Karşı karşıya gelseler RoboCop Macbeth’i öldürebilir mi? Saçma ve cevabı basit gibi görünmekle birlikte bu soru, çeşitli ihtimallere gebe kompleks bir öze sahip.
Bildiğiniz gibi, William Shakespeare’in Macbeth adlı kahramanının bir özelliği var. Ölümlülerin sonunu bilen ruhlar Macbeth’e, “Korkma Macbeth, kadından doğmuş hiçbir erkeğin gücü sana yetmez!” diyorlar. Kehanet doğru çıkıyor ve gerçekten de Macbeth kadından olma/doğma (born of woman) hiçbir erkek tarafından alt edilemiyor, kiminle ve hatta kaç kişiyle dövüşürse dövüşsün, kazanan hep Macbeth oluyor (“The power of man, none of woman born shall harm Macbeth”). Oyunun finalinde ise Macbeth, kadından doğmuş olmayan, ana rahmindeyken gebe annesinin karnı kesilerek çekip çıkarılan (bir bebeğin yetişkin hâli olan) bir adam tarafından gebertiliyor. Yine de kehanet doğru çıkmış oluyor. O hâlde yazıya adını veren tuhaf soruyu yanıtlamak için önce RoboCop’un kadından doğmuş olup olmadığını, dolayısıyla hâlâ insan olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceğini tespit etmeliyiz.
Kanımca, Paul Verhoeven’in çektiği ilk RoboCop (1987) filmini zamanla bir klasik hâline getiren iki önemli özelliği var. Bunlardan ilki, kapitalizm, tüketim toplumu, kitle iletişim araçlarının işlevi ve dünyanın geleceğiyle ilgili radikal söylemi. Belki bunu masaya yatıran ayrı bir yazı yazarım ama bugün kısaca bahsedeceğim konu, ikinci önemli özelliği: RoboCop’un neliği meselesi.
Peki nedir bu RoboCop? Sadece verilen yönergelere uyan robot bir polis mi? Adında “robot” sözcüğü geçse de polis memuru Alex Murphy’nin anılarını taşıyan sibernetik bir organizmayla karşı karşıyayız, organik parçaları enerjiye (ATP) ihtiyaç duyduğu için bebek mamasına benzer bir gıdayla beslenmesi gerekiyor.
İnfaz girişimi sırasında delik deşik edilen, beyni dağıtılan Murphy’nin sağ kolunu suç dünyası koparmıştır, aslında işlevini yerine getirebilecek kadar sağlam olan sol kolunu ise doğrudan OCP şirketi keser. Murphy’nin belleği de silinir, daha doğrusu silinmeye çalışılır. “Bir adı yok onun. O sadece bir program, bir ürün…” diye nitelendirilir. Ama film ilerledikçe anlarız ki, bu basit bir cyborg/siborg değil, aksine, makine içine hapsedilmiş yaralı bir ruhtur/bilinçtir. Hatıralar zihninde canlanır, rüya/kâbus görür, hatta kendisine bunu yapan suçlulara karşı intikam hissiyle dolar. Alex Murphy’nin belleğindeki her şey silinmeye çalışılmış, bedeni neredeyse tümüyle teknolojik bir aygıta indirgenmiş/dönüştürülmüş olmasına rağmen kabuğunu kırıp dışarı çıkmaya çabalayan, programına/yazılımına/hafıza kartına galebe çalmaya çalışan bir zihin, bir ruh olduğunu anlamaya başlarız. Bu film, bir bakıma, başka bir bedene hapsedilen bir bilincin aydınlanma yolculuğudur. Peki ama Murphy’nin ruhu nerededir?
Yaşayan en büyük Rus yönetmen olarak kabul ettiğim Aleksandr Sokurov’un o müthiş Faust’u (2011), bir otopsi sırasında cesedi kesip biçmekte olan doktorla çırağı/öğrencisi arasında geçen şu çarpıcı diyalogla başlar:
-Bize insan vücudunun yapısıyla ilgili çok şey anlattın, fakat insan ruhuyla ilgili tek kelime etmedin.
-Çünkü onu bulamadım.
Hemen ardından, o kadim soru gelir: “Ruhu nerede aramalıyız”? Kafamızın içinde mi, kalbimizde mi? Yoksa ayaklarımızda mı? Nerededir bu insan ruhu denen şey? 1987 tarihli ilk RoboCop işte bu kadim sorunun izlerini sürer ve substanz’ı (töz/cevher/substance), res cogitans (ruhsal/düşünsel töz) ve res extensa (uzamlı töz) şeklinde ikiye bölerek Descartes’çı bir çözümü tercih eder. Problem şu ki, Alex Murphy’den geri kalan her neyse -ki çok küçük bir organik parça olduğunu anlıyoruz- ruhu taşımaya devam etmektedir.
Ruh/zihin, RoboCop’un gördüğü bir kâbusla beraber tetiklenir ve koskoca bir data havuzunda bir boşluk yakalayıp yüzeye çıkar. Ruh acı, sevinç, özlem ve hatıralar şeklinde kendini görünür kılmaya başlar. Bu bağlamda, filmin en kritik anlarından biri, RoboCop’un bir zamanlar Alex Murphy’nin yaşadığı eve gidip geçmişin sıcak ve samimi esintisiyle anıları depreştiğinde öfkesine hâkim olamadığını gördüğümüz sahnedir. Verhoeven’in burada Dostoyevski’ci bir karamsarlığa büründüğünü öne sürebiliriz çünkü ona göre insan olmak, her şeyden önce acı çekmek demektir, öfkelenmek ve tepki vermek demektir. Ama kendilik bilinci olmadığı müddetçe bu tek başına yetmez. Kişinin insan olabilmesi için “Ben” diyebilmesi, bir tür öz-farkındalık geliştirmesi gerekmektedir. RoboCop’un arayışı, derhal bu istikamete yönelir.
E. T. A. Hoffman’ın Kum Adam’ından Philip K. Dick’in Imposter ya da Do Androids Dream of Electric Sheep? eserlerine uzanan geniş bir spektrumda bir robotun, androidin ya da otomatın kendilik bilinci arayışı genellikle hayal kırıklığıyla eş güdümlü gitmektedir, halbuki RoboCop’ta durum tam tersidir. RoboCop bilinçlendikçe özgürleşir.
Adı RoboCop (Robot Polis) olmakla birlikte bu film bir kimlik arayışını anlatır, robot bir polisi değil. RoboCop (1987) bir kendilik bilinci filmi, “Ben” olma hikâyesi olarak öne çıkar. O nedenle film, kendisine “Adın ne?” diye sorulan RoboCop’un bu soruya “Murphy” cevabını verdikten sonra, dikkat buyurun, “gülümsemesiyle” son bulur ve böylece Murphy’nin insan olarak başladığı, robot olarak devam etmeye zorlandığı ömrünü, sibernetik bir organizma olmasına rağmen özünde bir insan olarak devam ettireceğini öğrenmiş oluruz (hatta ikinci film bu cogito ergo sum fikrini daha da genişletir ve RoboCop’un “Biz sadece insanız / We’re only human” cümlesiyle biter).
Sonuç olarak, RoboCop hâlâ bir insandır, Alex Murphy’nin bedeni değişmiştir, hepsi bu. O hâlde başlıktaki sorumuza geri dönelim: RoboCop Macbeth’i öldürebilir mi? El cevap: Öldüremez!
Not 1: Serinin 1993 tarihli üçüncü filmi burada tartışılan konulara boşa çıkaran önemli bir detay içeriyor, o nedenle yukarıdaki yazıyı, daha çok 1987 tarihli ilk filmi (belki biraz da ikinci filmi) hesaba katarak okumanızı rica ediyorum.
Not 2: RoboCop’la (1987) ilgili kısa bir deneme daha yazacağım. Murat Kirişçi, Öteki Sinema’da Robocop: Murphy’nin Sol Kolu ve Transhümanizm adlı harika bir inceleme kaleme almış, siz önce o yazıyı okuyun, çünkü benim ikinci yazım, Murat’ın aksine, Murphy’nin sağ koluna, daha doğrusu, o kolun şaşırtıcı bir özelliğine odaklanıp, Murat’ın kapsamlı ve doyurucu incelemesine mütevazı bir katkı sunmayı amaçlıyor.
Not 3: Yukarıda anlattığım konuların felsefi ve sanatsal boyutlarına ilgi duyanlar için iki tane birbirinden güzel kitap önermek istiyorum: Erhan Demircioğlu’nun Makinedeki Hayalet: Zihin Felsefesine Giriş adlı kitabıyla Despina Kakoudaki’nin -dilimize Deniz Aras tarafından kazandırılan- Robot Anatomisi: Edebiyat, Sinema ve Kültürel Çalışmalarda Yapay İnsan adlı çalışması. Şimdiden iyi okumalar…