan karbon oranını azaltarak, gelecek nesillere ferah bir yaşama alanı sunmaktadır. Sevdiceğinin gözünde gönülsüz bir çevre bilinci müridine dönüşen Chris’in kurban listesi ise bir miktar kabarıktır. Çevreye duyarsız bir moron ile sinir bozucu derecede çevre duyarlılığı bilincine sahip bir ukala; Chris’in gözünde hemen hemen aynı oranda ölmeyi hak etmektedir. Elbette, Chris’in bu öldürme arzusu kaçınılmaz olarak Tina’ya da sıçrar. Onun “katliammetresini” ise, aşırı alkollü bir gelin adayı, yoldan geçmekte olan bir yaya, ya da talihsiz bisikletli gezgin Marcus zenginleştirmektedir.
Chris’in bir türlü dizginleyemediği hastalıklı takıntıları ile Tina’nın kaynağı meçhul şizofrenisi güçlerini birleştirerek, ortaya tadından yenmeyecek abuk bir vahşet öyküsü çıkarır. Bu öykünün yan ürünleri ise, terrierler, bol kalorili patates cipsleri, modası geçmiş fantezi gereçleri, yemyeşil ve zaman zaman puslu bir coğrafya ile üzerine damlayan münferit kan lekeleridir.
Yönetmen Wheatley, başarılı bir kara filmin ardından, pastel renklerle bezenmiş, paradoks zengini bir kara mizah örneği ile selamlıyor bizleri bu sefer. Karşımıza kolay kolay çıkmayacak cinsten, bu arızası bol turist çift hikayesi ile tipik İngiliz mizahını, hafif ölçekte gerilim sularında yüzdürüyor. Dozunu çok fazla aşmayan grafik şiddet eşliğinde, belki de son birkaç yılın en zekice yazılmış ve yönetilmiş komedilerinden birini armağan ediyor bizlere!