Arthur Schopenhauer, İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya (Die Welt als Wille und Vorstellung) adlı çalışmasının sanatın nesnesini (Platonik idea) incelediği bölümde hem etkisinin muazzamlığı hem de “insan ideasını” ortaya çıkarmanın zorluğu açısından edebiyatın zirvesi olarak “trajedi”yi gördüğünü belirtir. Schopenhauer’e göre trajedi, “en yüksek seviyedeki şiirsel eser”dir ve amacı, yaşamın korkunç yönünü temsil etmesidir. Trajedide bize sunulan şey; tarifsiz ızdıraplar, insanlığın inleyişleri, kötülüğün zaferi, talihin alaycı hükümranlığı ile haklının ve masumun ümitsizce yıkılmasıdır.
Schopenhauer, trajedinin büyük bir felaketi sunma açısından üç yol benimsediğini öne sürer: Birinci yolda/yöntemde yıkım, bir karakter aracılığı ile gerçekleşir; bu karakter imkân dahilinde olanın uç noktalarına kadar giden sıra dışı bir kötülüğe sahiptir ve felaketin de müsebbibidir. Buna Shakespeare’den III. Richard, Othello‘daki Iago, Venedik Taciri‘ndeki Shylock’u örnek gösterir. İkinci yolda felaket, kör/kara talih, yani tesadüf ve yanlışlık yoluyla gerçekleşebilir. Bu kategoriye örnek olarak Sophokles’in Kral Oidipus‘unu ve Shakespeare’in Romeo ve Juliet’ini verir. Son olarak da trajedi, “sadece insanları karşılıklı birbirleriyle konumlandırarak, ilişkileri yoluyla da sunulabilir; böylece herhangi korkunç bir hataya ya da duyulmamış bir kazaya ve hatta kötülüğü insani sınırları zorlayan bir karaktere ihtiyaç kalmaz. Bunun yerine, gündelik durumlarda, ahlaki açıdan sıradan karakterler birbirlerine karşılıklı olarak yerleştirilirler ve bu yerleştirme öyle şekilde olur ki, bu kişilerin içinde bulundukları durum, bu kişilerden herhangi biri bilerek ve açıkça adaletsiz konuma düşmeden birbirlerine büyük kötülükler getirmelerine vesile olur”, diye belirtir ve bu son türden trajediyi, ilk ikisine kıyasla açık ara üstün gördüğünü ekler ve Goethe’nin Clavigo Kardeşler adlı eserini örnek gösterir.
Schopenhauer’e göre bu tür (üçüncü yolu/yöntemi içeren trajedi türü), “bize en büyük felaketin bir istisna, nadir durumların veya canavar karakterlerin ortaya çıkardığı bir şeyler olmadığını, daha ziyade kolaylıkla ve kendiliğinden insanların davranışları ve karakterlerinden doğduğunu, hatta bunun neredeyse tamamen insana has ve dolayısıyla da korkunç derecede yakınımızda olduğunu göstermektedir… Bu son tür trajedide, mutluluğu ve yaşamı yok eden güçlerin bize çıkan yollarının her daim açık olduğunu görürüz; kaderimizin de bir parçası olduğu karmaşanın getirdiği ızdırapları, bunların bizim de icra edebileceğimiz eylemlerle ortaya çıkabileceğini ve dolayısıyla da adaletsizlikten şikâyet etme hakkımızın olmayışını görürüz. İşte o zaman ürpererek zaten bir cehennemin ortasında olduğumuzu duyumsarız.”
Yukarıdaki ayrımı sinema tarihinin dram yönü barındıran eserlerine tatbik edersek ilk yol/yöntem için Se7en (Yedi, 1995), No Country for Old Men (İhtiyarlara Yer yok, 2007) gibi filmleri örnek gösterebiliriz; seri katil filmlerinin bir kısmı bu bölüme dahil edilebilir. İkinci yola en güzel örnek “kaderin cilvesinin” etkin bir rol oynadığı melodramlar ve kara filmler olsa gerek: Awaara (Avare, 1951), Detour (1945), Out of the Past (Maziden Gelen, 1947), ilk aklıma gelenler. Üçüncü yol ise daha çok çatışmaya dayalı bir anlatıyla insan ruhunun karanlık taraflarını ortaya çıkaran dramalarda karşımıza çıkar. Bugünkü yazımızın konusu da bu tip dramaların tuhaf ama dikkat çekici iki örneği… Hadi başlayalım.
Geçen ay Henry Silva yazısı üzerinde çalışıyordum ve ustanın birçok filmini seyretmediğimi fark edince o filmler hakkında yazılanları okudum, kendimce bir liste çıkardım, yarıya yakınını bulup seyrettim. O seçkinin içindeki Shoot (İlk Kurşun, 1976) adında enteresan bir filmin zihnimde uyandırdığı düşünceler Walter Hill’in Southern Comfort’ının (Ölüm Bataklığı, 1981) bende bıraktığı izlenimle birleşti. Her iki filmde de silahlı bir grup silahlı başka bir grupla ormanda karşılaşır. Başka türlü de sonuçlanabilecek bir olay, basit hatta gereksiz bir hamle nedeniyle korkunç bir trajediye yol açar. Saniyeler içinde alınmış bir karar büyük bir dramı tetikler. Southern Comfort’taki açılan ilk ateş ve o ateşe verilen karşılık nedeniyle beyni uçurulan insan fikri Shoot’tan alınmış gibidir. Temalarda bir örtüşme görülse de her iki film birbirinden farklı bir seyir izler, her iki film de anti-militaristtir ama Shoot ayrıca bireysel silahlanma karşıtı gibi de durmaktadır. Shoot ABD’de çok az salonda gösterime girer; bilmiyorum, doğru mu ama filmin yıldızlarından Ernest Borgnine otobiyografisinde, ülkede çok güçlü bir lobiye sahip olan National Rifle Association’ın (Ulusal Tüfek Birliğini) dağıtımcıya rüşvet vererek bunu sağladığını öne sürüyor. Yapımcıdan öyle duymuş.
Walter Hill’in Southern Comfort’ı, literatürde Hillbilly Horror/Terror (Köylü/Kırsal Korkusu/Terörü) diye anılan bir alt-tür anlatısını Vietnam alegorisi inşa etmek için kullanır. “Hillbilly” sözcüğü, Amerikan İngilizcesinde kırsalda/dağda/ormanda (genelde ABD’nin güneyinde) yaşayan, eğitimsiz köylü, çiftçi ve ormancıları aşağılamak amacıyla kullanılan argo bir terim. Tabii burada yabancı düşmanlığı, ırkçılık (beyaz ırkın üstünlüğüne inanma), dışa kapalılık, silaha ve şiddete düşkünlük, kabalık ve cahillik gibi belli başlı özellikleri olan beyazların kastedildiğini unutmamak gerekir. ABD bu bakımdan çok karanlık bir geçmişe (linçler, toplu kıyımlar, kan davaları vs.) sahip olduğu için köylü-kentli, modern-geleneksel dikotomilerine dayalı bu tip argo genellemeleri çok yaygın. Neyse, bu gerilimden beslenen bir film alt-türü var, şimdi bunun biraz geçmişine gidelim.
Rob Zombie’nin House of 1000 Corpses (Cesetler Evi, 2003) ve The Devil’s Rejects’i (Vahşet Çetesi, 2005) ile Rob Schimdt’in Wrong Turn’üne (Korku Kapanı, 2003) gelene kadar bu konuda (hillbilly horror) onlarca film çekildi ama işin kökleri çok daha gerilerde.
Seri katil Ed Gein’in 1957’de yakalanması ve dava sürecinde yaptığı korkunç şeylerin ifşa olması ülke çapında infiale sebep oldu. Gein’den esinlenen Robert Bloch 1959 tarihin Psycho adında bir gerilim romanı yazdı, roman akabinde sene Alfred Hitchcock tarafından aynı adla (Psycho/Sapık, 1960) sinemaya uyarlandı.
Bugün Güneyli Gotiği (Southern Gothic) adı verilen edebi türün geçmişi Edgar Allen Poe’ya (ve sonrasında William Faulkner’e) kadar uzanır ama kırsalı hatta bazen sayfiyeyi bir tehdit olarak gösteren filmler Herschell Gordon Lewis’in Two Thousand Maniacs!’ı (1964) ile başlamıştır diyebiliriz. Aslında Two Thousand Maniacs!, ilhamını Vincente Minnelli’nin Gene Kelly’li müzikali Brigadoon’un (1954) dehşet verici öğelerle zenginleştirilmiş bir uyarlamasıydı; Lewis’in başarısı, buna Güneyli Gotiği sosu ekleyip istismar filmine dönüştürmekti. Ardından Russ Meyer’in Mudhoney’si (1965), Byron Mabe’in The Bushwhacker’ı (1968) ve Dennis Hopper’ın Easy Rider’ı (1969) geldi. Köy-kent çatışması ekseninde değerlendirilebilen bu gerilim türü çok geçmeden Avrupa’ya sıçradı, And Soon the Darkness (1970) ve Sam Peckinpah’ın fırtına koparan Straw Dogs’u (Köpek, 1971) buna örnek verilebilir.
Henry Silva’nın oynadığı TV filmi Black Noon (1971) da Güneyli Gotiği’nin ilginç bir örneğidir. John Boorman’ın Deliverance’ı (Kurtuluş, 1972) eleştirmenler nezdinde büyük sükse yapmakla kalmadı, gişede de önemli bir başarı gösterdi. 1974’te Ed Gein’in yaşamını temel alan Deranged: Confessions of a Necrophile çekildi. Sonra sahneye bu alt-türün kralı Tobe Hooper çıktı. Ed Gein öyküsünün yenilenmiş ve genişletilmiş bir versiyonu olan The Texas Chainsaw Massacre (1974), 30’lu yıllar boyunca öldürdüğü kadınları barında sergilediği canlı timsaha yem ettiği düşünülen seri katil Joe Ball’un (1938’de tam tutuklanmak üzereyken intihar etmiş) hikâyesinden esinlenerek yapılan Eaten Alive (1976) ve ardından gelen -Amerikan tarihinin en karanlık öğeler içeren yargılamasını esas alan- Salem’s Lot (Salem Kasabası) serisiyle (alt-)türe inanılmaz bir ivme kazandırdığını söyleyebiliriz. The House by the Lake (1976), The Hills Have Eyes (1977) ve I Spit on Your Grave (1978) gibi çarpıcı filmler 1970’lerin ikinci yarısından dikkat çekici örneklerdir.
Peter Fonda ve Jack Nicholson’lı Easy Rider, Dustin Hoffman’lı Straw Dogs, John Boorman’ın Deliverance’ı (Kurtuluş, 1972), Tobe Hooper’ın The Texas Chainsaw Massacre’ı (Teksas Katliamı, 1974) ve Wes Craven’ın The Hills Have Eyes’ı (1977) bu akımın en önemli filmleri kabul edilmektedir. Daha sonra çekilen ve benzer temaları esas alan birçok film bunlardan az-çok etkilenmiştir.
Kırsalda/ormanda/dağda yaşanan terörün mahiyeti açısından demin adını saydığım başyapıtlara ilaveten iki favori filmim var. Bunlardan biri en başta adını saydığım Southern Comfort, diğeri de Hal Holbrook’un oynadığı Rituals (1976). Rituals hakkında Murat Kızılca güzel bir yazı yazmıştı, sitemizde mevcut. Deranged: Confessions of a Necrophile (1974), The House by the Lake (1976) ve Shoot (1976) ile Canuxploitation (Kanada istismar sineması) içinde kabul edilen Rituals (1977) da silahlı kuvvetlerle ilgili bir alt metin içerir ama Southern Comfort çok daha doğrudan konuya girer. Southern Comfort Vietnam alegorisi içeren benzersiz bir “hillbilly horror”dır, yani Rob Zombie’nin House of 1000 Corpses’ında dendiği gibi, “belki de kırsala gitmek pek iyi bir fikir değildir” temalı bir film. Southern Comfort’ta orman köylüleri Ulusal Muhafızları (National Guard) “burası bizim toprağımız, (sizi yok etmek için) başka bir gerekçeye ihtiyacımız yok” diyerek öldürürler, tabii bu faciayı bir askerin saçmalığı tetiklemiştir ama bir karakter (“Trapper/Tuzakçı”, muhteşem Brion James) bunu bizzat dillendirince, kanoları izinsiz almamış olsalar ya da o tetik-düşkünü çaylak asker ateş etmeseydi de bir ihtimal onları katledeceklerini düşünüp dehşete düşeriz.
Bir başka “Ulusal Muhafız filmi” Shoot’ta ise insanı dehşete düşüren şey, hunharca işlenen katliam değildir, tüm arkadaşları/adamları katledilen (muhtemelen kendisi de ölmek üzere ya da sakat kalmış olan) Cliff Robertson’ın canlandırdığı karakterin/komutanın yaşananlardan hiç ders almamış ve zerre kadar pişmanlık yaşamıyor olmakla kalmayan, üstüne bir de hâlâ kibrin zirvesinde gezdiği izlenimi veren son sözleridir: “Keşke hep birlikte geriye (geçmişe) dönüp doğru olanı yapabilseydik; keşke oraya ilk giden biz olsaydık, o zaman o piçleri parçalarına ayırabilirdik.”
Shoot (1976) ve Southern Comfort (1981) sinemada paramiliter (yarı-askerî) trajediye yetkin birer örnek teşkil ediyorlar. Her iki filmde de birini öldürmek ya da birine eziyet etmek için açlık çeken bireyler var (Schopenhauerci anlamda söylersek “istemesine gem vuramayan”), çok sayıda insanın mahvıyla/ölümüyle neticelenen bir trajediyi bu sıradan insanların anlık karar-almaları tetikliyor. Her iki filmde de varoluşsal bir çıkmaz vardır. Karakterler akletmekten uzaklaşıp doğalarının gerektirdiği şekilde davranıyorlar, içgüdülerine yenik düşüyorlar. Yani Kantçı manada söylemek gerekirse negatif özgürlüğün (doğa yasaları tarafından belirlenmeyen özgürlük) yokluğu felaketi tetikliyor. İnsandaki muhakeme yetisinin yerini bir anda (primordial) hayvani güdüler alıyor. Bu bağlamda her iki filmde de ahlak (yasası) noksanlığından söz edebiliriz, her iki filmde de cehennemi insanlar bizzat yaratırlar, dışsal ya da doğaüstü bir etki söz konusu değildir. Sıradan insanlar sıradan bir günde cehennemi yeryüzüne indiriverirler, hepsi bu. Shoot’ta Zeke (Henry Silva) anlık bir kararla, arkadaşına ateş eden kişiyi alnının ortasından vurmakta beis görmez. Bam! Aynı durum, Southern Comfort için de geçerlidir.
Southern Comfort’ta ilk kurşunu Ulusal Muhafız Stuckey (Lewis Smith) atar, köylüler buna muhafız birliği komutanının beynini uçurarak cevap verirler ve cehennemin kapılarının açıldığını anlarız. Daha sonra ilk Rambo (First Blood, 1982) filmi de benzer temalarla ilerleyecektir, filme kaynak teşkil eden David Morrell romanıyla filmi çeşitli açılardan kıyaslayan kapsamlı bir inceleme yayımlayacağım için burada o konuya değinmekle yetiniyorum.
Sonuç olarak, tarifsiz ızdırapların, kötülüğün zaferinin ve masumun ümitsizce yıkılmasının filmi olan Shoot ile Southern Comfort insan yapımı trajedileri anlatırlar. Bu iki filmi temelde dramatik kılan şey, neler döndüğünü bile bilmeyen masum kişilerin, yani masumiyetin katlidir. Ve görünen o ki, bu, kıyımı gerçekleştirenlerin umurunda bile değildir, tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi.
İyi seyirler…
Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
KAYNAKLAR
- Borgnine, Ernest (2008). Ernie: The Autobiography, New York: Citadel Press Books – Kensington Publishing Corp.
- O’Brien, Harvey (2012). Action Movies: The Cinema of Striking Back, New York: Columbia University Press
- Schopenhauer, Arthur (2020). İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya, çeviren: A. Onur Aktaş, Ankara: Doğu Batı Yayınları.
- imdb.com/title/tt0075212
- imdb.com/title/tt0083111
[/box]