Türk sineması, tarihinde görülmemiş politik bir değişim geçiriyor. Daha önce cesaret edilemeyen kişi ve olaylar perdede karşımıza çıkıyorlar. 70’lerin Malkoçoğlu, Kara Murat filmlerini bile aşan bir durum söz konusu… Hür Adam, Kubilay, Nene Hatun, Sultanın Sırrı ya da Kurtlar Vadisi: Filistin ve benzeri yapımlarla seyirci bir şekilde manipüle ediliyor.
Ne var bunda? Parası olanın istediği filmi çekmeye, düşüncesini yaymaya hakkı yok mu? diyeceksiniz, bence var… Seyirci değişiyor, sinema değişiyor. Her şey kendi evrimini sürdürüyor. İlginç olan şu; merkez medyada yazan ve titri açık şekilde “sinema yazarı” olan bazı kalemler, polemik potansiyeli yüksek Türk sineması örneklerini ısrarla görmezden geliyor. Aynı hafta gösterime girmiş hafif bir romantik komedi hakkında sayfalarca döktüren “sinema yazarı”, iş bu tartışmalı yerli sinema örneklerine geldiğinde ya hiç görmüyor ya da artık blogculara bile servis edilen standart bir bülteni, kelimesine dokunmadan yayınlayıp geçiyor.
Önceleri bunu sinema yazarının doğasında bulunan snobluğa bağlayarak anlamaya çalışıyordum. Bu türden bazı filmlerin ‘seçkin’ galalar yapıp çoğu sinema yazarını çağırmayışından dolayı bir küsme hali de olabilirdi pekala… Çocukça ama anlaşılabilir bir tavır. Fakat zaman içinde örnekler çoğalınca gördüm ki, sinema yazarı korkuyor… İşini kaybetmekten, hedef gösterilmekten ya da başka bir sebepten dolayı korkuyor ve korktuğu şeyi yok sayarak yoluna devam ediyor. Sosyal medyada filmler hakkında fikirlerini paylaşan binlerce neo yazar yüzünden de artık vazgeçilmez değil!
Siyad üyesi Banu Bozdemir bu konuda “işin içinde biri olarak şunu söylemeliyim ki sinema yazarları çıkarları doğrultusunda cesur, gazetesiyle ters düşmemek için bazı filmleri yorumlamaktan kaçınan arkadaşlarımız var ve bunu da açık açık söylüyorlar… Yani cesaretleri biraz şurdan şuraya biçiminde. Ama sağ gazetelerde aynı bakış açısıyla yazan kişilerin cesaretleri de inanılmaz yüksek!” diyerek meselenin varlığını işaretliyor.
Bu hassasiyetin genellikle doğasında mücadele ve hak aramanın olduğu sol görüşe yakın yazarlardan gelmesi ise daha da şaşırtıcı… İslamcı sinema yazarı olarak bilinen ki kendisinin bu tabirden yana hiç bir şikayeti yoktur, Ali Murat Güven, Yeni Şafak’ta ki köşesinde hiç bir filmi atlamadan, dini konularda hassas olan insanlarla kimi zaman çatışmasına rağmen özgün fikirlerini paylaşmaya, radikal çıkışlar yapmaya ve okurunu etkilemeye devam ediyor. Buna rağmen bir sürü sinema yazarının yerli üretimlere karşı, artan hızda basın bülteni yayınlayarak haftayı geçiştirme hevesi bu defa akla insanlar sinemaya gitmek için kimleri takip ediyorlar, kimin fikrini önemsiyorlar? sorusunu getiriyor.
Cevabı giderek daha da netleşen bu soruya, Ruhumbaykuş nickli Friendfeed kullanıcısı, “gazetedeki köşe yazarlarının birçoğunun insanları yanılttığını düşünüyorum ve bu durumdan dolayı gazeteden değil sosyal medyadan söz konusu film hakkında bilgi toplamayı tercih ederim” diyerek seyircinin genel görüşünün sert bir şekilde altını çizdi.
Bu genel cesaretsizlik hali, sinema yazarının elindeki gücü biraz da kendini değiştiremeyişi sebebiyle sözlüklere ve sosyal medyaya yani filmi izleyen seyircinin kendisine teslim ettiği şu dönemde, etkiyi kuvvetlendirmekten başka bir işe yaramıyor. Banu Bozdemir‘in dikkat çektiği gibi, Memleketin değişen siyasal iklimi ve seyirci profili bazı yazarların heveslerini kırıp korkularını arttırsa da “sinema yazarı”nın kendi kalelerini savunabilmek adına daha cesur, daha özgün olması şart.
Sosyal medyanın seyirciyi salona yönlendirmekle ilgili etkisi bu kadar artmışken bu konuyu yine sosyal medyada fikirlerini paylaşanlarla tartışmak daha anlamlı olacaktı ve öyle yaptım. Friendfeed üzerinden açtığım bir tartışmaya değerli yorumlar geldi. Sıkı bir sinema seyircisi olan Mikhail Bakunin, konuyla ilgili olarak şu görüşleri dile getiriyor;
“Daha önce görmezden gelinen her şey şu an görmezden gelinemeyecek durumda. Bu konu sinema sektöründe de belirgin bir şekilde arttı. Eğer bu görmezden gelinme ya da eleştirmeye korkma durumu artarsa Türk sinemasının geleceği sanat kaygısı hedefinden çıkıp tamamen bir propaganda aracı haline gelecek. Bugün görmezden gelen yazarlar yarın da rahatsız oldukları halde hiç bir şey yazamayacak hale gelecekler. Bir yandan da Eski tür basılı medya ülkemizde halen çok baskın. Zaten Türkiye’de aktif internet kullanıcı sayısı 10 milyon dahi değil. Okey ve MSN için girenleri çıkarırsanız sosyal medya basın takibi için kullananların sayısı bir kaç yüzbin. Öncelikli olarak bu durumu kavrayalım. Asıl kamuoyu internet ve getirdiği haber seçme özgürlüğünden haberi yok, mecburen dayatılan şeyleri okuyor. Daha sonra ise bu eski tip masılı medyada yazarlık yapanların niteliklerini incelemek gerekiyor. Konu sinema ise zaten köşesi olan yazıyor! O zaman bütün gazete köşesi sahiplerinin niteliklerini incelemek gerekiyor. Çoğunu adam yerine bile koymuyorum ama insanımız sokakta çekim yapan kameranın arkasından geçip TV’de çıkmayı bir iftihar edilecek bir şey sandığı için gazete ve TV’de gördüğü her türlü fikrini beyan eden tipi önemli ve fikrine saygı duyulması gereken biri olarak görüyor. Şimdi hali hazırda böyle bir kamuoyu yönlendirme gücü var halen eski tip medyanın. Sosyal medyada fikirlerimiz genellikle bizim gibi düşünenlerin dikkatini çekiyor. Ama yeni piyasaya çıkan bir gofret daha çok insan tarafından kabul görüyor. Devir fikir beyan etme değil de fikir pazarlama devri…”
Yine Friendfeed üzerinden fikrini paylaşmasını rica ettiğim Murat Karakaş Öteki Sinema okurları için meseleyi kendi penceresinden irdeleyen ama net ve güçlü sonuçlar içeren bir yazı gönderdi. Yukarıda anlatmak istediğim herşeyin sadece benim hezeyanlarım olmadığının da bir ispatı gibi onun yazısı… Kelimesine dokunmadan yayınlıyorum.
Hangimiz Gerçekten Cesur Yürekliyiz? Murat Karakaş
Murat’ın sorduğu soru üzerine aklıma geçen yıl katıldığım Yıldız Teknik Üniversitesi’ndeki blog yazarlığı konuşmam geldi. Katılımcılarla blog yazmanın yada kendini ifade etmenin ne kadar faydalı ya da faydasız olabileceği üzerine konuşmuştuk. Bu konuşma sırasında örnekleme yaptığım bir başlıkta sinemaydı. Çünkü o tarihlerde yazdığım ve üzerine çok konuştuğumuz bir “VEDA” filmi ve onun yaşattığı hezeyan vardı. Katılımcılar neden blog yazarlığı’nın bu kadar önemli olduğunu ve neden ilgimi çektiğini sorduklarında onlara şunu söylemiştim.
“Öyle bir cenderedeyiz ki, hep aynı gazeteler, aynı yazarlar, aynı eleştirmenler ve buna bağlı olan aynı yönde eleştiriler! Ben kendi adıma bu alışılmış kalıpların dışında “ben ne düşünüyorum” diyerek yazıyorum. Bunu kimsenin anlamasını, beğenmesini yada özellikle takip etmesini beklemiyorum.” demiştim.
Buradan hareketle bakarsak; bence gazete, dergi ya da görsel medyada görev alan, kalburüstü tabir ettiğimiz yazarların özgürlüğü ve özgünlüğü çok tartışılır bir durumdadır. Nedenine gelecek olursak;
Medya karteli içerisinde film üreten ve sinemaseverle buluşturan zincirde farklı halkalar mevcuttur. Bunu hem önceki işlerim hem de kişisel tecrübelerimle biliyorum. Bir filmin yapım tarafı sonrasında, PR, lansman yada piyasaya servisinde kimlerle çalışıldığı, o işin basın kitinin kimlere gidip kimlere gitmediği, galaya hangi önemli yazarların davet edildiği ya da edilmediği aslında sizin birazda piyasadaki görünürlüğünüzü belirler. Ama iş sinema yazarlarının eleştirilerine ve görüşlerine gelince burada hem yazarın özgünlüğü, hem bağlı olduğu kurum yada kuruluşların piyasa ile olan anlaşmaları vb. gibi bir çok sebep devreye giriyor.
İşte bu noktadan sonra bizim özgür dediğimiz, burnu kaf dağlarında olan, adını duyduğumuz anda duayendir dediğimiz eleştirmenler bile bir anda güzel bir işi kötüleyebilir ya da kötü bir işi iyi diye yazabilir oluyorlar. Ve bu durum bu konuda emek veren, üreten ve okuyan herkes tarafından dehşetle izleniyor.
İşte bu noktada durup kendi yazdıklarıma ve çevremdeki başarılı sinema blogu yazarı arkadaşlarıma bakınca salt olarak gördüğüm şey samimiyet oluyor. Çünkü gidiyor, izliyor, yönetmeni inceliyor, önceki ve sonraki işlerini takip ediyor ve ondan sonra da o izlediği filmi buna göre kendi cenderesinde öğütüp bloguna yazıyor.
Tabii ki beğenmek yada beğenmemek sizin tasarrufunuzda ama unutmamak lazım ki; yazım yanlışı yapan ama fikirlerini kendince dile getirebilecek kadar içten olan bir blog yazarı, başka ellerle çekilen iplere göre oynayan ve yazan bir kukla haline getirilmiş yazardan daha değerlidir.
Bu yazıyı kesinlikle bir kişi yada kurumu nitelemek için değil, genel düşüncelerimi dile getirmek için yazdım. İçinde geçen bu tanımlamalar aslen sadece sinema merkezinde değil tüm konularda yaşanan bu karamizahı dile getirmek için hazırlanmıştır.
Ne zaman özgür, kendini başka kişiler tarafından yönettirmeyen, kendi düşüncesini, beğenisini, sinematografik bilgisini ortaya çıkaran ve sinema tarihine hakaret edercesine yapılan çalışmaları savunmayan yazarlar ortaya çıkarsa o zaman bu ülkede özgürlük, gelişmişlik ve özgür yazıları yazan basına güven duyacağım ve savunacağım.
Merhaba
Yazına katılıyorum ancak senden ayrıldığım bir nokta var. Bu ayrım gidilen yolla alakalı değil. Sanırım ben biraz daha geride duracağım aynı yolda :) Siz önden gidin ben arkadan gelenleri haklarım diyelim :)
Türkiye zaten yasakları devamlı yaşayan bir ülke. Takma isimle yazan oldukça çok yazar var. Yani sinema yazarları daha özgür bir ortamdan daha korkak bir ortama geçiş yapmadı ve eskiden beri görmezden gelinen filmlerin sayısı çok fazla. Hatta bence biraz iyileşme bile var.
Mesela seninle ortak bir duruşumuz var. Birkaç kişiyle birlikte sen ve ben de Melek Görgün, Mine Mutlu ve Arzu Okay gibi medya tarafından kullanılıp atılmış veya etiketler yapıştırılmış kadın oyunculara eğiliyoruz. Bizim basınımzıda 60lardan beridir Türkan Şoray aşağı Türkan Şoray yukarı yani olay öyle bir hal almşıki Hülya Koçyiğit bile neredeyse öteleniyor. Yani Türkiye’de zaten hep görmezden gelinilmiş ve devamlı sadece 3-4 kişi parlatılıyor. Bunu Türkiyenin nereden kopyaladığı belli: amerika… ama amerikada birde bağımsız sinema var…
Sorun belki yazarların cesareti ile de ilgili olabilir ve belki biraz daha geniş olunabilinilir ancak ben bu işin çaresinin bağımsız filmciliğin gelişmesi ile aşılabileceğini düşünüyorum.
Ne müziğimizde ne de sinemamamızda bağımsız sinema/müzik duruşu güçlü değil, müzikte biraz kıpırdanma var (baykuş,rakun,doublemoon) ancak diğer konularda bağımsız bir duruş olmadan yazarların belli bir çarkın dışına çıkmasına olanak olduğunu düşünmüyorum. Yani Bağımsız sinema ne kadar gelişirse ve takipçisi artarsa birileri görmezden gelemiyecek duruma gelecek ama bu bir süreçtir ve Türkiyede kimsenin böyle süreçlere ve uzun vadeli yaklaşımlara yanaşmadığı oratada. Tbai bir de işin kolayına kaçma sorunu var ki hiç girmeyelim o konuya.
Bağımsız sinemanın, alternatif olanın tek sakat noktası alternatifken dönen U2nun bonosu gibi olmak ama bu işin pixiesi, sonic youthu olmakta var. Yani samimiyetten ödün vermemek.
Bu bloglar ve gelişmelerin ileride çok daha farklı bir yenilik getireceğini düşünüyorum büyük gazetelerde yazan sinema yazarlarının ise basın ve medya kuralları karşısında çaresiz kaldıklarını düşünüyorum (birde oraya zaten öyle yazsın diye oturtulanlar var onlar konumuz değil). Bazen görmezden gelmenin yanı sıra tecrübe kazanmanın getirdiği sezgisel bir durumda olabilir.
Türkiye’de cesaret, uzun vadeli planlar ile birleştirilse ve sabır ile özveri biraraya gelirse düzgün gelişmeler yaşanabilinir.
Yoksa “sonunu düşünemeyen kahraman olamaz” gazıyla, ehm pardon cesareti ile yola çıkıldığı zaman birşey olmaz…. olmadığı da ortada zaten.
Güzel konu ve sağlam bir fikri jimnastiği, eline sağlık.
Utku Uluer’e katılıyorum fakat çok bilinen çok yinelenen bir kaç kelamı tekrarlamak istiyorum…
Popülerden uzaklaşayım diye kasım kasım kasılmam fakat hani şu hesapta Türkiye’nin çok okunan ve azımsanamayacak bir kısmının da yandaş medya adı altında sözde gazetecilik yaptığı bir kaç markanın altında sinema yazarlığı yapan -ve büyük bir kısmı da popüler sinema takipçilerinin referans noktasını oluşturan- yazarların yazılarına baktıkça ağlayasım geliyor adeta!
Artık olay tamamen mekanik bir hal almış – ki almaması garip olurdu zaten- Şu şekilde işliyor mekanizma çoğu yazarda, Basın Gösterimine Git + İki laklak et + icaben her galaya damla + ye iç eğlen = sonra da 2 satır karala (ki bu satırların ne kadar isteksizce karalandığı ortada)
Bloglarda yazarlık yapan arkadaşların pek çoğunun, yazmak dışında pek çok meziyeti var. Hani buranın kadrosunda yer aldığım için söylemiyorum bunu ama Öteki Sinema da böyle birbirinden değerli yazarlar barındırıyor bünyesinde. Fakat hayatında yapabileceği tek mesleğin sinema yazarlığı olduğunu iddia eden yazar büyüklerimizin nedense büyük bir kısmı 2 laf arasına 1 satır mantığı ile her hafta aynı basmakalıp yazılarla karşımıza çıkıp nanik yapmaları da artık terbiyesizlikle iştigal ediyor.
Benim sıkıntım yukarıdaki yazının sıkıntısının biraz uzağında kaldı ama bunun da dile getirilmeye değer olduğunu düşünüyorum. Zaten sinema yazarlarına -ya da sinema hakkında yazanlara ikisini de tek kümeye sokmayalım bence- alınmış bir tepki varken bir de bazı sinema yazarlarının böyle kolaycılığa kaçması ve aynı nakaratı her filme yapıştırması da korkunç bir durum diye düşünüyorum.
Nitekim sinema hakkında yazmak, üretilenin üzerine yeni bir kat inşa edebilmek kolay bir iş değil. Bizde daha ziyade ortadaki eser iyi ya da kötü olsun farketmez, eleştiri yoluyla kendi reklamını yapmak da bir meşrep olmuş adeta!
Fakat artık gözle görünür bir gerçek var ki genç sinema izleyicisi bu klişeye tekabul eden yazıları okumaya tenezzül bile etmiyor. Ne de olsa bu yazarların da sunduklarını ya da muhattap kitleyi dikkate aldığına inanmıyorum artık. Blog yazarları ya da sözlükler bu konuda daha fazla ciddiye alınıyor diyebilirim.
Örneğin etrafımdaki insanlara film önerdiğim vakit ilk etapta bunu sözlüklerden araştırıyorlar. Haksızlar mı? Kesinlikle değiller! Herhangi bir sözlük takipçisi değilim fakat sözlüklerin pek çok cevher taşıdığını ve pek çok yazarın ayakta alkışlanmaya değer olduğunu da kimsenin inkar edebileceğini sanmıyorum.
Daha kaba bir tabirle şöyle söylemekte fayda var, sözlüklerdeki en “tırt” yorumların, örnek verdiğim sinema yazarlarının en dallı budaklı ve yıkamalı yağlamalı yazılarından daha eğlenceli olduğunu düşünüyorum.
Değerli dostum, meslektaşım, kardeşim,
Gerek yukarıda (Türk sinema yazarlığı arenasındaki çok önemli bazı meselelere neşter vuran) esaslı yazın, gerekse aynı yazının içinde bana ve sinema kültürü oluşturma yönündeki çabalarıma ilişkin samimi iltifatın için ben de sana aynı samimiyetle teşekkürümü sunuyorum.
Bu konuda benim de söyleyeceğim bazı acı sözler, tespitlerine yapacağım bazı somut katkılar vardı. “Dı” diyorum, çünkü büyük bir talihsizlik sonucu, site üzerindeki kutucuğun içinde uzunca bir yorum yazısı yazdıktan sonra, ansızın yanlış bir tuşa basarak hepsini sildim süpürdüm. Öfkem geçtikten sonra bu sayfaya yeniden dönüp konuyla ilgili düşüncelerimi bir kez daha dile getirmeye çalışacağım. O zamana kadar bu teşekkür mesajını tadımlık bir not olarak kabul et lütfen…
Bu arada, uzun yorumlar girecek diğer arkadaşların da kulağına küpe olsun benim hatam… Yorumlarınızı önce başka bir word sayfasında yazıp oradan buraya aktarmak çok daha akıllıca oluyormuş. Bugün, önce Tersninja’da, sonra da burada benzer bir hatayı iki kez üstüste yaptıktan sonra aklım başıma gelmiş bulunuyor.:)))
Değerli dostum… Ve bu sitenin yazar ailesi içindeki diğer dostlarım…
Gerek yukarıdaki nefis analiz, gerekse o yazının içinde bana ve emeklerime gönderilen selam için gönülden teşekkür ederim.
Hayatım boyunca yalnızca bir kez bir filmin PR çalışmalarına yandan yandan katıldım. O film de “Hür Adam”dı ve ben anılan filmin tanıtımına ilişkin bugüne kadarki bütün çabalarım karşılığında filmin yapımcılarından bir adet “Adana kebap” yemiş durumdayım. O da yapımcı-yönetmen Mehmet Tanrısever’in ofisine konuk olduğum, PR faaliyetinin başlamasından daha önceki bir günde…
Bugün herhangi biri benden almak istese, “Hür Adam”ın yönetmeninin cep telefon numarasına bile sahip değilim. Gerekli olduğunda, şirketinin santralini arayarak mesaj bırakıyorum. Olayla maddî bağım da ancak bu kadardır.
Yazımın başında bu örneği niye verdim? Hayatta içine dahil olduğum tek film tanıtım operasyonunda uygulamaya koyduğum ilk şey, “Yazılı basın, görüntülü basın, internet basını ayrımı yapmaksızın”, bundan da önemlisi “sosyalist yazar, ulusalcı yazar, İslâmcı yazar, milliyetçi yazar, dinli yazar, dinsiz yazar” demeden, bu memlekette sinema sanatı ve endüstrisine emek veren, ülkedeki toplam seyirci sayısı ve seyircilerin niteliğinin yükseltilmesine katkıda bulunan bilâ istisna herkesi son derece dostça bir davet mektubuyla filmin basın gösterimine topluca davet etmekti. Bu olay bütünüyle benim fikrim ve projemdi ve son derece de başarılı oldu.
http://yenisafak.com.tr/Sinema/?t=30.01.2011&i=294433
O gün sen dahi onca işine gücüne karşılık ta İzmit’ten geldiğin gibi, sırf bana yönelik trip yapan bir kaç isim haricinde 300 kişilik salon, daha önce pek az filmde görüldüğü şekilde ağzına kadar sinema yazarlarıyla doldu. Normal koşullarda İstanbul’da bir basın gösteriminde 30-40 kişi ya olur, ya olmaz. Pek çok film için de blog ve site yazarlarına davetiye gönderilmez. Bu gösterilere gelip, sinema kapıasında sabahın köründe bazı yetkili tiplerle itişip kakışan arkadaşlar görürdüm basın gösterimlerinde… Bu tür manzaralar da (o arkadaşlarla meslektaş olan biri sıfatıyla) beni her zaman deli etmiştir. Ki bir kaç kez bu yaklaşımdaki film dağıtıcılarıyla bizzat kavgaya tutuşmuşluğum da vardır.
Belki hatırlıyorsun, belki de hiç görmedin. Ben, bu memlekette, internet site ve blog yazarlarının, dijital dergi yayıncılarının sinema medyasının çok önemli (ve değerli) bir kesimini oluşturduğunu yazan ilk ulusal medya mensubuyum.
http://yenisafak.com.tr/Sinema/?i=177994
Yukarıdaki yazı haricinde de son yıllarda pek çok kez dile getirdim bu konuyu… İnternet artık sosyal etkinlikte baskılı sinema dergilerinin çok ötesine geçmiş bir güçtür ve “Öteki Sinema”, “Tersninja”, “Sadibey”, “Sinematik”, “Sinematürk”, “e-kolay sinema”,”Beyazperde” gibi siteler en az bir gazetenin sinema sayfası kadar ciddiyetle takip ediliyorlar. Üstelik, daha da güzeli, buralarda yazan arkadaşlar ulusal medyadaki “kıdemli” meslektaşlarına göre çok daha demokrat, alt ve alternatif türler noktasında çok daha bilgili, indie ya da B sinemaya daha hakim, statükocu bir duruşa karşı daha mesafeliyken her alanda yenilikçi bakışlara da çok daha açık kişiler…
Hâl böyleyken, yazılı basında belli bazı köşeleri tutmuş olan dinozor yazarlar, bu dipdiri kuşak karşısında modalarının nasıl süratle geçtiğinin bir türlü farkına varamıyorlar.
Her meslek grubu gibi sinema yazarlığı da zaman içinde evrilmek, daha iyiye ve doyurucu olana doğru dönüşmek durumundadır. Bundan yirmi yıl önce Türk polisi kimlik kontrolü için kahvehanelere girdiğinde “Kimlikleri çıkarın lan!” diye bağırırdı. Şimdi, yükseköğrenimli ve genç kuşak polisler trafikte araç durduklarında önce “İyi akşamlar” diyorlar. Karakollardaki falaka fasılları da neredeyse yok olma noktasına geldi.
Ülkenin polisi bile değişirken, bizim (büyük kısmı SİYAD’da babalarının çiftliği gibi kümelenmiş olan) Ortodoks-ulusalcı sinema yazarları ise asla değişmiyor! Değişime direndikleri gibi, çağın yeni yazı-yorum dilini kullanmaya niyetlenenleri de kendi çaplarında aforoz ediyorlar.
Yıllardır kendi kendilerine çalıp oynayan bu içe dönük kitlenin bana hatırlattığı ilk şey, tarihteki ünlü ‘Engizisyon Mahkemeleri’dir.
Türkiye’de –masonlar hariç- başka hiç bir dernekte görülmemiş “iki kıdemli üyeden kefalet alma” sistemiyle yeni üye kabul ederek, saflarını mümkün olduğunca sıkı tutmayı ve oluşturdukları ruhban sınıfının içine kolay kolay yeni insanları kabul etmemeyi amaçlıyorlar.
Oysa, eğer ki bu insanların çoğunluğunun kalbinde gerçek bir sinema sevgisi ve tutkusu olsaydı, sizi temin ederim, benim gibi yolunda yalnız başına ilerleyen bir garibe şimdiye kadar üç-dört tane övünç madalyası takmaları gerekirdi!
2000′li yılların başında, o günlere kadar kesintili bir biçimde ilgilendiğim sinema yazarlığına tam zamanlı girme kararı alıp gazetede düzenli editörlük görevi üstlendikten sonra bakın neler yaptım:
1) Kuruluşundan itibaren tam 10 yıl boyunca sinema sayfası olmayan bir ulusal gazetede (Yeni Şafak), çok daha önemli / havalı bir pozisyonu (Yazı işleri müdürlüğü) ve daha iyi bir maaşı reddedip, “Bizim, muhafazakar cenah olarak, daha fazla günlük politikaya değil, daha fazla kültür ve sanata ihtiyacımız var” yaklaşımı içinde sinema sayfası kurmayı tercih ettim. Bu tercih de beni yazı işlerinde esaslı bir maaştan, yanısıra da sıcak haber dairesinin içindeki pek çok meslektaşımın yararlandığı tonla cazibeli imtiyazdan (örneğin sıklıkla gelen yurt dışı gezi davetleri) etti, fakat bunları kendime hiç dert etmeyerek muhafazakâr kesimde sinema sevgisi, ilgisi ve bilincinin gelişmesi adına bu “ölü bölge”ye dalmayı tercih edecektim.
Sonuçta neler oldu? Benim 2005’te Yeni Şafak’ta sinema sayfası kurduğumu ve bu yeni sayfayı da kısa sürede tutturduğumu gören bir sürü milliyetçi-muhafazakâr gazete, sırf bu çıkışımdan destek alarak sinema sayfaları tahsis ettiler, buralarda bir sürü genç kalem heyecanlı yazılar yazmaya başladı. O güne kadar ne güncel sinemaya, ne de sinema tarihine hiç bir ilgisi olmayan sağ cenahta “sinema-TV muhabirliği/editörlüğü” diye yeni bir iş kolu oluştu. Bizim kesimin medyasını incelerseniz, milliyetçi muhafazakâr sağda sinemaya yönelik bu coşkulu ilginin rahatlıkla 2005’den önce-2005’den sonra diye ikiye bölünebildiğini görürsünüz. Bu trendin -büyük ölçüde- sebebi Yeni Şafak sinema sayfasıdır. Sırf sağ medyada sinemaya yeni bir yaklaşıma ve buna ilişkin yeni yeni platformların oluşmasına öncülük etiğim için bile, benden nefret eden bu arkadaşların ilk madalyamı vermiş olmaları gerekiyordu.
2) Ardından, seyirciyi biçimlendirmek ve sinemayı ciddiye almasını sağlamak üzere, son 6 yıl boyunca canhıraş bir mücadele verdim. Bugüne kadar “Sinema günahtır”, “Sinema boş iştir”, “Sinema bütün günahların atasıdır” diyen kocaman bir sosyal kesimi ilk kez sinemaya gitmeye, bu sanatın içinde (en azından tüketici olarak) bulunmaya doğru kışkırttım. 2000’lere kadar sinema ekonomisinin içinde asla olmayan, bu katılımı şiddetle reddeden 2-3 milyon dolayında yeni “müşteri”, sinema salonlarına sürekli ya da aralıklarla gitmeye başladı, bu insanlar bilet kestirdiler, VCD-DVD satın aldılar, popcorn satın aldılar, sinemaya giderken gelirken minibüs-dolmuş-taksi parası ödediler, yollarda yemek yediler, velhasıl ceplerindeki paralarla ve zamanlarıyla sektörün işleyişine aktif olarak dahil edildiler. Sadece son örnek “Hür Adam” bile bu durumun bana verdiği gururu ifade etmeye yeter. “Hür Adam”ı salonlarda izlemeye gitmiş bir milyonu aşkın insanın ezici bir çoğunluğu, bugüne kadar sinema salonuna hiç adım atmamış kişilerden oluşmaktadır. Bu insanlar, sinema denilen o büyülü ortamın tadını aldıklarında hiç kuşkusuz ki yine gidecekler, yine harcamalar yapacaklar ve bu endüstrinin zinde tutulması çabalarına onlar da dahil edilmiş olacaktır. Sektöre durduk yerde kattığım bu yeni izleyici profili için de ikinci bir övünç madalyasını hak ettiğimi düşünüyorum.
3) Üçüncüsü, sinema konusunda acınacak bir bilgi düzeyinde debelenen muhafazakâr cenahı, elimden gelen her yöntemle, radyoda, televizyonda, yazılı medyada, internette, bire bir konuşmalarla eğitmeye ve onları çok daha rafine bir sinema beğenisine doğru yükseltmeye çabaladım. Bugün, Mesut Uçakan’ın 20 yıl önceki filmlerini beğenmeyen, 3 milyon dolarlık “Hür Adam”da bin tane kusur bulan bir milliyetçi/muhafazakâr gençlik kitlesi var ise bunun sebebi yine benim beğeni çıtasını yükseltme yönündeki çabalarımdır.
Velhasıl, seyirci profilinin gelişmesine yönelik samimi katkılarım için de bana üçüncü bir övünç madalyası vermeleri gerekiyordu.
Fakat, sosyal etkisi cesametli adının yanında artık neredeyse bir cüceye dönüştürülmüş olan o dernekte bir tür ruhban sınıfı oluşturararak klanlaşan sevgili meslektaşlarımızın hayatı yorumlama tarzları, sinemanın ideolojik yapısına yönelik bakışta böyle bir esnekliğe ve hoşgörüye asla izin vermemektedir. Onların felsefesi “Küçük olsun, bizim olsun” felsefesidir. Mahsun’un son filmine ve genel olarak Mahsun gibi sektörün davetsiz misafirlerine karşı sergiledikleri hoyrat tavırlar da bu insanların Türkiye’de sinema sanatının/bilgisinin/endüstrisinin gelişmesi için öyle aman aman bir tasalarının bulunmadığının en açık kanıtıdır.
Onların “Hür Adam”a bakışını, ben (endüstrinin seyirci ihtiyacını göz önüne aldığımda) “Kutsal Damacana”ya, “Recep İvedik”e bile sergilemiyorum. Bu düşük profilli filmlerin de endüstriye önemli bir hareket ve bereket getirdiğinin bilincindeyim çünkü…
SİYAD, bugünkü Ortodoks yapısı içinde daha uzunca bir süre dayanabilecek türden bir meslek örgütü değildir. Öyle ki meslekî bezginlikleri, sektörlerindeki farklı renklere yönelik ilgisizlikleri basın açıklamalarına bile yansıyor. Biri Cafer Penahi’nin tutuklanmasını protesto eden deklarasyonları, diğeri de 43’üncü ödüllerinin aday listesini duyuran deklarasyonları olmak üzere, yakın zamandaki her iki duyurularını gazetemin internet sitesinde yayımlamadan önce düzinelerce imlâ hatasını düzeltmek, o savruk metinleri “insan içine çıkacak hâle getirebilmek için” saatlerce derleyip toplamak zorunda kaldım. Bu, Türkiye’de sinema alanında yüksek bir uzmanlığı temsil eden elit bir kitleye kesinlikle yakışmayan türden bir özensizlik gösterisidir.
SİYAD’ın, “Has adamlarım dışındakileri asla tanımam” şeklinde özetlenebilecek bu Ortodoks yapısından mümkün olan en kısa süre içinde sıyrılıp, kendi içinde “İnternet sinema yazarları/editörleri”, “Günlük gazete sinema yazarları/editörleri”, “Haftalık/aylık dergi sinema yazarları/editörleri”, “Radyo-TV Sinema Programcıları/editörleri” gibi alt çalışma grupları kurarak, Türkiye’de sinemaya emek veren her kategorideki medyanın temsilcilerini eşit bir düzlemde kollayıp kucaklayacak yepyeni, demokratça bir yapıya kavuşturulması gerekmektedir.
Bu derneğin üyeleri arasında, son sinema yazısını 2-3 yıl önce yazmış kişiler varken, “Öteki Sinema”, “Milli Gazete”, “Sinematik”, “İkinci Perde”, “Yeni Şafak”, “Özgün Duruş”, “İhsan Kabil”, “Yusuf Kaplan”, “Mahmut Nedim Hazar” gibi ülkede sinema heyecanını capcanlı bir şekilde yaşayan/yaşatan kişiler, siteler ve gazeteler oralarda temsil edilmiyorlar. SİYAD’ın bırakın başvurana bin türlü naz yapmayı, bu alanda oturup kendisinin ayrıntılı bir liste hazırlaması ve “Arkadaşlar, hepimiz aynı bahçedeyiz. Siz de bizim gibi sinemaya emek veriyorsunuz, o yüzden sizleri de derneğimize üyelik başvurusu yapmaya davet ediyoruz” diyerek özel daveti mektubu göndermesi gerekmektedir. Böylelikle, SİYAD da 85 kişinin yılda bir kez bir araya gelirken bile zorlandığı hantal bir yapı olmaktan 300 kişinin cıvıl cıvıl bir çok sesliliği yaşattığı çok daha hareketli bir meslek örgütüne dönüşecektir.
Tabiî, bu kararı almak “cesaret”, “özgüven” ve “tahammül” gerektiriyor. Gösterime giren her film hakkında neredeyse birbirinin aynı düşünen o 85 kişi, bakalım “farklı düşünen” birilerine tahammül edebilecek mi?
Edemezler, edemeyeceklerini biliyorlar, bunun için de hiç bir yenilikçi yaklaşıma imza atmıyorlar.
Bu yüzden de Türkiye’de sinema yazarlığı, yeni bir film eleştiri dili kurma, kalıpların dışına çıkma, farklı seslerle heyecan ve renk kazanan bir ortama dönüşme şansını hiç bir biçimde yakalayamıyor.
Ağzımdan çıkan her “farklı” sözü öfkeyle karşılayan bu kitle, tek başıma bile onların hükümranlığını nasıl sarstığımı gördükçe kâbuslar görüyor.
Rahmetli babamın kaba saba, fakat bu gerçeği olanca yalınlığı içinde dile getiren bir sözü vardı:
“…tüne güvenen, rakip sahibi olmaktan korkmaz.”
Ben hiç korkmuyorum mesela, sektöre giren her yeni meslektaşımın beni de hizaya getiren, daha iyi işler ortaya koyma noktasında kışkırtan bir “tahrik vesilesi” olduğuna inanıyorum. Meslekî rakiplerime böyle bakınca da rekabet ve üretim ortaya çıkıyor.
Sinema yazarlığı, öyle bundan 20-30 yıl önce olduğu gibi, çok özel ve elit mensuplarıyla dar bir çerçevede icra edilen bir meslek değil, çalışan bir kafası, bir klavyesi ve yazacak bir internet sitesi olan herkes her istediğini yazıyor. Belki bu kişilerin hepsi çok dolu dolu yazmıyor, fakat internet dolu dolu yazan insanların da ortaya çıkmasına vesile olan bir mecrâya dönüştü.
Ayda 3 bin satan bir sinema dergisinin yazarını “yazar” sayıp, günde 3 bin kişi tarafından ziyaret edilen bir sinema sitesinin yazarına ise “heveskâr çoluk çocuk” muamelesi yapmanın ciddiye alınır bir tarafı kalmamıştır. ABD’de, yeni filmlerin afişlerine ve fragmanlarına internette ünlenmiş sinema yazarlarının övgü cümlelerini alıyorlar artık…
Hem meslek örgütlerimiz hem de sektörümüzün yapımcı ve dağıtıcıları, kendilerini ya gelişen teknoloji ve demokrasiyle gelen bu gibi yeni oluşumlara yumuşak bir biçimde adapte ederek yola başarıyla devam edecekler, ya da yerlerinde saymaktan dolayı bütün itibarlarını kaybedecekler.
Bizim sektördeki bu yoğun statükoculuğu izledikçe, şeklen bir “muhafazakâr” olarak, gerçekte kimin “ilerici” kimin “muhafazakâr” olduğu noktasında ciddi ciddi kuşkuya düşüyorum doğrusu…
Bir “Öteki” olarak, bütün “Öteki Sinema”cılara saygılarımı sunarım.
yazarın ve yorumcuların çoğu sözüne katılmakla beraber bütün yazılanların bana ayrı bir cesaret verdiğini de belirtmek isterim. ben de kendi çapımda, dairemde, çevremde bir şekilde sinema ile ilgilenmeye çalışıyorum.
sanırım Ali Murat Güven’in söylediği şu sözler söylenenleri toparlar nitelikte:
“Sinema yazarlığı, öyle bundan 20-30 yıl önce olduğu gibi, çok özel ve elit mensuplarıyla dar bir çerçevede icra edilen bir meslek değil, çalışan bir kafası, bir klavyesi ve yazacak bir internet sitesi olan herkes her istediğini yazıyor. Belki bu kişilerin hepsi çok dolu dolu yazmıyor, fakat internet dolu dolu yazan insanların da ortaya çıkmasına vesile olan bir mecrâya dönüştü.”
saygılar sunarım.