Bir Cesede Aşık Olan Adam!

Bundan sonra her ay, dönemine göre hayli cüretkâr ve sarsıcı olduğunu düşündüğüm sağlam bir “kült film” tavsiye ediyor olacağım. Bu filmlerle ilgili birden fazla yazı yazmayı düşündüğüm için, ilk etapta okuyacağınız yazılar daha çok film hakkında merak uyandıran, iştah kabartan birer giriş metni şeklinde olacaklar. Daha sonra filmleri izleyenler için hayli detaylı birer inceleme yazısı da kaleme alacağım. Söz. Bu bağlamda bu “kült filmler yazı dizisi”nde ilk durağımız, bir tür fetişist görsel şoklar müzesini andıran, sado-mazoşist öğelerle tıka basa dolu “Singapore Sling” (1990). Bu filmi bana bir dostum tavsiye etmişti, zaten o boş film önermez. Ben 1990 tarihli filmin adını duyana kadar, ne filmin siyah-beyaz olduğunu, ne bu kadar “açık-saçık” öğeler barındırdığını ve bu denli “sert” bir film olduğunu, ne bir Yunan yönetmen tarafından çekildiğini, ne de ‘Singapore Sling’in meşhur bir alkollü kokteylin adı olduğunu biliyordum.

Birçok güzel filmde olduğu gibi, inanılmaz bir yağmurla başlıyor hikaye. Adeta bardaktan boşanırcasına yağan yağmur, merdivenlerden, oluklardan aşağı doğru akıyor. Fonda harikulade bir müzik, biraz da tanıdık sanki… Çeşit çeşit bitki ve ağaçlardan oluşan “zengin-işi” bir bahçeye kısa kesmeler atıyor kamera. Siyah bir araba kaportasına vuran şiddetli yağmur tanelerini gördüğümüz anda gerilimi yükselten tınılar işitiyoruz. Bahçeye geri dönüyoruz, bu sefer müzik tedirgin notalarla yoluna devam ediyor. Bahçede ne varsa sırılsıklam ıslanmış durumda. Yağmur herşeyle tek tek kucaklaşıyor sanki. Başka bitkiler görüyoruz, olukları, merdivenleri tekrar görüyoruz. Ardından bu sefer arabanın bagajına yapılan bir çekimle devam ediyor görüntü. Sonra yakın çekimde aynı bagajı tekrar görüyoruz. Bu işte bir iş olduğunu hemen çakıyoruz tabi.

singapore sling 4

Sonra şok edici görsel imgeler peşpeşe kaplıyor ekranı. Bir kadın görüyoruz, şapkası, yağmurluğu ve tuhaf bir gözlüğü var ve sanki elinde kürekle o yağmurda toprağı kazıyor gibi. Çukur mu kazıyor ne? Sonra elinde kovayla içinde bulunduğu çukurdan su çıkarırken görüyoruz onu. Yahu bu kadın çukur kazıyor. Ve bu kadın yarıçıplak, hatta çıplak! Üzerinde yağmurdan sırılsıklam olmuş, çamurdan pislenmiş bir gecelik var ama her yeri gözüküyor. Dur bi dakka bu o kadın değil, aman Allahım karşımızda bir değil, iki kadın var. İkisi de aşağı yukarı aynı şekilde giyinmiş iki kadın yağmurlu bir gece vakti bahçede kocaman bir çukur kazıyorlar. Hani şu insanlar öldüğü zaman içine gömdükleri o kocaman çukurlardan. Ve oldukça yorulmuş olmalarına rağmen kadınlar gayet mutlular gibi. Bir tanesi ara verip, soluklanmak için güç bela çukurdan çıkıyor, büyükçe bir mataradan biraz su yudumluyor ve diğer kadına uzatıyor. İşte o an genç kızın dudaklarından dökülen sözcüklerle bir kez daha ürperiyoruz çünkü aralıksız yağan yağmurun altında, gece vakti kazmakta olduğu çukurun içinde çalışmaya devam eden diğer kadının annesi olduğunu öğreniyoruz. Evet, annesi!

Bir sonraki sahnede bir üst-ses, o kara filmlere özgü bir ses tonuyla içinde bulunduğu durumu ve kendisini oraya getiren nedenleri anlatmaya başlıyor. Bu bir erkek sesi. Fonda yine tanıdık bir müzik. Ve ekranda ilk başlarda gördüğümüz siyah araba. Hava yağmurlu, aynı gecedeyiz. Anlatıcı o geceden anımsadıklarını bizlerle paylaşmaya başlıyor. Silüeti de yavaştan ekranda belirmeye başlıyor. Yağmurda yerde, cebindeki içki şişesiyle oturan bir derbeder bu. Sarhoş olduğunu, umarsızca içtiğini ve birçok şeye dair umudunu yitirdiğini öğreniyoruz. Büyük bir ümitsizlik içinde varoluşunu özetleyen adam tam bir kaybeden portresi çiziyor. Arkadaşları olmayan, beş parasız, evsiz ve yalnız erkeklerden biriymiş bu, hani şu hiçbir yere varmayacağını bile bile çoktan kaybettiği kadınların peşinden çaresizce koşturmaya devam eden sefil tiplerden biri. En azından beyanı bu yönde. Yakın çekimde elinin üzerinde içki mi kan mı olduğu pek anlaşılmayan bir sıvı olduğunu görüyoruz. Üst-ses (adam) anlatmaya devam ediyor. Adamın sevdiği kadının adı Laura’ymış. Yıllar önce tanıştığı Laura’yı elinden kaçırıp, izini kaybedeli 3 yıl olmuş. Ne zaman yasemin kokan bir genç kız yanından geçse Laura yeniden aklına düşüyormuş ve yeniden onu aramaya başlıyor ve sonunda bulduğu sadece bela oluyormuş. Buraya gelişinin de sebebinin bu olduğunu öğreniyoruz. Demin çukur kazılan evin yanında olduğumuz netleşiyor ve yeniden belasını bulacağını da kestirmek güç olmuyor. Daha bunları düşünür düşünmez, adamımızın dinlenmekte olan kadınları ve açtıkları çukuru çoktan fark etmiş olduğunu ve dahası, adamın kısa bir süre önce bir şekilde sol omzundan silahla vurulmuş ve çok kan kaybetmiş olduğunu öğreniyoruz. Evet demin gösterilen koyu sıvı, kanmış. Aslında bu kadınların adamla bir ilgisi olmadığı gerçeğine uyanıyoruz. İlginç. Amacı kadınların yaşadığı eve sızmak olan adam arabanın arka koltuğuna sürünerek giriyor ve orada bayılıyor. Kadınlar da çamurlu yüzeyde dizleri üzerinde ilerleyerek bir çalının dibine yaklaşıyorlar ve oradan bir erkek cesedini ayaklarından çekip sürükleyerek çukura getirmeye çalışıyorlar. Yağmur dinmiş gibi. Heyecanımız ikiye katlanıyor. Erkek cesedi yerde sürüklenirken, kamera adamın gövdesine bir yakın plan atıyor ve adamın karnının inip kalkmasından halen nefes almakta olduğunu irkilerek öğrenmiş bulunuyoruz. Adam halâ hayatta! Bu bir ceset değil! Ya da henüz değil. Genç kız zavallı adamcağızı çukura doğru çekerek sürüklüyor ve bir an duraklayıp, doğrudan kameraya dönüp bize aynen şöyle diyor: “Bahçede bir gece. Şöförümüzün defin işlemi.”

singapore sling 3

Ardından beraber cesedi taşıyıp, kazdıkları çukura götürüyorlar, her yer çamur. Ölmek üzere olan “şöför” taşıma sırasında hafiften sola doğru yan yatırılınca, son bir can havliyle toprağı sıkmaya çalışıyor, aynı anda, deşilmiş karnındaki iç organların adeta kaçışmaya çalıştıklarına şahit oluyoruz. İçorganlar çamura dönmüş toprağa dökülüyorlar. Anne-kız dağılan içorganları avuçlayıp yeniden karın boşluğuna dolduruyorlar. İnanılır gibi bir görüntü değil. Bu filmi 1990 yılında, Atina’da bir sinema salonunda ilk kez izlemek nasıl bir deneyimdi acaba diye ister istemez düşünüyor insan. Adamı getirip çukura sallıyorlar, anne bir kenara geçiyor, belli ki çok yorulmuş, bir sigara yakıyor. Kız küreği alıp, çukuru doldurmaya başlıyor. Derken adam son bir çırpınışla çukurdan çıkmaya çalışıyor. Eldivenli sol eliyle çukurun yanı başındaki çamurlu toprağı sıkıyor (sadece sol kolunu görebiliyoruz), belli ki hafiften doğrulmuş belki de kalkmak, çıkmak üzere, genç kız bunu farkedip, gülümsüyor ve adamın elini acımasızca eziyor, eziyor, eziyor. Ve çukura geri itiyor. Derken bu sefer adam, iki eliyle çukurun yanı başında oturup, sigarasını tellendirmekle meşgul olan kadının ayaklarına sarılıyor yalvarır gibi. Sadece kollarını görebildiğimiz şöförün, annesinin çizmelerine yapıştığını gören kız elindeki kürekle adama iki defa gaddarca vuruyor. Çıkan sesten ve kollarına sıçrayan koyu sıvıdan (belki de kan) kafasına vurduğunu tahmin ediyoruz. Bayılan adamın kollarını -halsiz bir şekilde- çukura düşerken görüyoruz. Üstüne çelenge benzer bir çiçek çemberi atıyorlar, tam eve döneceklerken, elinde kürekle aniden dönen kız, annesinin –kürek darbesiyle- de çukura düşmesine neden oluyor. Tıpkı Charlie Chaplin filmlerindeki gibi…

“Singapore Sling”in (1990) bu 9 dakikalık açılış sahnesi, hem karakterleri az çok tanımamıza neden olan hem de şok edici detaylarla örülü hikayeye sert bir giriş yapan ve merak duygumuzu körükleyen tam bir kurgu şaheseri. İlk bakışta “Singapore Sling”in bir kara film mi, gerilim filmi mi, suç filmi mi, komedi mi, pastiş mi ya da ne menem bir sapkınlık filmi olduğunu bile anlayamıyoruz. Adı geçen türleri/tarzları bünyesinde ustalıkla eriten, benzersiz bir istismar filmi (exploitation) olduğunu film bitince öğrenmiş oluyoruz.

“Singapore Sling” (1990) söz konusu olduğunda, karşımızda gerçekten başka hiçbir filme benzemeyen sıradışı bir deneyim olduğunu öne sürebiliriz. Bir anne-kızın işledikleri cinayetlerle, hayata geçirdikleri fantezilerle (işkence, eziyet, ensest, oral seks ve tecavüz vs.) dolu acayip sado-mazoşist bir film bu. Hatta düpedüz pornografik! Tabii bu uçuk hikayeye sahip filmin ayaklarının yere sağlam basmasını sağlayan öğeler var. En başta, anneyi ve kızını canlandıran iki kadın oyuncunun, Michele Valley (anne) ve Meredyth Herold’un (kız), bıçak-sırtı rollerinin üstesinden gelmelerini sağlayan olağanüstü performanslarının hakkını teslim etmek gerekiyor. Oyunlarına büyük bir inandırıcılık katıyor olmasalar bu film anında çekilmez bir hâl alabilirdi. Özellikle, Sylvia Kristel’i andıran, kafayı üşütmüş, güzel kız rolünde Meredyth Herold’un gelmiş geçmiş en iyi kadın oyuncu performanslarından birini verdiğini düşünüyorum. Herold; zamanlaması, tonlaması, arasıra tıkanmaları/kilitlenmeleri, bakış, duruş, jest ve mimikleriyle gerçekten kusursuz bir iş çıkarıyor.

singapore sling 2

“Singapore Sling”in (1990) asıl başarısı ise hiç şüphesiz filmi yazan ve yöneten Nikos Nikolaidis’in yeteneğinden kaynaklanıyor. Nikolaidis, sahneler arasında o kadar dengeli ilerliyor ki, görsel şokların, ne alelade geçiştirilmesine ne de katlanılamaz boyutlara ulaşmasına izin veriyor. Nikolaidis’in görüntü yönetmeni Aris Stavrou ve kurgucusu Andreas Andreadakis’le uyumu da görülmeye değer. Üçü birlikte gelmiş geçmiş en iyi istismar filmlerinden birini inşa etmişler, valla helal olsun. Herşeyden önce “Singapore Sling” (1990) bir sinema filmi olduğunu size hiç unutturmuyor, çoğu zaman görüntüler görevi sözcüklerden devralıyor ve izleyicisinden hikayede neyin olup bittiği konusuna kafa yormasını talep ediyor. Hikayenin ana gövdesi kendi içinde ilerlerken, her biri başlı başına fetiş bir sekansı andıran yapılar ana gövdeye ustaca bir kurguyla eklemleniyor. İşte bu noktada, Nikolaidis, kimi zaman anlatıcı kullanarak sisli alanları aydınlatıyor (Dedektifin niye o eve geldiği veya Laura’ya ne olduğu gibi). Filmin siyah beyaz olması da tahmin edilenin aksine filmin gücünün ve etkileyiciliğinin artmasına hizmet ediyor. Özellikle o iğrenç mutfak/yemek sahnesi, işkence sahneleri ve açılıştaki canlı insan gömme sahnesi siyah-beyaz görüntülerle çok daha çarpıcı olmuş, orası kesin.

1990 tarihli filmin tam adı, “Singapore Sling: O anthropos pou agapise ena ptoma” yani “Singapore Sling: The Man Who Loved a Corpse”, bunu Türkçeye “Singapur Sling: Bir Cesede Aşık Olan Adam” şeklinde çevirebiliriz. “Singapore Sling” aslında 1944 tarihli bir kara filmden, Otto Preminger şaheseri “Laura”dan esinlenilerek çekilmiş. Dedektifin aradığı kadının adının Laura olması tesadüf değil, filmin hani o tanıdık gelen müziklerinin “Laura”nın müziği olması da. Nikolaidis hem bu kara film şaheserine bir saygı duruşunda bulunuyor hem de hikayesini insanın adeta aklını alan fetişistik öğelerle bezeyip, sinema tarihinin en acayip, en sıradışı, en dehşet verici neo-noir’larından birine çeviriyor. Nikolaidis’in yarattığı görsel doku, hipnotik müzikleri eşliğinde benzerlerine sadece David Lynch, Dario Argento ve Roman Polanski filmlerinde rastladığımız muazzam bir sinemasal güce ve yetkinliğe erişiyor. Nikolaidis’in bu başarısının tek bir filmlik bir tesadüf olduğunu sakın düşünmeyin. Bu sıradışı Yunan yönetmen, 67 yıllık ömrüne sığdırdığı, farklı tür, tarz ve üsluplarda çektiği bir avuç filmle dibimizde tarih yazmış haberimiz yok. İzleme fırsatı yakalayamadığım filmlerini de aradan çıkarınca Nikos Nikolaidis hakkında kapsamlı ve doyurucu bir yazı yazmayı düşündüğüm için şimdilik geçiyorum ama şu kadarını söyleyeyim, birçoğunuzun belki de ilk kez ismini duyduğu bu adam sinema tarihinin en kendine has, en sıradışı yönetmenlerinden biri. Benim de favorilerimden…

Önümüzdeki yıl yine bu yazı dizisi kapsamında, Nikolaidis’in “Tha se do stin Kolasi, agapi mou” (See You in Hell, My Darling; 1999) adlı kült filmini de ele alıyor olacağım. Siz bu arada ustanın “Singapore Sling: The Man Who Loved a Corpse”unu (1990) bir an evvel seyredin de, sürprizbozan (spoiler) dolu incelemem yayınlandığında eksik kalmayın. “Yahu zaten bir sürü sürprizi açıkladın, daha bizi şaşırtacak ne olabilir ki” demeyin, yukarıda yazdıklarım, bir buzdağının sadece görünen yüzü kadardır. Sert ve benzersiz bir sinemasal deneyime hazır olun ve sıkı tutunun. İyi seyirler…

Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Necrophobia (1995)

Frank van Geloven ve Edwin Visser imzalı Hollanda yapımı Necrophobia,
blank

La Chiesa / The Church (1989)

The Church İtalyan korku sinemasına aşina bünyeler için gerçekten zevkli