Sinemanın tarihsel süreci irdelendiğinde çeşitli furyalar görülür. Propaganda filmlerinden savaş filmlerine; belgesel sinemasından deneysel filmlere kadar çok sayıda tür, alt tür, yıllar içinde sinemaya dahil olmuştur. Korku sineması da bunlardan biridir ve yılların geçmesiyle birlikte ya dönemin atmosferine uymuş ya da kendi kurallarını oluşturmuştur. Korku sineması, diğer türler arasında hiç şüphe yok ki farklı bir yer tutar. Hiç değilse bile en azından kendi tutkulu seyircisine sahiptir. Çocukları, gençler ve yetişkinleri, yani her yaştan seyirciyi içine alır. Muhakkak diğer türler için de benzer yaklaşımı sergilemek mümkündür ancak az önce bahsettiğimiz “tutku”, korku filmleri için daha baskındır denilebilir. Forrest Ackerman gibi büyümeyen bir çocuk ile henüz ilköğretim çağında olan bir çocuğu aynı sinema salonunda görmek her ne kadar alışılmadık bir durum gibi olsa da, konu korku sineması olunca pek ala mümkündür. Bu durum da korku sinemasının ticari hamleleri başarıyla yapabilen bir tür olduğunu gösterir. Çoğu zaman kendini tekrar etse de, yenilikçi olmayı bir şekilde başarır.
Bu girişin ardından asıl konumuza geçebiliriz: Korku sineması “teenager” (yeniyetme) furyasını ne zaman yarattı? Her daim hedeflenen gençler miydi? Çocuk ve yeniyetme denilen yirmi yaşının altındaki oyuncular korku sinemasının vazgeçilmezleri miydi? Bu tarihsel süreci detaylı değil ancak genel hatlarıyla anlatmaya çalıştığımızda cevaba doğrudan ulaşabiliriz.
Sinema, deneysel başarısını kanıtlayıp bir sanat akımı olarak yükseldiğinde yetişkin seyircilere hitap etmekteydi. Filmlerde yer alan oyuncular da tecrübeli ve yaşça büyük aktör ya da aktrislerdi. Ticari yönü ağır basmaya başlayana kadar da bu çizgisini muhafaza etti. Daha sonra büyüyen sektör dengelerin değişmesine neden oldu. Ancak tek bir gerçek vardı ki, o da sürekli değişim ve yenilik peşinde olmasıydı. Bu yüzden her yaştan oyuncuyu sektöre dahil ederek yıldız mertebesine ulaştırmayı başardı.
‘İlk Yıllar, İlk Gençler…‘
Sinemanın yıldızlaştırdığı ilk çocuk oyuncu tartışmasız Shirley Temple’dir. Kıvırcık saçları ve sevimliliğiyle çok sayıda filmde yer almıştır. Hollywood ise yarattığı küçük yıldızını gişede başarı yakalayan filmler ile en iyi şekilde kullanmasını bilmiştir. Ancak Temple’ın yer aldığı filmler korku sineması ve çevresinde cereyan eden türlerin çok dışındadır. Yine 30’lu yıllarda Temple’dan daha büyük bir oyuncu olan 17 yaşındaki Judy Garland, Victor Fleming’in ölümsüz eseri olan “The Wizard of Oz” (Oz Büyücüsü, 1939) filminde yer alır. Korku olmasa bile fantastik bir serüvene dahil olan Garland sinema tarihinin en başarılı filmlerinden birinin içinde önemli bir görevi üstlenmiş olur. Ancak herhangi bir furya için öncülük görevini üstlenmez.
Korku sineması altın çağını yaşadığı yıllarda çocuk oyuncuları kullanmaz. Çünkü hedef kitle yetişkinlerdir ve yaklaşık 20 yıl daha bu kuralı değiştirmez. Universal’ın yarattığı klasik canavar filmleri içinde çocuklar, ya da yeniyetmeler fazla şans bulamaz. “Frankenstein” (1931) filminde Marilyn Harris kültleşmiş göl sahnesinde yer alır. Aslında bu kısa sahne filmin dönüm noktalarından, aynı zamanda en etkili sahnelerinden biridir. Çünkü Maria adlı küçük kız, Frankenstein’ın çirkin görünümüne bakmaksızın onunla oyun oynamak ister. Böylece insanlar tarafından dışlanan ve önce kaçmaya zorlanan, sonra öldürülen yaratık, küçük bir kız ile arkadaşlık kurmuş olur. Ancak istemeden de olsa onu göle atarak ölümüne sebep olur (roman uyarlamasında kız ölmez).
Bu anlamlı sahne, korku sinemasını şekillendiren Universal döneminde dikkat çeken örnektir ancak bu klasik başyapıt haricinde ön plana çıkan çok fazla sahne bulunmaz. Özellikle Hollywood korku sinemasının o yıllarda seçtiği konuları itibariyle de filmler içinde yer alması beklenemez.
‘50’ler ve Teenager Çılgınlığı‘
50’li yıllar ise korku sineması içinde derin değişiklikler meydana getirir. Genç ve yakışıklı oyuncularla birlikte güzel kızların yer aldığı “plaj filmleri” furyası yaratılır. Buradaki hedef kitle ise şüphesiz ki genç seyircilerdir. Ancak bunlar gençlik filmleridir, müteakiben korku sineması da bu furyayı yakalamasını bilir. Amerikalı yapımcı Herman Cohen, bu durumu istismar etmek için Vampir, Frankenstein’ın yaratığı ve Kurt Adamı kullanır. Genç oyunculardan faydalanır, mekan olarak okul ya da gençlerin bulunduğu yerleri seçer. Canavar rolleri ise ya güzel bir kıza ya da yakışıklı ve kaslı oyunculara verilir. Film isimleri ile de gençler hedef alınır. 1957 yılında “Blood of Dracula” (Drakula’nın Kanı, 1957) “I was a Teenage Werewolf” (Yeniyetme Bir Kurtadamdım, 1957), “I was a Teenage Frankenstein” (Yeniyetme Bir Frankenstein’dım, 1957) filmlerinin yapımcılığını üstlenir, bir sonraki yıl ise “How to Make a Monster” (Nasıl Canavar Yaratılır, 1958) ile başlattığı akımı devam ettirir. Cohen ile birlikte korku sineması bariz bir şekilde genç seyircilere hitap etmeye başlar, B yapımı filmler de olsa genç oyuncular korku filmlerinde yer alır. Hatta yeni yaratılan bu furyada film isimleri de değişiklik gösterir:
• “Attack of the Puppet People” (Kukla İnsanların Saldırısı, 1958) a.k.a. “I Was a Teenage Doll”
• “Teenage Cave Man” (Yeniyetme Mağara Adamı, 1958)
• “Teenage Monster” (Yeniyetme Canavar, 1958)
• “Teenage Zombies” (Yeniyetme Zombiler, 1959)
• “Konga” (1961) aka “I Was a Teenage Gorilla”
(Film isimlerinde ‘Teenage’ kelimesinin kullanılması bir pazarlama stratejisidir.)
Bu durum salt tek bir sebepten kaynaklanmaz. Televizyonun evlere girmesiyle sinema salonları, daha genel bir ifadeyle sinema kültürü, gençlere devredilir. Televizyon ile rekabet halinde olma zorunluluğu doğan sinema sektöründe ise başta 3-D olmak Sinemaskop gibi teknolojiler de bu dönemde gelişme gösterir. Olgun seyirciler evlerine çekilirken, hedef kitle gençlere yönelir ve filmlerin, özellikle korku filmlerinin konuları da gençlerin ilgisini çekecek türden olur. Her ne kadar büyük bütçeli filmler ile yetişkin seyirciler hedeflense de (diğer türdeki filmler), özellikle arabalı sinemalarda gösterilen B yapımı filmler yeniyetme seyircilerden beslenir. Böylece korku sineması gençlere yönelmeye ciddi anlamda başlar ve sonraki yıllarda bunu arttırarak devam ettirir.
İkinci patlama ise 80’li yıllarda yaşanır. Bu sefer katalizör işlevini dünya genelinde hızlı bir şekilde yayılan video ve onun sağladığı devasa pazar payı görür. Çünkü sinema ekranlarına aktarılamayan çoğu senaryo video ile geniş kitlelere, hem de çok ucuza pazarlanır. Alıcı ise yine çoğunlukla genç seyirciler olur. Sinema salonlarından videokasetine aktarılan filmlerden başka doğrudan video piyasası için çekilen filmler de olur; renkli kapakları ile arz talebini şekillendirir.
‘Kes Biç Çek: Slasherlar‘
Bu süreç içerisinde korku sineması bir alt tür de doğurur. “Slasher” adı verilen bu türde konular benzerlik gösterirken, kurbanlar çoğunlukla gençlerden seçilir. Bazen asi gençler kurban olurken (ki böylece korku sineması nosyon olarak ders verme amacını güder, sosyal ve ahlaki normların dışından kalanları cezalandırmış olur) bazen de sıradan gençler ölümü tadar. Hangi mizaca sahip olurlarsa olsunlar simgelediği karakterler dönemin kültürel özelliklerini taşır. Slasher filmleri ise geçen zamanla birlikte kült mertebelerine ulaşır:
• “Halloween” (Yabancı, 1978)
• “Friday the 13th” (13. Gün, 1980)
• “A Nightmare on Elm Street” (Elm Sokağında Kabus, 1984)
• “The Return of the Living Dead” (Yaşayan Ölülerin Dönüşü, 1985)
(Tüm filmlerde kurbanlar yeniyetmelerdir. Bir diğer ortak özellik ise çok sayıda devam filmlerinin olmasıdır, ki bu da slasher filmlerinin ne ölçüde talep gördüğünü gösterir.)
80’ler korku sinemasının en ayırt edici özelliklerinden biri de içerdiği mizah öğeleridir ve bu zor dili, kimi örneklerde başarıyla uygularken, kimi örneklerde ikinci sınıf yapıtlara dönüştürür. Tüm karmaşık anlatım dili içerisinde ise gençlik problemlerini işler. Bu da çoğunlukla ergenlik dönemindeki aşklar, ilişkiler ve bunların neden olduğu acılardır. Aşırı uçlardaki cinsellik ya da bastırılmış cinsellik, cinselliğe ilk adım atan izleyici profili düşünüldüğünde çok mantıklı bir seçimdir. Kendi yarattığı akımı ve dönem müziklerini de içine aldığında (50’lerin filmlerine de o dönemde doğan Rock’n Roll hakimdir) karşımıza hep benzer örnekler çıkar:
• “My Best Friend ise a Vampire” (En İyi Arkadaşım Bir Vampir, 1987) a.k.a “I was a Teenage Vampire”
• “Teen Wolf” (Genç Kurt, 1985)
• “Teen Witch” (Genç Cadı, 1989)
(Tüm filmler lisede geçer ve lise çağındaki karakterlerle ilgilidir. Film isimleri ise 50’li yıllardaki akımın bir şekilde devamıdır.)
Böylece korku sineması temel malzemelerinden birini bulur ve bunu günümüze kadar devam ettirir. Bu süreç içerisinde çizgisini muhafaza eder, doğal olarak dışına çıktığı zamanlar da olur. Bununla birlikte salt korkuyu yaratmak için masum olandan -çocuklardan- faydalanmayı da ihmal etmez. “Village of the Damned” (Lanetliler Kasabası, 1960) ve “Children of the Damned” (Lanetli Çocuklar, 1964) filmleriyle korku saçan bir grup çocuğu anlatırken, tekil dehşeti anlatan öncü film “The Bad Seed” (Kötü Tohum, 1956)da sevimli bir çocuğun içindeki kötülüğü her sahne ile birlikte açığa çıkarır. Düşük bütçeli Romero’nun başyapıtı “Night of the Living Dead” (Yaşayan Ölülerin Gecesi, 1968) filminde ufak bir zombi kız annesinin cesedini yer. “The Exorcist” (Şeytan, 1973) filminde Şeytan küçük kızın içine girmiştir. “The Omen” (Kehanet, 1976) filminde olduğu gibi masum ve bebek yüzlü bir çocuk aslında şeytanın varisiyken, “Rosemary’s Baby” (Şeytanın Yavrusu, 1968)nda o Şeytan henüz doğmamıştır. “It’s Alive” (Yaşıyor, 1974) filminde da mutant görünümlü bir bebek doğar doğmaz ölüm saçar. Stephen King’in romanından uyarlanan “Children of the Corn” (Mısır Tarlası Çocukları, 1984)nda bir grup çocuğun vahşete dayanan tutumları anlatılırken, yine King’in “Pet Sematary” (Hayvan Mezarlığı, 1989) filminde küçük ve sevimli bir çocuğun korkutucu kimliğe bürünebileceği gösterilir. “Child’s Play” (Çocuk Oyunu, 1988) filminde masum bir oyuncak korku imgesine dönüşürken, “Poltergeist” (Kötü Ruh, 1982) ve “The Shining” (Cinnet, 1980) filmlerinde biri kız, diğeri erkek çocuk korkunun merkezine sıkışır. Uzakdoğu sineması ise Kaidan-Eiga filmlerinde çocuk oyunculardan çokça yararlanır. Daha pek çok sayıdaki örneklerle korkunun boyutu değişmiş olur, dehşetin her yerde ve herkes tarafından yaratılabileceği gerçeği izleyenlerin zihnine yerleşir.
Günümüze gelindiğinde ise sinema her zamankinden daha çok gençlere yönelir. Aksiyon dolu sahneleri içeren ya da müstehcen görüntüler barındıran komedi filmlerinden başka korku filmleri de yine aynı rotayı takip eder, konularını günümüz kültürüne uyarlar. Bir yandan da yeniden yapımlara imza atar, eski filmleri genç ve güzel-yakışıklı oyuncularla bir kez daha çeker, hatta “slasher” kahramanlarını tekrar hayata döndürür, katil-kurban kovalamacısını işler. Bu sefer çok daha geniş kitlelere hitap edilir, çünkü bilgisayar teknolojisi her türden filme kolayca ulaşılmasını mümkün kılar. İzleyici profili ise okul çağı öncesine kadar düşer!
Tüm bu gelişmeler ile gençler-çocuklar hem kameranın önüne, hem de sinema salonlarındaki koltuklarına iyice yerleşmiş olur. Mevcut statüko da bu durumun kolayca bozulmayacağına işaret etmektedir. Kısaca korku sineması, klişelerini bırakmayacağı gibi, klasik canavarlarından vazgeçmeyeceği gibi, gençleri filmlerinde kullanmaktan ve genç izleyicilere hitap etmekten de asla vazgeçmeyecek gibi gözükmektedir.
Korku filmlerinde hep eksik bir şey olur: Düşünce. Şimdilerde bunu deniyorlar. Bir de o kadar çizgiroman uyarlaması var ama 1970’lerin ‘Vampirella’sında ve ‘Korku’sunda yer alan bilimkurgu-korku melezi öyküler henüz hiç film yapılmadı. Diğer bir deyişle, korku türü tek başına sakil kalıyor. Tamam, tür filmleri duygu doyurur ve korku da temel bir duygudur ama düşüncesiz duygu, 21. Yüzyıl’da sakil bile kalmıyor. ‘Yürüyen Ölüler’in dizi filmi sinema olarak makul yolda görünüyor (henüz tamamını izleyemedim). Korku-komedilerin tamamına yakını kantarın topuzunu kaçırıyor. En iyisi, bilimkurgu-korku melezi ama kastettiğim ‘Alien’ değil, ‘Predators’ta başarılamayan vektör. (Bu konuda yeni bir metin yazmam gerektiğine karar verdim ve burada noktalıyorum.)