Bir dönem klasik kovboy filmlerine sarmıştım, bilhassa 1960 öncesine. Ne bulduysam, hangi formatta bulduysam izledim. Tabii böyle belirli bir türün bilindik filmlerini görece kısa bir zaman diliminde seyredince kafanızda ister istemez bazı genellemeler oluşuyor. Her şeyden önce hikâye, sinematografi, müzik gibi sinemasal özelliklere dair örüntüleri ve zaman içindeki değişimlerini fark ediyorsunuz. Western janrı hakkındaki okumalarımı, araştırmalarımı genişletince de (ki bir ara, yurt dışından sadece western, kara film ve gangster sineması kitapları getirtiyordum) birçok konuda görüşlerim netleşti.

The Ox-Bow Incident (1943), Pursued (1947) ve Blood on the Moon (1948) gibi birkaç film dışında 1950 öncesinde çekilen klasik westernlerde “iyi” ve “kötü”nün siyahla beyaz gibi kolaylıkla birbirinden ayırt edilebildiği söylemek mümkün ama 1950’lerde ilginç bir şey gözlemlemeye başlıyoruz. Ana karakter daha flu resmedilmeye başlanıyor, gizemli hatta bir miktar karanlık yönlere sahip kahramanlar görüyoruz. “Anti-kahraman” kavramının ortaya çıkışına biraz daha zaman var ama yine de bu ara dönemde westernlerde ilginç protagonist ve antagonistler sökün ediyor, hatta sadece onlar da değil kasaba halkı gibi emekçi sınıfı temsil eden topluluklarda da çözülmeler baş gösteriyor, mesela High Noon (Kahraman Şerif, 1952) bunun tipik bir örneğidir.

Amerikan westerninde 1950’lerde yaşanan bu değişimi HUAC (Amerikan Karşıtı Faaliyetleri Araştırma Komisyonu) soruşturmalarından, McCarthy’nin yürüttüğü cadı avından bağımsız ele almak çok zordur. İyi, muteber insanların birdenbire kötü insan ilan edildiği çok özel bir dönemdir bu. Hâliyle öteden beri “iyi/ahlaklı/dürüst” bilinenlerle, öteden beri “kötü/ahlaksız/namussuz” bellenenler arasında bir bocalama yaşanır bu dönemde, kimin kim olduğu hemen anlaşılmaz, eski ve argo tabirle “at izi it izine karışmıştır”. Tüm ülkeye yayılan bu istisnai ruh hâlinin yansımalarına sinemada da şahit oluruz. Broken Arrow (1950), Devil’s Doorway (1950), Winchester ’73 (1950) gibi revizyonist klasiklerle başlayan bu değişim dönemi Bend of the River (1952), The Naked Spur (Çıplak Mahmuz, 1953), Shane (1953), Johnny Guitar (1954), Vera Cruz (1954), The Searchers (Çöl Aslanı, 1956), 3:10 to Yuma (1957), The Bravados (1958), Man of the West (1958) ve Warlock (1959) gibi filmlerle devam eder. Bu filmleri klasik westernlerden ayıran ortak özelliklerden biri, ana karakterlerini ele alma biçimidir. Çoğu zaman filmde tümüyle iyi olan bir kahraman (protagonist) yoktur. Kötülerle savaşan, mücadele eden daha az kötü, daha doğrusu, “iyinin yanında olmayı seçmiş az kötüler” vardır. Bu silahşorların bazı prensiplere sahip olduklarını görürüz ama çoğunun geçmişi şaibelidir ve izlediğimiz öyküde asla tasvip edilemeyecek davranışlar sergilerler, The Searchers’ın Ethan’ı bunun mükemmel bir örneğidir. Kahramanların karanlık yönlerinin olması fikrine 1950 öncesi filmlerde pek rastlanmaz. Gelelim bu yazının yazılma sebebine…

blank

Aşağı yukarı 20 yıl sonra Lawrence Kasdan’ın Silverado’sunu (1985) tekrar seyrettim, gene beğendim. Bu sefer Paden (Kevin Kline), Mal (Danny Glover), Emmett (Scott Glenn) ve Jake’ten (Kevin Costner) oluşan dörtlünün 1950’lerin western kahramanlarıyla güçlü bağları olduğunu fark ettim. Silverado klasik western sinemasıyla revizyonist westernler arasında bir nevi geçiş sineması özellikleri taşıyor. Klasik westernin başlıca temaları Batı’ya doğru göç, arazi anlaşmazlığı, intikam hikâyesi, Kızılderililerle yaşanan silahlı çatışmalar, posta arabası ve banka soygunları, yerel derebeylerinin ve yolsuzluğa bulaşmış güvenlik güçlerinin varlığı ve ne olursa olsun, ailenin kutsallığıdır. Ve bütün temel meseleler kan dökülerek çözülür. İyiler kazanır, kötüler kaybeder. Revizyonist westernin odak noktasında daha çok karakterlerin ruhsal durumları, travmatik geçmişleri, azınlık hakları gibi farklı konular yer almaktadır. Revizyonist westernler bilhassa güncel politik konulara ve toplumsal meselelere duyarlılık sergilerler ve çekildiği zamanı eğretileme yoluna giderler. İyi ve kötü çok net çizgilerle ayrılmış değildir.

Silverado (1985) yukarıda kabaca saydığım özellikler bakımından son derece zengin bir senaryoya sahip. Hem klasik westernin birçok öğesini (açgözlü arazi sahibi, suça bulaşmış şerif, masum kasaba halkı, mülkiyet hırsızlığı) hem de revizyonist westernlerin birçok öğesini (siyahi düşmanlığı, karakter draması, geçmişi karanlık protagonistler) bir potada eritiyor. Paden, Mal, Emmett ve Jake’in belirli bir mesleği ya da mülkü yok. Eşi ve çocuğu yok. Dördü de bir şekilde suça bulaşmış ya da Mal’da olduğu gibi (Chicago yılları) tam olarak geçmişte ne yaptığı belli değil, muğlak bırakılmış. Mal’ın annesinin mektubunu duyar duymaz gelmemesinin ciddi bir sebebi olmalı, burası ucu açık bırakılmış. Emmett belki kardeşini savunmak için insan öldürmüş ve hapse girmiş ama Jake’in çocukça hareketlerinin sonucu olarak birini öldürmüş olması muhtemel. Jake sorumsuzca hareket eden haşarı bir genç. Paden daha önce bir çete üyesiymiş, belli. O da geçmişini gizliyor ama o suçla örülü geçmişinin travmatik izleri yer yer ortaya çıkıyor. Kasdan’ın senaryosu bu dört karakterin nereden geldiğini ve nereye gitmekte olduğunu büyük ölçüde belirsiz bırakıyor. Sadece usta nişancılar ve arkadaşını, ailesini satmayan insanlar olduklarını anlıyoruz.

Filmde belirli açmazlarda kendini bulan üç kadın karakter var. Mal’ın kardeşi Rae (Lynn Whitfield), barı yöneten Stella (Linda Hunt) ve Batı’ya göç eden Hannah (Rosanna Arquette). Rae ve Hannah’nın ekran süreleri kısa olduğu için bu karakterlerin yeterince derinleştirilemediği görülüyor ama Stella karakteri çok iyi çizilmiş. Linda Hunt da kısa rolüne büyük bir inandırıcılık katmayı başarıyor, yer yer Kevin Kline’dan bile rol çaldığını da söylemek lazım, harika oynuyor.

blank

Emmett’ın kız kardeşi, eniştesi ve küçük yeğeni “Kutsal Aile”yi simgeliyorlar. Finale doğru tehdidin yöneldiği merkez bu aile oluyor. Lawrence Kasdan açılış sahnesinden kasabadaki çatışma sahnesine kadar belirli bir gerilim seviyesini korumayı başarıyor.

Görüntü yönetmeni John Bailey’nin müthiş sinematografisi ve harikulade renk paleti filmin bir başka artısı. Birçok sahne incelikle tasarlanmış. Açılış sahnesi (“kapı”yla) doğrudan doğruya The Searchers’a atıfta bulunuyor. Kapanış ise Wyatt Earp filmlerinden The Gunfighter’a (1950) kadar uzanan geniş bir spektrumda klasik westernlere bir saygı duruşu niteliğinde. Arada da Rio Bravo (1959), The Professionals (1966) ve El Dorado (1966) gibi bir sürü klasiği hatırlatan yerler var. Ama ben en çok dört nala uzaklaşan at, kar, güneş demeden dört mevsim at koşturan kovboylar gibi şiirsel imgelere bayıldım. Bailey bilhassa geniş planlarda harikalar yaratıyor.

Silverado’nun temposu çok iyi ama bu başarıyı bir ölçüde Bruce Broughton’ın filme sınıf atlatan olağanüstü müziklerine borçlu olduğunu belirtmem lazım. Broughton tema müziğini geniş planlarda ayrı aksiyon sahnelerinde ayrı bir ustalıkla kullanıyor. Zaten filmin bugün artık bir klasik mertebesine erişmiş müziğini bilmiyor olmanız düşük bir ihtimal. Filmin 1986 yılındaki Akademi Ödülleri’nde En İyi Orijinal Müzik dalında Oscar’a aday gösterildiğini ama ödülü Out of Africa’ya kaybettiğini de bu vesileyle not düşeyim.

blank

Filmin kadrosu şampiyonlar ligi gibi. Başroller zaten heyecan verici de Jeff Goldblum, John Cleese, Jeff Fahey, Ray Baker ve Brion James gibi tanıdık simaları yan rollerde izliyoruz. Ama filmin sürprizlerinden birinin Brian Dennehy olduğunu söylemem gerek. O da Linda Hunt gibi görece kısa ekran süresine rağmen tam bir perde hâkimiyeti sağlıyor. Cobb’ın içten pazarlıklı hâlini sinir bozucu gülüşüyle saklamayı başarıyor, iri cüssesi, gaddar kişiliği ve sert tavırlarıyla her daim ciddi bir tehdit olduğunu da hatırlatmayı ihmal etmeyerek. Ben bu yazıyı Cobb ile Paden’ın düello sahnesinden etkilenerek kaleme aldım çünkü tabancasına davranmak üzere olan silahşoru arkadan alan klasik düello çekimiyle öne çıkan bu müthiş sahne bugüne kadar westernlerde gördüğüm en anlamlı sahnelerden biri.

Hemen hemen tüm kötü adamlar ölmüştür. En sonunda, önceki bazı silahlı çatışmalarda ne kadar hızlı olduklarını gördüğümüz iki büyük silahşor, iki eski dost, Paden ve şerif Cobb kasabanın sınırı diyebileceğimiz bir noktada karşı karşıya gelirler. Her iki taraf da kendini bekleyen sonu iyi biliyordur: İkisinden sadece biri bugün bu düellodan sağ çıkacaktır.

blank

Eski kanun kaçağı yeni kanun adamı Cobb’ın üstünde koyu renkli bir kıyafet vardır, toprağı, araziyi simgeleyen kahverengi tonlar hâkimdir. Öte yandan Paden’ın kıyafetinde açık renkler ağırlıktadır. Aralarında belirli bir mesafe bırakacak şekilde düello pozisyonu aldıklarında Cobb’ın arkasında uçsuz bucaksız bir arazi olduğunu görürüz. Ardında medeniyete dair hiçbir şey yoktur, ne bir ev ne bir at arabası ne de herhangi bir insan/el yapımı nesne… Cobb ufuk çizgisiyle buluşan sonsuz bir uzamın içinde resmedilir. Halbuki Paden arkasına kasabayı almıştır. Kamera sokağın ortasında dikilmekte olan Paden’ı uzaktan aldığında sağında ve solunda kasabadaki yapıları görürüz; arkasında (biraz uzakta) gömleğiyle uyumlu renkte bir kilise görürüz. Evet, sokakta belki kimse yoktur ama bariz bir şekilde medeniyet/gelecek ve din/inanç Paden’ın arkasındadır. Paden’ın kasabayı temsil ettiğini anlarız, daha doğrusu, kasabanın değerlerini ve bu değerlere bağlı geleceğini. Ama Cobb’ın ardında sadece boş bir arazi vardır, kasabayla bir nevi çatışma/mücadele içinde olan arazi… Lawrence Kasdan tümüyle görsel yapıyı kullanarak iyi adam-kötü adam karşıtlığını bir çırpıda kent-kır dikotomisi üzerine oturtur.

Her iki insan da eski suçludur. Ama Cobb, kuzu postunda bir kurttur ve hâlâ bir suçlu olmasına rağmen kanun adamı hüviyetindedir. Ve her şeyi, daha fazla araziye sahip olmak isteyen bir yerel derebeyinin yönlendirmesi neticesinde yapar, cebini de doldurur ama. Düellonun amacı, Paden’dan ve arkadaşlarından kurtulup o güce tek başına sahip olmaktır. Paden da eski bir suçludur ama zamanla dürüst birine dönüşmüştür, değişmiştir. Arkadaş canlısıdır, dostluk ve vefa gibi değerlere inanır, hümanisttir. İyinin, doğrunun yanında olmaya karar vermiştir ve bu uğurda ölmeye hazırdır. Yeniyi ve yüksek ahlaki değerleri temsil eden Paden, eskimiş değerleri ve açgözlülüğü temsil eden yozlaşmış Şerif Cobb’la karşı karşıyadır. Aydınlığın karanlıkla, iyiliğin/güzelliğin/Tanrının kötülükle/çirkinlikle/Şeytanla hesaplaşma vakti gelmiştir. Düello kırsal değer yargılarının yerini kentsel değer yargılarının alıp alamayacağı meselesidir artık. Değişimi/dönüşümü, medeniyeti, yeniliği ve geleceği temsil eden kasaba, muhafazakârlığı, geri kafalılığı, eskiyi ve geçmişi temsil eden araziye karşıdır. Paden hangi değerleri temsil ettiğini bilircesine Cobb’a “Hoşça kal” der, Cobb da aynı cümleyle veda eder. Birinden biri birkaç saniye sonra ölecektir. Her iki silahşor da hızlıca silahına davranır. Bam! Mermiyi kalbine yiyen Cobb hızlıca kasılır, arkasında uzanan araziye aniden döner ve o yöne doğru düşer. Paden Cobb’ı tek mermiyle kasabanın (geleceği simgeleyen yeni değerler dünyasının) dışına yollamıştır. Kent, kırsala galebe çalmıştır. Arazi, tarla yenilmiştir. Gelecek kentlerin, kentlilerin ve kentsoylu değerlerindir.

Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç

blank

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

Temple of Trust (2009)

2009 yapımı Temple Of Trust, buluntu ile kurgu evliliğinin, adam
blank

Boyhood (2014)

“Hepimiz hayat denen şu oyunda aslında doğaçlama yapmıyor muyuz? Yaptıklarımızın