Mürebbiye (1919) filminin, Fransız işgalci kuvvetlerinin generali tarafından “uygun bulunmadığı için” ticari dolaşıma girmesi ve gösteriminin yasaklanması olayının üzerinden 100 yıl geçti. Bu yüz yıl içinde sansürle ilgili neler neler yaşandı, ne savaşlar verildi ama bunlar sanki hiç olmamış gibi 2019 yılında görüşülen sinema kanunundaki “Uygun bulunmayan filmler ticari dolaşıma ve gösterime sunulamaz.” maddesine ve halen sudan nedenlerle film yasaklamaya açık kapı bırakacak yasal dayanaklar peşinde olunmasına ibretle bakmamak elde değil.
Yıllar boyunca devletin sinemaya destek olması gerektiği sayısız kez dile getirilmiş, yazılıp çizilmiştir. Yabancı ülkelerden örnekler verilmiştir: İtalya’nın savaş sonrasında sinemaya yapılan yatırımlarla adını dünyaya duyurduğundan, Fransa’nın yerli sinemayı desteklemesiyle elde ettiği başarılardan, Yeni Gerçekçilik, Yeni Dalga gibi akımların bu desteklere borçlu olduğundan, hatta Sovyetler Birliği’nin kendi filmlerini gösterebilmek için Avrupa’nın bazı kentlerinde sinemalar satın alması ve bilinirlik sağlamasından bahsedilmiştir. Dünyada ülkeler ulusal sinemalarının tanıtımı için böyle uğraş verirken Türkiye’deki Film Kontrol Komisyonu, Türk Sinemasının en iyi filmlerine yurt dışı yasakları koyuyordu. Susuz Yaz (1963) uluslararası bir ödül alınca bir kutlama gecesi düzenleyenler filme edilmeyen bırakılmamış gibi yüzleri kızarmadan başarıyı sahiplenivermişlerdi.
Dünyanın en yaygın ve güçlü kültürel propaganda aracı olan sinemayı ülke tanıtımı, ekonomik gelişim ve uluslararası alanda saygınlık aracı olarak kullanma olanağını bir devlet elinin tersiyle itti. Oysa Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte sinemanın tanıtım açısından gücü ve toplumlar üzerindeki etkisi anlaşılmış durumdaydı. Tüm ülkede eğitim filmleri gösterilmesi için yasal düzenlemeler yapılmıştı.[1] Yurt dışında Türkiye aleyhine gösterilen bazı filmler sinemanın propaganda gücünü göstermişti ama bunlara aynı şekilde karşılık verilemeyişinin etkisi devletin sinemadan korkması, çekinmesi şeklinde oldu. Savaşlardan yeni çıkmış yokluklar içinde kurulan bir ülkede 1929 Dünya Ekonomik Bunalımının, 2. Dünya Savaşının, Osmanlı’dan kalan borçların ödenmeye başlamasının etkileri sinema için alt yapı harcamaları yapmayı güçleştirdi. 1939’da faşist bir sinema sansürü tüzüğünün yürürlüğe girmesi ülke sinemasının gelişimini baltalamak pahasına onun olası zararlarından korunmaya çalışıldığını gösterir. Diğer tüm sanat dallarına yıllar boyu büyük yatırımlar yapılırken sinemaya el verilmediği gibi giderek düşmanlık beslenir oldu.
2 Ocak 1953 tarihinde Film Dostları Derneğinin toplantısında bir grup sinemacı ve yazarla birlikte Türk sinemasının sorunları ve gelişmesi için gerekli olanlar konuşulmuştu. İlk filmindeki bazı sahneler yüzünden birkaç kez sansür kurulu mahşerinden geçen Lütfi Akad kürsüye çıktığında, sinemanın artık Türkiye’de bir meslek konumuna eriştiğini belirterek “Türk sinemasına meslek haysiyetini kazandırmalıyız!” diyordu. İkinci filmiyle sansürle tanışan Şakir Sırmalı ise “Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de devletin sinemayı desteklemesi gerektiğini” söylüyordu.[2] Oysa henüz dört gün önce Metin Erksan’ın ilk filmi Karanlık Dünya’nın yurt içi ve yurt dışı gösterimi bütünüyle yasaklanmış, tüm kopyalarına ve negatifine el koyulmasına karar verilmişti. Devlet o güne kadar ve sonrasında da Türk Sinemasına haysiyetini kazandırmaya çalışanlara destek falan olmadığı gibi sinemayla ilgisiz kimselere film değerlendirtip bir de sudan nedenlerle yasaklıyordu.
Karanlık Dünya filminin sürüsüne bereket değişikliklerle gösterilmesine karar verildikten sonra yeniden kurgulanırken Türkiye’deki başak boylarını beğenmeyip müthiş bir eziklikle Amerikan tarlalarından görüntü koydurtanların zavallılığı ölçüsüzdür. “Ülkemizi kötü gösteriyor” sığlığıyla, kol kırılır yen içinde kalır düşünceleriyle sinemayı baskılayanlar acaba aynı çabayı, gerçekten kötü olan durumları iyileştirmek üzere harcasalar ne olurdu? Ülkesinin gelişmesi için elinden geleni yapan, kendine güvenen ilkeli yönetimler, yapılan her türlü eleştiriyi olgunlukla karşılamasını bilir. Bir suç teşkil etmediği sürece sanat eserlerine sansür uygulamaya kalkmak o yöneticilerin basiretsizliğinin, beceriksizliğinin, korkaklığının göstergesidir.
İbretlik bir olay: Elia Kazan Türkiye’de America America filminin bir bölümünü çekmek üzere hazırlıklarını yapıp senaryosunu sansür kuruluna sunmuştu. Kurulun istediği değişiklikleri de yaparak onaylattıktan sonra çekimlere başladığında onu bir sürpriz bekliyordu. Türkiye’yi filmde kötü göstereceği haberlerinden sonra sansür kurulundan bir görevli çekimlerde Kazan’ı bir gölge gibi takip etmeye başladı. Onunla birlikte İstanbul Emniyet Müdürlüğü İkinci Şubesine mensup bir komiser de yanında bulunuyordu. Sette yaşananlar Akis dergisinde şöyle aktarılıyordu: “Kazan’ın kameraya her hareket emri verişinde, telâşlanarak ‘Bu sahneyi şöyle tanzim edin’ diye diklenmeleri, rejisörün kafasını müthiş kızdırmaktadır. Aslında Kazan bunda hiç de haksız değildir. Zira, Sansürcü Öğüt Yazman’ın her müdahalesinde sahneyi yeniden ve sansürcülerin isteğine uygun bir şekilde tamâm etmek tahammül edilir olmaktan çıkmıştır.”
Yazıda Öğüt Yazman’ın yalnızca ona verilen görevi yerine getiren bir memur olduğu söylenerek suçlamadan kaçınılmakla birlikte işini fazla abarttığı da itiraf ediliyor : “Balat’ta ve Hasır İskelesi’nde dış sahnelerin çekilişi sırasında, iskele üzerinde bulunan hamallar filme alınırken kamerayı durdurdu. Kazan’ın konusu hamallarla ilgili olmasına rağmen Öğüt Yazman, ‘1886 yılında Hasır İskelesinde sâdece hamalların görülmesi, kötü propagandadır. Onun için hamalların yanına bir-iki tane iyi giyimli kâtip ve kalem efendisi tipi koyun’ diye diretti. Kazan yarım yamalak Kayserili Türkçesinin sevimliliğiyle ve dilinin döndüğü kadar, konunun hamallarla ilgili olduğunu, Hasır İskelesi’ndeki hamalların arasına iyi giyimli adamlar koymanın acayip hatta gülünç olacağını anlatmaya çalıştı. Fakat Nuh deyip peygamber demeyen sansürcü Öğüt Yazman, ‘İlle de kâtipler isterim’ diye dayatınca, çarnaçar, iki tane de iyi giyimli figüran bulunup sahneye konuldu.”[3]
Sansür kurulu sinema hakkında o kadar bilgisiz kişilerden oluşuyordu ki sette bizzat başında bekleyerek filmin ülkemizi kötü göstermesinin önüne geçtiklerini düşünüyorlardı. Öğüt Yazman ve sansür kurulu üyeleri eğer sonradan filmi gördülerse herhalde küplere binmişlerdir. Elia Kazan filmde hiçbir Türk karakteri iyi göstermediği gibi Türkleri bütünüyle acımasız, zorba ve güvenilmez olarak yansıtan ve bunları doğrudan konuşmalar olarak da dile getiren bir film ortaya çıkarmıştı. Zavallı Sansür Kurulu da “Aman şurda takım elbiseli kişiler de olsun, hep hamallar gözükmesin” gibi incir çekirdeğini doldurmaz ayrıntılara müdahale ederek görevlerini başardıklarını sanıyorlardı.
Sansür kurulları emniyet, valilik, bakanlıkların atadığı, sıradan seyirciler olmak dışında sinemayla ilgili bir eğitim ve yetkinlikleri olmayan görevlilerden oluşuyordu. Bu kurulların akla hayale gelmeyecek saçma sapan nedenlerle film yasaklaması, sahne değiştirmesi karşısında bir sinemacının sinirden şapkasını yememesi olanak dışıdır. Üstelik yapılabilecek tek şey sansür kurulunun kararına karşı çıkarak mahkemeye gitmekti. Yapımcılar da kurulla bu şekilde ters düşerek sonraki çalışmalarını baltalamak istemiyorlardı. Oysa yalnızca günü kurtaran büyük bir hataydı bu. Sansür canavarı daha ilk film yasağında dur denmesi, ülkeyi asıl bu şekilde kötü gösterdiği vurgulanıp müdahale edilmesi gereken bir belaydı.
1960 darbesinin ardından daha özgürlükçü bir anayasa yürürlüğe girmişken bile sinema sansürü değişmeden kaldı. Kurucu Mecliste yer alan ve birkaç ay sonraki seçimlerin ardından Çalışma Bakanı olacak olan Bülent Ecevit, “Bugün bir romanın sansür edilmesi bize ne kadar tahammül edilmez bir gerilik gibi görünürse aslında film sansürü de o kadar geriliktir.” demişti.[4] Ecevit bu konuda fikrini belirtmekle yetindi, sonradan başbakanlık ettiği zamanlarda da bir değişiklik yapılmadı.
Yılanların Öcü (1962) filminin sansür edileceği haberleri üzerine sanatçılar ayağa kalkmış ve sansür sorununun çözülmesi isteklerini yeniden dile getirmişlerdi. Filmin yönetmeni Metin Erksan Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’e filmi gösterme şansı bulmuş ve filmi çok beğenen Gürsel, yasaklandığını öğrenince esip gürlemiş, kim oluyor bunlar diye sansür kuruluna meydan okumuştu. Film sansürden kurtuldu ama ne sansür kurulunda ne de sansür yasasında bir değişiklik oldu. Sanki görünmez bir güç sansürü dokunulmaz yapmıştı.
Beklenir ki yıllar geçtikçe sansür zayıflayacak ve eski katılığı azalacak. Hiç de değil. 15 yıl sonra 1976’da sansür kuruluna sunulan 20 filmden yalnızca 2 tanesi doğrudan onay almış, birkaç film ancak isimleri değiştirilerek gösterilebilmişti. Fikret Hakan’ın, Bilge Olgaç’ın, Süreyya Duru’nun filmleri defalarca yasaklandıktan sonra Danıştay kararıyla gösterime sokulabilmişti. Danıştay kararıyla gösterilen filmlerin ise “Komandolar” adı verilen grupların salon sahiplerine yaptıkları baskılarla gösterimlerine engel olunuyordu.[5] İktidarın bilgisi ve desteği olmaksızın bu tür grupların oluşması olanaksızdı. Baskıcı ve sansürcü iktidar ne yapıp edip sansürü uygulamaya çalışıyordu. O yıllarda sinemalara topluca saldırılar ve film yakma eylemleri de gerçekleşti.
Bir 10 yıl sonra 1989’da Atıf Yılmaz’ın verdiği röportajda söylediklerine bakalım: “Türk sineması kuruluşundan bugüne devamlı kendi dışındaki, adı konmuş ya da konmamış sansürlerle uğraşıyor. Zamanında filmi, Anadolu’daki pazarlamacıya verirken şarkı olursa bu kadar, Türkân Şoray olursa şu kadar diye birtakım belirleyici kıstaslar koyulurdu. Arkasından televizyon çıktı, onun denetimiyle karşı karşıya kaldık, arkasından video çıktı, orada da aman aile filmi olsun, aman açık saçık olmasın… Star meselesi hâlâ yürüyor, Müjde Ar’ın filmleri 70 milyon da Hatice Hamının filmi 50 milyon. Hepsi bunların bağlayıcı şeyler, Türk sinemacısı başından bugüne kadar hayal gücünü özgürce kullanıp bir şey üretemiyor. Yani olay sansürle falan o hale geldi ki, şartlanmış hale geldik. İnsan olma, sanatçı olma özelliğimizi de yitirdik. Yapılan filmler televizyona da satılıyor, o yüzden yapımcı aman içinde bir şey olmasın, televizyona da satabilelim diyor. Öyleyse nasıl film yapacağız? Yani garip bir şey…”[6]
Aman suya sabuna dokunmasın anlayışı bugün de en şiddetli haliyle sürüyor. Sansür anlayışının eşsiz benzersiz saçmalıkları artık sinema filmlerinde senaryo ve sahne değiştirmekten büyük oranda oto sansüre ya da yandaş kuruluşların sansürüne dönüşmüş durumda. İktidarı eleştirmeye kalkan filmlerin festivallerde bile engellendiğine dair duyumlar bunu gösteriyor. Televizyonda değil iktidar eleştirisi yapan bir film görmeyi, sıradan yapımları bile kuşa dönmüş olarak, içki ve sigara bulunan sahnelerde nerdeyse ekranı tümden kaplayan sansür buğusuyla izleyebiliyorsunuz.
Eskiden film kontrol komisyonu “Türkiye’de çıplak ayaklı vatandaş yoktur, kısa başaklar yoktur, karısını aldatan erkekler yoktur” diyordu, bugün “Türkiye’de insan hakları ihlaline dair ciddi bir örnek yoktur” diyen kişi doğrudan devletin bir bakanı. Hele ki medyanın ve küp doldurma peşinde olan aman tadımız kaçmasıncı kitlenin kuyruğunu sıkıştırıp her şey normalmiş gibi işini görmeye devam ettiği zamanlarda Sinema Kanunundaki sansür maddesi hiç de yabancı durmuyor.
Belki asıl can yakıcı durum ise sansürün çifte standardıdır. Ucu açık maddelere dayanarak, uygulayanın istediği gibi, sınırsız bir özgürlükle yasak koyabilmesidir. Dünyanın en ahmak nedenlerine dayanarak sahnelere müdahale eden sansür kurulları her nasılsa sansür yönetmeliğinde özellikle belirtilmesine rağmen din sömürüsü ve propagandası yapan filmlere dokunmuyordu. Çok önemli bir ayrım da işleyişteydi. Yabancı filmler İstanbul’daki sansür heyeti tarafından, yerli filmler ise Ankara’daki kurul tarafından kontrol ediliyordu. Bu ayrım gerçekten niye vardı belli değil ama yerli filmcilere eziyet çektirdiği açıktı. Yabancı film ithal edenler gibi yerli film yapan firmaların da nerdeyse tamamı İstanbul’daydı. Filmin senaryosunun Ankara’ya götürülmesi/gönderilmesi, onayının beklenmesi ve geri gönderilen dosyaların adrese ulaşması bir iki aylık bir süre kaybı demekti. Ardından filmin kendisinin kontrole götürülmesi, değişiklik istenirse bu sürecin baştan tekrarlanması hem zaman hem para kaybına neden oluyordu.[7] Yabancı filmler ise İstanbul’daki ithalatçı firmalar tarafından kolayca kurula götürülüyordu ve hemen hiç sansüre uğramadan kısa sürede işleri hallediliyordu.
Yabancı filmlere kolaylıklar sağlanırken Türk filmi yapanlara uygun görülen bürokratik, ekonomik ve yasal engel ve eziyetlere bakınca iktidarların Türk sinemasına sürekli bir düşmanlık beslediklerini düşünmeden edemezsiniz. 50’lerin başlarında yılda ithal edilen 400 yabancı filme verilen dövizlerin boşa gittiği ve zaten bunların çoğunun sıradan kötü filmler olduğu belirtiliyordu. Sınırsızca ithal edilebilen yabancı filmler de yerli filmlerin daha fazla ve daha yaygın gösterilmesini engelliyordu. Türkiye’de yerli sinemaya nefes aldırılmazken örneğin Fransızların bizdeki gibi 350-400 değil 6000 sinemaları olmasına karşın yılda ithal ettikleri film sayısı yalnızca 200’dü.[8] Türkiye’de yabancı filmlere bu ayrıcalık neden ve nasıl verilmiş olabilir?
Metin Erksan‘a “Devlet sinema için ne yaptı?” diye sorulduğunda şöyle cevap vermişti: “Devlet hiçbir şey yapmadı. Yalnız uzaktan bu olgulara baktı! Devlet ilk günden beri yabancı filmi özgür getirtti. Liberasyon listesi diyorlar, isteyen istediği kadar çekilmiş, dolu film getirir. Ama ham film, boş film getiremezsin. O kotada! Kota demek, devletin verdiği döviz kadar boş, çekilmemiş film getireceksin demektir. Devlet kota çıkaracak, dolar verecek, film getireceksin. Film çekim araçlarını, film laboratuvarı araçlarını kota ile getireceksin. Müthiş bir gümrük var. Şimdi sen yabancı sinemayla savaş edeceksin. Dışarıdan geliyor senin filmin, yani senin cephanen dışarıdan geliyor ve sen bir de bunlarla yabancı sinema ile yarış edeceksin, yarış da ediyorsun… Bu arada zaman zaman dışarıdan bize negatif gelmesi, ham film gelmesi çok zorluklar içine bindi. Bu zorluklar yalnız döviz olarak olmadı. Yani döviz bulamamaktan olmadı. Türk sineması ne zaman ki çok büyük paralar kazanıp, halka yayılmaya başladı, yabancı filmlerin gelirleri azaldı, işte o zaman yabancı sinemacılar oradaki hammadde yapan firmalara (zaten kendi firmaları onlar, çokuluslu şirketler) Türkiye’ye ham film göndertmedi! Bu hiç aranmadı bugüne kadar! Batı kapitalizminin ve emperyalizminin Türk sinemasına sömürgecilik davranışını, Türkiye’de hiçbir solcu, devrimci araştırmadı! Bir keyfiyet var! Çünkü Türk sineması uzun zamandan beri eleştiri yazılarıyla idare ediliyor. Eleştiriyle sinema sanatı ne olur? Bunlar hiç araştırılmadı! Unutuldu bütün bunlar. Bellek yok. Arşiv yalnız filmlerin bir araya konması demek değildir. Türk sinemasının para kaynakları nedir? Türk sinemasının para kaynağı Türk milletinin cebidir! Bugüne kadar ne devlet ne de bankalar Türk sinemasına bir kuruş para yatırmadı, kredi açmadı. Devlet destekleyeceğine köstek oldu. Sansürle mahvetti Türk sinemasını.”[9]
Devletten yıllarca istenen desteklerden biri olan sinema eğitimi verilmeye başlanması 70’leri, kredi verilmesi ancak 90’ları buldu. Belediyelerin aldığı verginin 1948’de %25’e indirilmesi önemli bir gelişmeydi ama vergi konusunda daha fazla kolaylık sağlanması, yerli film gösterme zorunluluğu getirilmesi gibi istekler kabullenilmedi. Bugün sinemacılara bireysel olarak verilen film yapım yardımlarının ise Türk Sinemasına yararı fazlasıyla kuşkuludur. Çeyrek asırdır bu yardımlar yapılmakta ama devlet yardımıyla yapılan filmlerin kaçını görebiliyoruz? Çoğu yapım doğrudan bakanlık raflarına kaldırılıyor. Bunların niteliği nedir, Türk Sinemasına katkısı nedir diye sorgulamamız ve sinemaya aktarılan kaynakların geri dönüşünün ne şekilde gerçekleştiğini doğru değerlendirmemiz gerekir. Her iktidarın elinde yeniden şekillenen politik yapılardan destek alan sinemacılar, bireysel yararları peşinde koşmak yerine devletten örneğin büyük ve kapsamlı bir stüdyo yapılmasını isteyebilirler. Milletvekillerinin Meclis lokantasında 6 liraya kavurmalı pilav, 2 liraya bademli keşkül yiyebildikleri gibi bağımsız sinemacılar da çok uygun fiyatlarla bu stüdyolardan yararlansa herhalde çok daha hayırlı bir iş yapılmış olurdu.
1953’te Semih Tuğrul Dünya gazetesindeki köşesinde Rene Clair’den aktararak “Filmciliğin yaşayabilmesi, gelişebilmesi için devletin bu sanata ilgi göstermesi gerektiğini, devletten himaye ve yardım görmeyen bir filmciliğin eninde sonunda ölüme mahkûm olacağını” söylüyordu.[10] Türk Sineması devlet tarafından himaye görmek bir yana sürekli dayak yiyip durmasına rağmen ölmedi, varlığını korudu ve koruyacaktır da. Halk Türk filmi izlemeye her zaman hazırdır. Sinemamızın, en başından beri ayakta kalmaya çalışan ticari işletmelerin eseri olduğunu unutmamak, yıllar boyunca devlet desteği görmeden sayısız engellemelere karşın var olma savaşı verdiğini akılda tutmak gerekir. Amacımız iyi ve değerli filmlerin sayısını artırabilmek, seyircilerin film izleme zevklerini olgunlaştırmak, uluslararası saygınlığını perçinlemiş bir sinema oluşturmak olmalıdır. Bunu yaparken devletin sinemaya sansürle destek vermeye kalkması ise kabullenilemez.
Öteki Sinema için yazan: Murat Kirisci
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
[1] Serdar Öztürk, Erken Cumhuriyet Döneminde Sinema, Seyir, Siyaset (Elips Kitap, Ankara 2005)
[2] Şahap Balcıoğlu, “Filmciliğimizin Bugünkü Durumu”, Yıldız, S:55 (1953) s.13
[3] “Sansür” Akis, S:424 (1962) s.33
[4] “Sansür: Sinemanın En Önemli Konusu”, Ataç, S:1 (1962) s.30
[5] Burçak Evren, “Bu Yıl Sinemamız…”, Milliyet Sanat, S:212 (1976) s.22-26
[6] “Hangi Türk Sineması?”, Argos, S:12 (1989) s.147
[7] Vehbi Belgil, “Film Sansürü”, Dünya, 10 Aralık 1953
[8] Semih Tuğrul, “Filmcilik ve Devlet II”, Dünya, 10 Eylül 1953
[9] “Hangi Türk Sineması?”, Argos, S:12 (1989) s.145
[10] Semih Tuğrul, “Filmcilik ve Devlet”, Dünya, 8 Eylül 1953
[/box]