Sinemada Tolstoy: Anna Karenina ve Diğerleri

27 Aralık 2012

15. Uluslararası Randevu İstanbul Film Festivali’nin açılış filmi olarak, Cemal Reşit Rey Konser Salonunda büyük bir kalabalık ile birlikte Tolstoy’un ölümsüz eseri Anna Karenina’nın 2012 uyarlamasını izledim.

Joe Wright tarafından beyazperdeye yeniden aktarılan filmin, geçmiş Anna Karenina uyarlamalarından oldukça farklı bir yapım olması beni, büyük Rus yazarı Lev Tolstoy’un hayatını ve iki önemli eserini konu alan bir yazı yazmaya itti. Bu bağlamda, Tolstoy’un hayatının son dönemini anlatan ve ölümünün yüzüncü yılında gösterime giren The Last Station ile Anna Karenina ve Savaş ve Barış eserlerinin, biri Rus yapımı olmak üzere iki farklı uyarlamasını konuma dâhil ettim. Sinema ve edebiyatın içine biraz da tarihi ekleyince, ortaya böyle bir yazı çıktı. Keyifli okumalar… 

The Last Station (2009)

82 yaşında hayata veda etmesinden yüz yıl sonra, Lev Tolstoy’u anma etkinlikleri çerçevesinde gösterime giren The Last Station, Fransız yazar Jay Parini’nin aynı adlı romanından uyarlanan biyografik bir yapım. Michael Hoffman tarafından sinemaya aktarılan film, büyük Rus yazarın hayatının son dönemini konu alırken; eserlerini nasıl yazdığından ve düşünce sisteminden çok Tolstoy’un insani yönünü bizlere göstermeye çabalıyor. Bunu da Hellen Mirren, Christopher Plummer gibi iki büyük oyuncuyla yapmaya çalışınca, klasik sanatçı biyografilerinin sıkıcılığından uzak, merkezine aşkı alan güzel bir seyirlik çıkıyor karşımıza.

blank

Lev Nikolayeviç Tolstoy (Christopher Plummer), Rus ve dünya edebiyatının en önemli isimlerinden biriydi ve sadece eserleriyle değil; Rus siyasi yaşamı, halkının durumu, aile, kilise, Marksist bakış açısıyla oluşturduğu özel mülkiyet ve köylülerin eğitilmesi üzerine düşünceleri sebebiyle de büyük önem kazanan bir yazardı. Yazdıları ile kitleleri peşinden sürükleyen Tolstoy’un yakın arkadaşı Vladimir Chertkov (Paul Giamatti) tarafından bir hareket ve bir düşünce sistemi haline getirilen Tolstoyculuğa katılan Valentin Bulgakov’un (James McAvoy) gözünden anlatılan film, esas itibarıyla onun yazdığı günlüklerden yola çıkılarak oluşturuluyor. Valentin’in, Tolstoy’un sekreteri olmasından sonra onunla ilk karşılaşması ve yaşadığı şaşkınlık ile sarf ettiği sözler ise daha filmin en başından etkileyici sahnelerinden biri haline gelmesine neden oluyor. Bu süreçten sonra film boyunca Tolstoy’un özel yaşamı ve kendisinden 28 yaş küçük eşi Sofya (Hellen Mirren) ile olan ilişkisi gözler önüne serilirken; Rus yazarın zenginliği ile maddiyatçılıktan uzak yaşama düşüncesi ve halkı ile eserleri arasında gidiş gelişlerine tanık oluyoruz. Kendi inançları ve düşünce yapısı ile aşkı arasında kalan Tolstoy, yaşamının son dönemlerini bu ikilik içerisinde geçiriyor ve bu durum karısından uzaklaşmasına kadar varıyor. Tüm bu yaşananlara şahit olan ve Tolstoy gibi aşkı ile idealleri arasında sıkışıp kalan Valentin ise Tolstoy’dan öğrendiklerinin yolunda ilerleme mücadelesi veriyor.

Yönetmeni Michael Hoffman’ın da deyimiyle, bir Tolstoy filminden çok kadın erkek ilişkileri üzerine bazen trajik, bazen de komik bir film olan The Last Station’ın en büyük avantajı ise kadrosunda Hellen Mirren, Christopher Plummer, James McAvoy ve Paul Giamatti gibi önemli oyuncuları barındırmasında yatıyor. Queen ile Oscar ödülü kazanan Hellen Mirren, bu filmdeki performansıyla yeniden Oscar’a aday gösterildi ve bana göre Queen’den çok daha iyi bir oyunculuk sergiliyor. Christopher Plummer da bu filmle, en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında Oscar’a aday gösterilse de bundan bir yıl sonra çektiği Beginners’daki performansı ile ödüle hak kazandı. The Last King of Scotland, Becoming Jane, The Conspirator ve X-Men: First Class gibi filmlerle kariyerine devam eden James McAvoy’u ise The Last Station’da oldukça başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Ülkemizde Aşkın Son Mevsimi adıyla gösterime giren film, Tolstoy’un yazar ve siyasi duruşuna uzak bir içeriğe sahip olması sebebiyle eleştirilse de, ona farklı bir yönden bakabilmek için biçilmiş kaftan. Âşık Tolstoy’u tanımak istiyorsanız, bu filmi kaçırmayın derim… 

Anna Karenina (1967)

Son zamanların 125 modern yazarı tarafından, yazılmış en iyi roman seçilen Anna Karenina, biraz da içinde barındırdığı yasak aşk teması nedeniyle defalarca beyazperdeye uyarlanmış eserlerden biridir. 1935 yılında Grate Garbo’nun başrollüğünde, 1948’de Gone With The Wind’in meşhur Scarlett O’Hara’sı Vivien Leigh ile 1976’da Sovyet Rusya yapımı bir müzikal olarak ve 1997 senesinde de Sophie Marceau’yu Anna Karenina olarak izlediğimiz bu eserin birçok sinema ve TV filmi bulunuyor. Ancak romanın Rus kaynaklı olması, ülkesinde yapılan bir uyarlamayı benim için öncelikli hale getirdi ve bu sebeple 1967 yapımı Anna Karenina’dan bahsetmeyi tercih ettim.

blank

Çarlık Rusya’sı yıkılana kadar 1905 ve 1917 yıllarında iki büyük devrime şahit olan Rusların, Sovyetler döneminde beyazperdeye uyarladığı bu eser merkezine bir aşk ilişkisini alırken, arka planında 1870’lerin Rusya’sını barındırıyor. Eserinde devrim öncesi süreçte Rus toplum yapısını, aristokrasinin içinde bulunduğu durumu, serflerin koşullarını gözler önüne seren Tolstoy’un, özellikle Rus aristokrasisini çok iyi yansıttığını ve ince ince eleştirdiğini görmek mümkündür. Özellikle eserde, 18. yüzyıl Fransız kültürü etkisinde kalan tüm dünya ulusları gibi Rus aristokrasisi de Fransızca konuşmakta ve Fransız kültürüne olan hayranlıklarını göstermektedirler 19. yüzyıl boyunca devam eden bu etkinin sebepleri ise Fransız aydınlanmacılarının ve devriminin yüzyılı Fransız Yüzyılına dönüştürmesinden kaynaklanmaktadır. Romandaki karakteri Levin’in ağzından kendi siyasi düşüncelerini aktaran Tolstoy’un, (Levin’in ismi de yazarın isminin Lev olması sebebiyle çok manidardır) Anna Karenina’yı yazarken tren garında yaşadığı benzer bir olaydan ve özellikle Aleksandr Puşkin’in kızı Maria Hartung’dan esinlendiği de söylenmektedir. Rus aristokrasisine mensup Anna’nın tutucu eşi Karenin ile mutsuz evliliği onu, Kont Vronsky ile bir aşk macerasına sürüklerken aynı zamanda bir kadının aşkı yüzünden içine düştüğü bunalımlara, vicdan muhasebesine tanık oluruz.

Toplumda itibarını kaybettikçe yaşadığı aşkı da uçuruma sürükleyen ve gittikçe huysuz birine dönüşen Anna Karenina’nın bu duygusal karmaşıklığını canlandırabilmek tahmin edildiği üzere oldukça zordur. Anna Karenina’ya hayat veren Tatyana Samoylova’nın bu rolün altından tam anlamıyla kalkabildiğini söyleyemesek de, filmin romanın en iyi uyarlamalarından biri olduğu açıktır. Çünkü Anna Karenina sadece bir aşk hikâyesi, değil aynı zamanda 19. yüzyıl Rus toplumundan, kadın haklarından, eğitim reformundan bahseden bir eserdir. Filmde bu noktalara değinilmesi, bir edebiyat eserinin sinemaya uyarlanması açısından baktığımızda önem kazanmasına sebep oluyor. Buna rağmen filmin iki buçuk saatlik süre boyunca yer yer kopukluklar içerdiğini ve seyircisini tam anlamıyla içine çekmediğini de söyleyebilirim. Bilhassa Anna, Vronsky ve Karenin arasında geçen affetme sahnesinde Tatyana Samoylova’nın inandırıcılıktan epey uzak olduğu hissine kapıldım. Bu üçlü arasında oyunculuğu en iyi olan ise şüphesiz Karenin rolündeki Nikolai Gritsenko’ydu. Açıkçası ben Anna Karenina olarak Sophie Marceau tercihini daha yerinde ve oyunculuk açısından da çok daha iyi buldum. Romanın bu uyarlamasında (1997) Vronsky rolünü Sean Bean, Karenin rolünü James Fox ve Levin rolünü ise Alfred Molina canlandırıyor ve 1967 uyarlamasına göre çok daha keyifli bir film haline dönüşmesine neden oluyor. Sophie Marceau’lu Anna Karenina aşkı daha çok merkezine oturtan ve izlenmesi daha kolay bir film olmasına rağmen, roman açısından baktığımızda Rus yapımı filmin onun önüne geçtiğini söyleyebilirim.

Sovyet Rusya’sında birçok Rus klasiğinin sinemaya uyarlandığı bir dönemde çekilen Anna Karenina’nın, yönetmen koltuğunda Aleksandr Zarkhi oturuyor. Filmde, Tatyana Samoylova dışında, Karenin olarak Nikolai Gritsenko’yu, Vronsky rolünde Vasili Lanovoy ve Levin rolünde de Boris Goldayev’i görüyoruz ancak yukarıda da bahsettiğim gibi Nikolai Gritsenko dışında iyi bir oyunculuk bulunduğunu söylemek zor. Bu açıdan, eğer daha çok aşk konulu bir Anna Karenina izlemek istiyorsanız 1997 yapımını, romana yakın bir film izlemek istiyorsanız da bu filmi tercih etmenizi tavsiye ederim.

Anna Karenina (2012)

En son Sophie Marceau’yu Anna Karenina rolünde izledikten sonra, 2012 yılında yeniden çekilen Tolstoy’un ölümsüz eseri, bu filmle birlikte toplamda on kez sinemaya aktarılmış oldu. Film ülkemizde de 2012’nin en çok merak edilenlerinden biriydi ve bu kez Tom Stoppard uyarlamasıyla 15. Randevu İstanbul’un açılış filmi olarak karşımıza çıktı. Joe Wright imzalı film için sanırım söyleyebileceğim ilk şey, en orijinal Anna Karenina uyarlaması olduğu ve Keira Knightley’e rağmen mutlaka izlenmesi gerektiğidir.

blank

Başından sonuna teatral bir yapıda sunulan film, sahneler arası geçişler, dekorların değiştirilmesi ve aralara serpiştirilen müzikal hava ile seyircisine, adeta görsel bir şölen yaşatıyor. Filmi muazzam büyüklükteki bir tiyatro sahnesinde izlediğiniz hissi yaratılıyor ve bu sizi ilk andan itibaren filmin içine alıyor. Özellikle Karenin’in elindeki kâğıt parçalarının havada kara dönüştüğünü, Anna’nın perdeyi açtığında bir trenin içinde bulunduğu sahneye geçilmesini ve filmin kapanışını gördükten sonra filme hayran kalmamak neredeyse imkânsız hale geliyor. Anna Karenina rolünde karşımıza çıkan Keira Knigthley ise filmin ilk yarısını iyi götürmesine rağmen, ikinci yarıdan sonra göze batan bir oyunculuk sergilemeye başlıyor ki Anna’nın asıl duygusal yoğunluk ve iç çatışma yaşadığı dönem bu süreçten sonra ortaya çıkmaktadır. Başka bir deyişle, performansının önem kazanacağı kısım ikinci yarıdır. Ancak A Dangerous Method’da da oldukça eleştiriye maruz kalan Keira Knightley’nin, Anna Karenina’da da geçer not alamadığını söylemek mümkün.

Joe Wright ile birlikte Pride&Prejudice ve Atonement’dan sonra üçüncü kez kamera karşısına geçen Keira Knightley’nin oyunculuğunu gölgede bırakan asıl isim ise Jude Law. Karenin rolünde izlediğimiz oyuncu, filmin en başarılı performansını sergileyerek Anna Karenina’yı izlememiz için bir sebep daha sunuyor bizlere. Ancak Anna’nın kendisinden yaşça büyük, tutucu koca rolüne pek uymadığını söyleyebilirim çünkü Jude Law, bu karakter için fazlaca yakışıklı; aldatma fikrini bir kez daha düşündürecek cinsten hem de. Son dönemde izlediğimiz Albert Nobbs ve Savages filmleriyle karşımıza çıkan Aaron Taylor-Johnson ise Vronsky karakterindeki performansıyla göz dolduruyor. Diğer filmlerde daha ön planda olan ve Tolstoy’un kendi düşüncelerini dile getiren karakteri Levin ise bu filmde epey geri planda bırakılmış. Tolstoy’un romanda bulunan fikirlerini hemen hiç hissedemiyorsunuz ancak film, en başından beri farklı bir yapıda karşınıza çıktığı için bu durum çok da gözünüze batmıyor.

Tolstoy’un eserini oldukça farklı bir havada bizlere sunan   bu yapım, görselliği ve orijinalliği ile kaçırılmaması gereken Anna Karenina uyarlamaları arasında yerini şimdiden aldı. Uzun uzadıya anlatılan Anna Karenina’lardan sıkılanlar için, bu kez Joe Wright yeni bir solukla karşımızda… 

War and Peace (1956)

Genelde, Fransız Devrimi’nden sonra yayılan milliyetçi ve devrimci fikirleri yaymak amacı taşıyan ama özelde, bir imparator olarak mavi kan taşımadığı için Avrupa topraklarında söz sahibi olmaya çalışan Napolyon Bonapart’ın başlattığı İhtilal Savaşları Tolstoy’un Savaş ve Barış isimli büyük romanına da konu olmuştur. Tolstoy, dünyanın ilk ulusal bilince sahip ve büyük çaplı ordularını kuran Napolyon’un giriştiği Rusya seferinin yarattığı yıkımları anlatırken bir yandan da aşk temasını işler romanında. Anna Karenina kadar sinemaya uyarlanmamış olan eserin bu açıdan en büyük dezavantajı ise çok büyük bir bölümünü oluşturan Fransız-Rus savaşlarıdır. Ancak her şeye rağmen böylesine zor bir eseri sinemaya aktaran King Vidor, başrol için tercihini Audrey Hepburn’den yana kullanarak başarı şansını arttırıyor.

blank

Savaş ve Barış öncesinde Roman Holiday ile Oscar’a hak kazanmış olan güzeller güzeli Audrey Hepburn bu filmde romanın ana karakteri Natasha Rostov olarak karışımıza çıkıyor.  Aşkını gizlemeye çalışarak Pierre Bezukhov (Henry Fonda) ile arkadaşlığını sürdüğü bir sırada Prens Andrei Bolkonsky (Mel Ferrer) tanışıyor ve bu kez ona âşık oluyor. Ancak bir takım engellerin yanı sıra savaşın kapıya dayanması ile her şey değişiyor ve filmin başından itibaren çocuksu tavırlarıyla izlediğimiz Natasha’nın yaşadıklarıyla nasıl büyüdüğünü görüyoruz. Elbette filmde Natasha karakterinin bu kadar inandırıcı olmasında Audrey Hepburn’ün payı büyük, zira hemen her sahnede güzelliğiyle büyüleyen oyuncu aynı zamanda oyunculuğunun da hakkını vermeyi ihmal etmiyor. Savaş sahnelerinin önemli bir kısmını oluşturduğu film, üç saatlik bir süreye sahip olmasına rağmen romanı genel hatlarıyla anlatmayı ve seyircisini sıkmayan akıcı bir anlatıma sahip olmayı başarıyor. En azından Audrey Hepburn’ün olduğu her sahneyi keyifle izleyen benim için, filmi ikinci bir kez izlemek sorun olmadı.

Filmin bu denli keyifli olmasında The Grapes of Wrath ile Oscar kazanmış Henry Fonda’nın ve Mel Ferrer’nin müthiş oyunculuklarının da büyük etkisini olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim En İyi Yönetmen dâhil üç dalda Oscar’a aday olan film, En İyi Yabancı Film dalında da Altın Küre ödülüne hak kazandı. Kostüm ve dekorlarıyla da göz dolduran yapım, Tolstoy’un eserini hakkıyla sinemaya uyarladığı gibi, 1967 yapımı Savaş ve Barış’tan sürece çok daha kısa olduğu için izlenmesi kolay ve keyifli bir seyirlik haline dönüşüyor. 

Voyna i Mir (1967)

Rus yapımı olması sebebiyle tercih ettiğim Savaş ve Barış’ın bu uyarlaması, Sovyet döneminde saat sınırlaması çok önemsenmeden sinemaya aktarılan filmlerden biri olma niteliği taşıyor. Yönetmenliğini Sergey Bondarchuk’un yaptığı film, dört bölümden oluşuyor ve bu bölümlerde sırasıyla Andrei Bolkonsky, Natasha Rostova, 1812 ve Pierre Bezukhov anlatılıyor. Süresinin uzunluğu sayesinde eseri, oldukça detaylı bir şekilde anlatma fırsatı bulan film, En İyi Yabancı Film dalında da Oscar ödülüne hak kazanmış.

Filmin ilk bölümünde, Andrei Bolkonksy’nin hayatını izlerken aynı zamanda Pierre Bezukhov hakkında da bilgiler ediniyoruz. Uzunca anlatılan kutsal ayinler, detaylı bir şekilde verilen savaşa hazırlık süreçleri ve savaş sırasında yaşananları en ince detayına kadar izlediğimiz birinci bölümden sonra, Natasha Rostova’yı ve ailesini tanıdığımız ikinci bölümü izliyoruz. Karakterlerin iç dünyasına ve psikolojilerine derinlemesine inildiği gibi balo sahnelerinin de oldukça uzun tutulduğu bir film izliyoruz. Bu bölümden sonraki üçüncü kısım ise neredeyse tamamıyla savaş sahnelerine dayanıyor. Savaşın zorluklarının yansıtıldığı ve binlerce askerin o koşullarda yıkanabilmek için aynı anda küçük bir göle girdikleri an ise, bana göre en ilginç sahnelerden biriydi. Etkileyici savaş sahnelerinden sonra dördüncü bölümde ise Pierre Bezukhov’u ve savaşın devamında yaşananları izliyoruz.

Pierre Bezukhov karakteri olarak filmin yönetmeni Sergey Bondarchuk’u, Natasha Rostova rolünde Lyudmila Saveleva’yı ve Prens Andrei Bolkonsky rolünde de Vycheslav Tikhanov’u gördüğümüz filmin bu kadar etkili olmasındaki sebep kuşkusuz oyunculukların kusursuz olmasa da iyi denebilecek düzeyde olmasında yatıyor. Uzun savaş sahnelerine rağmen görkemli bir yapım olarak karşımıza çıkan Savaş ve Barış’ın müziklerinin ve dekorlarının da çok iyi olduğunu söylemekte fayda var ki nitekim film sanat yönetmenliği dalında da Oscar adaylığı kazanmış. Monteverdi’den Prokofiev’den ezgilerle çok daha etkileyici hale gelen film, kutsal ayinlerin ve savaşın olduğu kısımlar biraz daha kısa tutulsaydı çok daha kolay izlenebilir olabilirdi zira bu haliyle Savaş ve Barış uyarlamaları arasında ilk tercihimizi Audrey Hepburn’den yana kullanmamıza sebep olabilir. Yine de romanın detaylı bir sinema filmini izlemek isteyenler için Sergey Bondharcuk’un filmi oldukça önemli ve emek harcandığı her halinden belli bir yapım.

Son olarak; Tolstoy’u tanımak ve düşüncelerini biraz olsun anlayabilmek için eserleri gibi klasikleşmiş bu filmleri kaçırmamak gerek. Özellikle The Last Station’da kullanılan Savaş ve Barış eserinin giriş cümlesi onu en iyi özetleyen şey sanırım:

All, everything that I understand, I understand only because I love…

blank

Başak Bıçak

1987 yılında İzmir'de doğdu. İzmir Özel Tevfik Fikret Lisesi ve Dokuz Eylül Üniversitesi Tarih bölümünden mezun olduktan sonra Türkiye Cumhuriyeti Tarihi üzerine yüksek lisans yaptı. Bilhassa Fransız Devrimi olmak üzere Avrupa Tarihi üzerine uzmanlaştı.

Sinema özel tutkusu ve 2012 yılından bu yana filmler üzerine yazılar yazıyor. Akşam Gazetesi, Film Arası Dergisi ve Cinedergi yazarı... Dans, seyahat, fotoğraf ve şarap meraklısı...

2 Comments Bir yanıt yazın

  1. Topstoy’un cümlesini neden türkçeye çevirmediniz,yoksa Tolstoy ingilizce mi yazıyordu?Herkes ingilizce bilnek zorunda değil!

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

15. Randevu İstanbul’dan Pelikül Kabuslar

Festivalin, en çok ilgimizi çeken bölümü, tabii ki Pelikül Kabuslar
blank

15. Eskişehir Film Festivali Notları – 2. Bölüm

İyisiyle kötüsüyle, irisiyle ufağıyla bir festivali daha nihayete erdirmiş bulunuyoruz.