Dedem 1997’de öldüğünde 102 yaşındaydı, mübalağa etmiyorum. Bugünkü Yunanistan’ın kuzeyinde Arnavutluk ve Makedonya sınırında yer alan Kesriye (Kastoria) isimli küçük bir şehirde doğmuş. Lozan mübadelesi yıllarında da ailesi ile birlikte göçmen olarak Türkiye’ye gelmiş. Gelmiş ama nasıl?
Öteki Sinema için yazan: Kerem Topuz
İşte bunu biz de tam olarak bilemiyoruz. İlk gençliğine ve çocukluğuna ilişkin neredeyse çok az şey biliyoruz hatta tam olarak geldiği tarihi bile söyleyemiyoruz. Aklımızda kalan sadece savaş yıllarına ilişkin trajik bir kaç olay ve dedenin küçükken yaptığı yaramazlıklarla ilgili komik anılar. Onun dışındaki pek çok şey belli belirsiz. Bu belirsizliğin sebebi bizim unutkanlığımızdan değil, sorsak da sorularımıza net cevaplar alamadığımızdan, geçiştirildiğinden, üzerinde durulmadığından ve geçmişe ilişkin bir bellek bırakmak istememesinden ya da umursamamasından kaynaklanıyor. Oysaki her anlattığında ya da anlatıldığında sinematik olarak zihinlerde çok büyük resimler yaratabilecek kişisel hatıraları vardı. Arka planda dönemin sosyolojik olaylarını, yaşanan acıları, travmaları düşündüğünüzde sadece ben değil bir çok kişiyi ilgilendirecek, bir çok filme ilham verecek cinsten hikayeler olduğunu tahmin edebilirsiniz. Bir insan için, ‘bir asır’ yaşamak, insanlık adına büyük buluşlar yapmamış olsa da, tarihe tanıklık etmiş olması açısından merak ve saygı uyandıran bir durum değil midir? O tanıklık sonraki kuşaklara aktarıldığı oranda, giderek kıymetlenecek anılara, belki de hatıratlara dönüşüp kimliğimize ve geçmişimize ilişkin daha belirgin resimlerin oluşmasına katkıda bulunmaz mı? Oysa ki bu durum bizim açımızdan büyük oranda ıskalandı ve koca bir yüz yıla ait olabilecek, binlerce anıdan sadece üç beş tanesiyle yetinmek zorunda kaldık, ailece.
Dedeme bu yüzden hiç kızmıyorum. Çünkü bu onun suçu değildi. Bu toplum tarihsel bir belleğe hiçbir zaman sahip olmadı, zaten. Bunu ilk başlarda kişisel sebeplere bağlayıp yaşanan olumsuzlukları unutma isteğinden kaynaklandığını düşünmüştüm. Tekrar tekrar anlatıp o acıları gündeme getirmenin gereksiz olduğunu düşünmüş olabilirlerdi. Oysa ki mübadele bu toplumdaki unutulmayacak en büyük travmalardan biriydi. Mesele; sadece evini, barkını, doğduğun, büyüdüğün toprakları bırakmak, bulunduğun coğrafyadan ayrılmak kadar basit bir şey değildi. Anılarını, geçmişini bir daha belki de hiç göremeyeceğin bir manzarayı silmek, bir daha hiç tamir edemeyecek olduğun, sana ait olan tüm bağların köklerini kesip atmak demekti. Anlatmamak, paylaşmamak belki de bir çeşit avunma yöntemiydi ama toplumun önemli bir kısmında süregelen ve mevcut olan bu tutum; yaşanan önceki bir çok durum ve olay karşısında da hep ilgisiz, hep umursamaz kalınmasının nedeni olmamış mıydı? Bu toplumda yaşananları sonraki kuşaklara aktarma konusu, o yüzden birinci dereceden tanıklıkların dışında sadece tarih yazıcılarının işi olmadı mı? O da zaten resmi ideolojinin emrinde yalan yanlış ya da hiç kayda geçmeyen binlerce hadiseyle beraber…
Dolayısıyla bu ülkede tarih en çok çarpıtılan, en çok unutulan, en çok yanlış bilinen bilim(?) dalı oldu. Sinemamızın çekilen ilk filmini; 14 Kasım 1914 yılında Fuat Uzkınay’ın Ayastefanos’daki Rus Abidesi’nin yıkılışını belgeleyen filmi olduğunu varsayıyoruz. Evet varsayıyoruz çünkü filmin çekilip çekilmediğine ilişkin kuşkuların hala devam etmesinin yanı sıra resmi ideoloji Manaki kardeşlerin 1911′de Sultan V. Mehmet’in, Manastır ziyaretini belgeleyen filmini görmezden gelir. Derdim tartışmayı alevlendirmek ya da doğrusu şudur demek değil, unutmaya programlanmış, önemsemeyen, kaydetmeyen, belgelemeyen bir toplum olmamızdan kaynaklanan sorunların olağan sonuçlarını göstermek istememdir.
Mesela; geçmişte bizzat olaylar cereyan ederken yani Rus Abidesi’nin yıkılışı filme alınırken ne kadar önemsendiğini cidden çok merak ediyorum, o dönemin devlet erkanı veya aydınları tarafından… Bu filmin nasıl bir anlam taşıyacağı kaç kişi tarafından biliniyordu ya da şu an ne kadar biliniyor? O filmin günümüze ulaşamaması neleri kaybetmemize sebep oldu? Sonrasında hangilerinin çekilmesini engelledi? Kimlerin yolunu kapadı?
Orada yıkılan sıradan bir heykel değildi çünkü. ’93 Harbi diye bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda ölen Rus askerlerinin anısına yaptırılmış bir anıttı. Anıtı Osmanlı Devleti, savaşı kazanan Rus Devletine savaş tazminatı olarak yaptırmayı kabul etmek zorunda kalmıştı. 1914’te anıtın yıkılması Rus yenilgisinin izlerini, yarattığı tahribatı silmek için tarihi bir andı. Filme alınması da… Ama filmden geriye hiçbir şey kalmadı. O yüzden çekilip çekilmediği de bir merak konusu. Eğer çekildiyse böyle bir belgeye neden sahip çıkılmadı?
Çekilen her bir film, çekildiği zaman itibariyle, sonraki kuşaklara birer belgedir. O filmlerde belgelenen tarihi olaylar, görünen kişiler, kişilerin davranışları, giysileri, mekanlar o dönemi anlamamız için bulunmaz ipuçlarıdır.
Gerçi, bu ülkede yüzlerce film, devlet tarafından, kasıtlı olarak el konulmuş, yok edilmiştir. Toplumun hafızasından bir dönem silinmek, yok sayılmak istenmiştir. Devlet, kendi organları eliyle geçmişimizi yok etmeye, sansürlemeye çalışarak sadece aramızdaki bağları koparmakla kalmamış tüm farklılıklarımızı da görmezden gelmiştir. Unutmaya meyilli genlerimiz olduğu gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda, gerçekten de bir dönemin toplumsal eğilimleri, duruşları sanki hiç olmamış gibi algılanılması için büyük çaba sarf edilmişti.
Bu ülkede, toplum hayatına, açıktan darbelerle ya da aba altından sopa göstererek, o kadar çok müdahale edilmiştir ki, sinema tarihini varsayılan dönemlerine ayırdığınızda dönemler arasındaki, anlam, düşünce, anlayış tarzlarının ne kadar birbirinden kopuk ne kadar birbirinden farklı olduğunu görürsünüz. Aslında birbirinden koparılan sadece fikirler değil birbirimizle ve geçmişimizle olan bağlarımızdır da. Lozan mübadelesiyle memleketinden, köklerinden, geçmişinden koparılan dedemin, yani Kesriyeli Arabacı Demir’in yaşadığı travmayı bu ülkede hemen hemen herkes öyle ya da böyle, başka şekilde, başka yerlerde yaşamış ve yaşamaya devam etmektedir. Tıpkı aynı yıllarda mübadeleyle veya 6-7 Eylül olaylarıyla Yunanistan’a göçe zorlanan Rumların, daha öncesinde 1915’teki Ermeni tehciriyle sürülen Ermenilerin, 1934 Trakya Olayları’yla kaçırılan Türkiyeli Yahudilerin ve günümüzde Kürtlerin yaşadıkları gibi…
Sinema; bizim toplumsal belleğimizdir, bu günümüz ve geçmişimizdir hatta geleceğimiz olacaktır. İşte sinema; her şeyin dışında sırf bu özelliğinden dolayı önemlidir. Sadece bu nedenle bile önemsenmelidir.
Peki bu yüz yıllık süreçte çekilen filmlerimiz, çekildiği dönem itibariyle ne kadar önemsenmişlerdir? Gereken ilgi ne kadar gösterilmiştir? Bu eserleri üreten emektarlar ne kadar takdir edilmiştir? Ürettikleri eserlerin ne kadarı bu güne kadar ulaşmıştır? O kadar eskiye de gitmeye gerek yok, şu an çekilen filmlerimiz ne kadar önemsenmektedir? Ne derecede yakın alaka gösterilmektedir? Acaba Ayastefanos’daki Rus Abidesi’nin yıkılışının filme alınarak belgelenmesinin ne anlam ifade ettiğini bilemeyen öngörüsüzlükle, bugünün sinemasının yüzyıl sonrasının “Ayastefanos’daki Rus Abidesi’nin Yıkılışı” filmiyle aynı derecede önemli olacağını fark edemeyen öngörüsüzlük aynı mıdır? Bu ilgisizlik bundan yüzyıl sonrasında yani sinemamızın ikiyüzüncü yılında da, 2014 için, ‘şöyle varsayıyoruz’ diye mi geçiştirilecektir? Kaderi “Ayastefanos’daki Rus Abidesi’nin Yıkılışı” gibi mi olacaktır?
Eğer öyle olacaksa tarihsel olarak sinemamızın yüzüncü yılında olmak övünülecek bir şey midir?