Sanırım en başta uyarmakta fayda var. Sinema ile ilgili karalamaya başladığım günden bu yana, en kişisel yazımla huzurlarınızdayım. Ancak hak verirsiniz ki, karşınızda 168 gün boyunca en büyük tutkusu sinemadan uzak kalmış, doğru düzgün tek bir film dahi izleyememiş, izlese bile üzerine konuşacak kimseyi bulamamış bir sinemasever duruyor. Bilmeyenler için hemen söyleyeyim, bahsi geçen 168 gün boyunca, Gelibolu’da askerlik görevimi yapmakla meşguldüm. Ama merak etmeyin, o günleri yâd edecek yahut sizi askerlik anılarıma boğacak değilim. Yalnızca bu süre zarfı içerisinde ve şimdilerde tekrar tekrar fark ettiğim bir gerçeği, dilim döndüğünce izah etmeye çalışacağım. Ne mi o? Sinemanın mucizenin ta kendisi olduğu…

blank

Nedir sinema? En kaba tabirle ifade etmek gerekirse, eldeki hikâyeyi kamera aracılığıyla izleyici ile buluşturan yedinci sanat dalı… Eeh sözlük anlamını bir kenara bırakıp, içimizden geldiğince dile getirmeye çalışırsak, sinemanın kalplere temas eden, adrenalin seviyesini doruk noktasına çıkaran, yeri geldi mi fütursuzca kahkaha attıran ve daha da önemlisi tutkuyu somutlaştıran bir yapıya sahip olduğunu da söyleyebiliriz. Kaldı ki, birçoğumuzun kendisine sinemasever demesinin asıl nedeni de, yedinci sanatın duyguları böylesine destansı bir şekilde harekete geçirmesinde saklıdır.

Peki, kendi konumuma geri döneyim. Filmi nerede bulursa bulsun, izlemeyi kendisine görev edinmiş biri olarak, 168 gün boyunca ekran başına geçemeyeceğini bilmek, en başta beni fazlasıyla düşündüren bir hadise oluvermişti. Ancak ne var ki, hayatın idame edilmesinin zorlaştığı ve hiç karşılaşılmayan bir dolu gündelik dertle baş başa kalınan ortamda, bazı şeyler zorunlu olarak göz ardı edilebiliyormuş! Ancak tam da bu sırada bir şey keşfettim. Sinemanın ne denli mucizevî bir sanat dalı olduğunu… Nasıl mı? Gece uykusundan kalkarak gidilen 1-3 nöbetinde, soğuktan ayakların dahi hissedilmediği o anda, en sevdiğim filmleri, en sevdiğim sekansları teker teker düşünmeye ve kendimce yorumlamaya başladım. Anakin Skywalker’a hak verdim; sevgisi uğruna gözünü karartışına, Yoda’nın uyarılarına rağmen korkusunu acıya dönüştürmesine… Çünkü hangi insan delicesine sevdiği birini kaybetmekten korkmaz ki! Altan Çamlı düşüverdi sonra aklıma; “Acaba o çok istediği barı açabilmiş midir?” diye sordum kendi kendime. Sonra dedim ki, umarım açamamıştır, yoksa hayallerine ulaşmanın verdiği hazla Altan, Altan olmaktan çıkmaz mı dedim. Haşmet Asilkan’a gitti kimi zaman aklım, hani şu kendisini elit yönetmenler sınıfına sokacağını düşündüğü filmi için, kolundaki saati satan; kimine göre idealist kimine göre ise “Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni”ne. Kendi kendime sayıklamadım da değil hani. Rosebud dedim kısık sesle, kimsenin duyamayacağı bir tınıyla. Böylelikle Charles Foster Kane’in özlemini duyduğu o günleri yâd ettim… Çünkü fark ettiğim bir gerçek vardı, madem film izleyerek sinemanın büyüsüne ortak olamıyorum, ben de beyazperdeyi kendi zihnime kurar ve sinemanın tüm mucizevî yapısı sayesinde, bir an olsun dünyadan soyutlanırım. Öyle de oldu…

blank

Gelgelim ki zamanın akışkan bir yapısı olduğu gerçeğine. Aylar, haftaları; haftalar günleri izledi ve iyi ya da kötü o günleri geride bıraktım. Sırada sivil hayata, yaşamın ta kendisine ayak uydurma vaktiydi. Öncelikle şunu belirtmekte yarar var; askerlik biter bitmez, hayata öyle kolay adapte olamıyor insan. Sanki anbean sahici bir sarsıntının içindeymiş gibi hissediyor. Nasıl biri olduğunu, nelerden zevk aldığını, daha da kötüsü alışkanlıklarını dahi unutuyor. Ben ise, kendimi hatırlayabilmek için en yakın dostum sinemaya sarılmak istedim. Önce zihnimde canlandırdığım o çok sevdiğim filmlere teker teker göz atmaya başladım. Olmadı. 168 gün boyunca kaçırdığım yapımlara odaklanayım dedim, eski hazzı vermedi. Kendi kendime sorar oldum; “Acaba sinemadan uzaklaşıyor muyum?” Tam da bu zamanlarda bir şey oldu; sinemada, sanki ilk defa bu görsel şölene şahitlik ediyormuşçasına seyrettiğim bir film, duygularımı tekrardan harekete geçirip, beni yeniden hayata bağladı ve bu satırları yazmamın önünü açtı. Ne mi o? Nuri Bilge Ceylan’ın son başyapıtı Ahlat Ağacı

Bir baba-oğul çatışmasından beslenen ve kendi içinde kaybolmuş Sinan isimli bir gencin, korkularını ve yalnızlık savaşını roman edasıyla betimleyen film, gerek Nuri Bilge Ceylan filmografisinden aşina olduğumuz benzersiz tekniğiyle, gerekse etkileyici diyaloglarıyla birçoklarını olduğu gibi beni de can evimden vurdu. En başta Ahlat Ağacı, sinemanın tüm estetiğinden yararlanan, görselliği harikulade kullanan, bununla da yetinmeyerek duygusal yoğunluğu had safhada hissettiren, “bizden” bir iş.

blank

Hani bazı sanat eserleri vardır, demlenmeyi beklemeden, ilk anda büyümeye başlar insanın içinde. Ruhunu okşar, kan akışını hızlandırır, tüm algısını açar. İşte, Ahlat Ağacı da tam olarak böyle bir film. Günlerdir kendine gelmek için onlarca şey deneyen, askerliğin getirdiği o karanlık ve ne yapacağını bilmez havayı üzerinden atmak için çabalayan ben, bir kez daha sinemanın benzersiz büyüsü karşısında donakalıyordum. Ancak bu donuş, beraberinde tekrar hayata sıkı sıkıya sarılma isteğini de beraberinde getiriyordu. Çünkü Nuri Bilge Ceylan, Sinan ve İdris aracılığıyla o dev ekrandan çıkıp, adeta beni silkeleyerek kendime getirmeyi başarıyordu. İşte, o an bir kez daha tekrar ettim, hayata daha olgun ve berrak bakarken, “sinema hakikaten mucizenin ta kendisi”.

Askerlik gibi, geçilmesi meşakkatli bir engeli aşarken de; akabinde sivil hayata uyum sağlamaya çalışırken de en büyük dostum sinema oldu, olmaya da devam edecek. Evet, ben sinemayı bir mucize olarak tanımlıyorum, çünkü bu sanat dalı, ona eşlik ettiğiniz her an sizi sıradan hayatlarınızdan alıp, bulutların üstüne taşır ve bambaşka yaşamlara ortak eder. Siz siz olun, sinemanın hayata kattığı mucizeyi asla es geçmeyin ve nerede, ne şekilde olursa olsun film izlemekten vazgeçmeyin. Çünkü o her daim karıncalanmış hayatlara renk katmak adına hazır kıta bekliyor!

blank

Polat Öziş

1992 İzmit doğumlu… Küçük yaşlarda tanıştığı Yeşilçam filmleri sayesinde sinema en büyük tutkusu oldu. Sonrasında ilginç bir şekilde Muğla’ya İktisat okumaya gitse de tutkusundan vazgeçemedi ve sinemayla ilgili çalışmalar ortaya koymaya başladı. İzledi, düşündü, çekti. Sonunda ise filmler hakkında yazmaya başladı. Film Arası Dergisi, Film Hafızası ve Öteki Sinema’da çok sevdiği filmler hakkında yazmaya devam ediyor.

1 Comment Bir yanıt yazın

  1. Güzel bir yazı olmuş polat kardeşin yazılarını özlemiştim meğer askerdeymiş geçmiş olsun sinema benim için de askerdeyken umut verici bir şeydi tabi edebiyatı da unutmayayım kitaplarım da beni o zor dönemden kurtarmıştı.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Film Eleştirmenleri Neden Dizi İzlemez?

Film eleştirmenleri, festivallerde izledikleri filmleri analiz ediyorlar, TV çöplüğüne bulaşmazlar
blank

Gölge Oyunu: Yorumcunun Silüeti

“İlk Ballade beni reddetti… Birbirimiz için yaratılmamıştık. Ellerimin alışabilmesi yirmi