Sinemasal Biçimin “Sınırlılıkları”

LCV (Lütfen Cevap Veriniz) ve Gidiş O Gidiş

59. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde, ulusal uzun metraj film yarışmasındaki on filmin gösterimi gerçekleşti. Bugün kapanış töreninde festival ödülleri de sahiplerini bulacak. Bu noktada aslında yarışma filmlerinin içerisinde olabilmenin kıymet arz ettiğini, yarışmayı kazanan olmanın biraz da jüri üyelerinin kişisel beğenilerine kaldığını hatırlatmak gerek. Festivalde gösterim alan filmlerle beraber Türkiye’deki sinemanın durumu, festival izleyicileri ve sektörün güncel durumunun değerlendirilmesi, bu hususta bazı soruların yanıtları üzerine tekrar düşünülmesi gerektiğini söylemeliyim.

Bazin’den bugüne sinemanın bir sanat olarak kendisini kanıtlama serüveni göz önüne alınırsa, alanın kullandığı dilin olanaklarını ve sınırlarını her geçen gün genişleterek, değişip dönüşmeye devam ettiği görülebilir. Godard’dan Bunuel’e, Resnais’den Anger’e, Tarantino’dan Anderson’a, Trier’den Lanthimos’a sayısı arttırılabilecek auteurler ile sinema daha da yukarıya taşınıyor. Sınırların giderek belirsizleştiğini ve sanatlar arasındaki iletişimin ve geçişkenliğin de arttığı bu yeni dönemde sinemanın ne olduğu sorusu kıymetli bir sorunsalı oluşturuyor.

İster gerçekçi ister biçimci geleneğin izinden gitsin, bir sanat formu olarak sinema, kendi olanakları ile gerçeğin yeniden inşasına odaklanır. Arnheim’dan Eisenstein’a ilk biçimci kuramcılar, sinemanın teknik olanakları (kamera, kurgu, renk, efekt, mizansen, vb.) üzerinden tartışmalarını şekillendirirler. Sonrasında ise yeni biçimcilik ile önce biçim sonra anlatım ile ilgilenerek sinema yoluna devam eder. Biçimci anlayıştaki en temel belirleyicilik, biçim ve içerik arasındaki etkileşim üzerinden, sinemanın bir sanat olarak inşasına odaklanılmasıdır. Diğer yandan güncelde türlerin ve biçimlerin iç içe geçtiği elbette kabul edilmelidir. Sınırların bu denli iç içe geçtiği noktada bir performans sanatını ya da kayıt altına alınmış bir tiyatro oyununu bir sinema filminden ayıran özelliğin ne olduğunun tanımlanması peki mümkün olabilir mi? Bu sorunun yanıtını iki film üzerinden açmak isterim.

blank

İsmet Kurtuluş ve Kaan Arıcı’nın yönetmenliğini yaptıkları filmleri LCV (Lütfen Cevap Veriniz), düğünlerine birkaç saat kala, gelinlik ve damatlıkları üzerlerinde, salonda yaklaşık 400 konuk onları beklerken Ceren (Melisa Şenolsun) ve Semih’in (Ushan Çakır) öncelikle toplum baskısı ve bunun yarattığı ahlaki referanslar üzerinden inşa ettikleri evlilik kararlarının çok da sağlam temellere oturmadığını anlatıyor.

Hepimizin de bildiği gibi, ilk sinema filmleri, kameranın gündelik yaşamın çeşitli anlarını kaydetmesi ile üretilir. Plastik sanatlara sıkı sıkıya bağlı sinemanın kendi dilini kurma yolculuğunda, ilk konulu filmler ise tiyatro sahnelerinin önüne yerleştirilen kameralarla bu oyunların kayıt altına alınması ile yapılır. Bu filmler aslında bir çeşit “filme çekilmiş tiyatro” olmaktan öteye geçemezler. Sinemanın dili edebi metinler ve tiyatro ile ortak noktalar taşısa dahi farklı bir noktada bulunur.

Festivalde gösterilen, izleyiciyi kurduğu ritimle saran ve sıkmayan, hatta epeyce de güldüren LCV (Lütfen Cevap Veriniz), bence oldukça tiyatral bir noktada kalan bir film oldu. İyi oyuncu yönetimi kuramayan, sinema dilini ve olanaklarını kullanmakta yetersiz kalan ve bana sinemanın ilk dönemlerini hatırlatan film, cinsiyetler üzerinden kurduğu mizahi anlayışı ile zaman zaman homofobik olma tuzağına da düştü. Klişeler üzerinden yapılan ve aslında duymaya çok alışık olduğumuz kavramlar üzerinden izleyiciyi düşündürmeyi amaçlayan film, izleyicinin kendisini eleştirmesini ve kendisiyle yüzleşmesini amaçlarken tersine zaman zaman izleyicinin empati kurabileceği diyalogları yarattı. Filmin tek mekanda üç oyuncu ile inşa ettiği hikayesinin sinemadan daha çok bir oda tiyatrosuna ya da bir radyo oyununa daha yakın durduğunu söyleyebilirim. Filmde Cem Yiğit Üzümoğlu, Mert karakteri ile gönülleri fethederken, bir diğer festival filmi Karanlık Gece (Özcan Alper) filminde de  başarılı performansı ile dikkat çekti.

blank

LCV’den çok farklı noktada duran ancak “Sinema Nedir?” sorusunun tartışılmasına zemin hazırlayan ikinci festival filmi olarak Burak Çevik, Sofia Bohdanowicz ve Blake Williams’ın yönetmenliklerini yaptıkları Gidiş O Gidiş’i örnek olarak verebiliriz. Film, Audrey’in arkadaşının ölümü ile Paris’e taşınması ve diğer iki yönetmen arkadaşı ile video mektupları aracılığı ile haberleşmesini anlatıyor. Bu arada akıp giden günler ve kendi varlığını sorgulayan yönetmenler anlatıya yansıyor. Umut vadeden genç yönetmen Çevik, bu filminde daha önceki iki filminde inşa ettiği biçimsel dilin tekrarına düşüyor görünüyor. Belki de kısa metrajlı bir film yaparak elindeki malzemeyi daha doğru kullanması mümkünken, uzun metrajlı filmi ile festival izleyicisinin anlayamadığı bir dil ortaya koyuyor.

Bunun bir sinema filmi olmadığı yönündeki eleştirilere Çevik’in yönetmen söyleşisinde yanıtı ise şöyle oluyor:

“Ben açıkçası sinemanın ne olduğunu bilmiyorum ve bundan da çok mutluyum ve hatta bu yüzden de biraz film yapıyorum. Bu film nedir? Ne yapıyorum ben? Hayata nasıl bakıyorum? Biraz o perspektiften görmek için bakıyorum. O yüzden film budur ya da bu değildir diyebilmek muhafazakar bir yaklaşım… Bana ilk filmimde (Tuzdan Kaide) sormuşlardı: ‘Buna ne diyeceğiz, deneysel film mi, kurmaca mı?’ Ben bu film demiştim. Sonra Aidiyet’i yaptım. Dediler ki: Bu belgesel mi, kurmaca mı? Nedir bu?’ Dedim ki bu bir film. Şimdi yine aynı şeyle karşılaşacağım ve cevabım yine aynı olacak.”

İlk uzun metrajlı filmi Tuzdan Kaide ile Berlinale’de yarışan ve ikinci filmi Aidiyet de yarışmanın forum bölümünde gösterilen yönetmenin sinema dili arayışını anlamlı buluyorum. Ancak bu filmi ile ilgili olarak bazı hususlarda Çevik’e katılmakla beraber bazı noktalarda onun fikirlerinden farklılaşıyor ve filminin zaman zaman performans sanatına dönüştüğünü düşünüyorum.

Öncelikle Gidiş O Gidiş Video Art’ın eklektik yapısı ve görüntü estetiği üzerine kurulu bir anlatı yapısına sahip. Daha çok bir duyguyu görselleştiren doğası ile film, sinemadan ayrıksılaşarak güncel sanata daha fazla yaklaşıyor. Bir eylem üzerine kurulu Happening’in izleri üç yönetmenin mektuplaşmalarında belirginleşirken, filmdeki mekan çekimleri bir çeşit Land Art estetiği ile görselleştiriliyor. Sinema salonunda dağıtılan 3D gözlükler, yönetmenlerin kişisel deneyimlerini seyirciye deneyimletme arzusunu hissettirirken, aynı zamanda bu gözlükler ile izleyiciye bir Video Art deneyimi de sunuluyor. Çoğunlukla kendi kişisel sinemasını yapan yönetmenin bu sefer sınırları epeyce zorladığını söylemek olası. Zira pek çok izleyici, filmin bu kişisel yanını “günlük” olarak okumayı yeğleyeceğini ifade ederken, filmin festival yolculuğu merak konusu.

Son olarak, elbette sinemanın tek bir tanımının yapılması mümkün değildir. Bu yüzden sinema dili, sinema dünyası, sinema salonları, sinema festivalleri, izleyiciler vb. pek çok husus, farklı dönemlerde ve farklı ülkelerde, farklı bakış açıları ile tartışılmaya devam edecektir. Ancak, sanatın temelinde olan anlam arayışını referans alarak, yönetmenin durduğu nokta her ne olursa olsun, biçim ve içeriğin birbirlerine hizmet ettiği oranda, yapıtın gelişeceğinin de altı çizilmelidir.

Öteki Sinema için yazan: Zehra Yiğit

blank

Zehra Yiğit

Zehra Yiğit, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo TV Sinema bölümünde lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamladıktan sonra doktora eğitimine Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Film Tasarımı bölümünde devam etti. Oxford Üniversitesi ve Novisad Üniversitesi'ne Visiting Researcher olarak giden Yiğit, İtalya, Portekiz, Sırbistan, Gürcistan, İngiltere gibi pek çok ülkede ders ve seminer verdi, proje ortaklığı yaptı. Yiğit, şu an Akdeniz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Televizyon Bölüm Başkanı olarak görevine devam etmektedir.

2 Comments Leave a Reply

  1. Yönetmenin söyleşideki tavrını nasıl bulduğunu çok merak ediyorum. Birde Iguana Tokyo hakkındaki düşüncelerini de paylaşabilir misin? Bu arada youtube da ya da bir kanalda izleyecek miyiz seni?

  2. Zeynep selam. Sorularını kısaca yanıtlamaya çalışayım. Burak Çevik’in sinema dili arayışını yazımda da belirttiğim üzere kıymetli bulmakla beraber verdiği tepkiyi de işine olan sevgisine bağlıyorum. Iguana Tokyo ile ilgili de filmi biçimsel anlamda başarılı bulduğumu ancak içerik anlamında ise sıkıntılı yanlarının olduğunu düşündüğümü söyleyebilirim. Sivas filminden sonra bambaşka bir noktada bir deneyime giren Kaan Müjdeci’yi ise oldukça cesur buluyorum. Son soruna da çok da düşünmediğim yönünde cevap verebilirim. Sevgiler.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Kristal Kayısı’nın Karanlık Filmleri 2013

Yabancı film seçkisi ile aynen geçen sene olduğu gibi bu
blank

!f 2016’dan Kısa Notlar 3

İstanbul seferi 28 Şubat’a kadar sürecek olan 15. !f İstanbul