BU MASAYA Bİ KUPLE AKSİYON ALABİLİR MİYİZ?
Artık 80’ler aksiyon trendleriyle süslenerek soframıza ver edilmiş sinemasal mahsullerin haber değerini yitirdiği bir döneme girdik. Çok garip, şunun şurasında 80’ler ruhunu çağırma seanslarına sevinmemizin, perdede Chuck Norris’i görünce heyecanlanmamızın ya da Stallone’un suratında patlayan efsanevi Van Damme tekmesinin üzerinden hepi topu kaç yıl geçti ki? Gel gelelim günün sinemasal trendlerine boca edilen hemen hemen her yapımın köşesini bucağını eşelediğimizde, altından gürül gürül 80’ler fışkırmaya başladı. Bir noktaya kadar eğlenceli bulduğumuz bu furya da haliyle her güzel şey gibi yavaştan ekşimeye başladı, sündürüldü ve kaçınılmaz olarak da suyu çıktı!
Yönetmenliğini Ekachai Uekrongtam’ın üstlenmiş olduğu minik çaplı bir all star derlemesi olan Skin Trade’in de bahsi geçen bu güncel ayak izlerini takip ettiğini söyleyebiliriz. Fakat Uekrongtam’ın aksiyon güzellemesinin, sıradan emsallerinin bir adım önünde durduğunu da belirtmeden geçmek olmaz! Hiç değilse karşımızda “bakın bu her haliyle bir 80’ler filmi” iddiasında bulunarak bütün paçozluklarını halı altına süpürme kolaycılığına sığınan bir film yok bu sefer…
Karşımızda yine her zaman olduğu gibi abartılı diyaloglardan, katledilen ailenin intikamına; “dostunu ben öldürmedim!” önermesine kulak tıkayan iyi polislerden, oğlu kevgire dönen kötü adamın gazabına kadar bir dolu aksiyon sineması klişesi duruyor. Öldürdüğü adamın arkasına kameraya doğru soğuk espriler patlatan karakterleri de kafi miktarda çalkalanmış bu aksiyon gazozuna gönül rahatlığıyla kapak edebilirsiniz. Uekrongtam’ın bir kısmı artık iyiden iyiye sevimsizleşen bu klişeler üzerine bir taş daha dikme gibi bir kaygısı zaten yok. Dolayısıyla klişelere aşina olan izleyici için bir nevi rotasyon uyguluyor. Yani özetle, bu türden maço aksiyon trendleriyle barışıksanız, Skin Trade muhtemelen dahil olduğu türün bilmem kaçıncı örneği olarak sizi memnun edebilir; Fakat hem görsel hem de içerik anlamında daha farklı bir tat arıyorsanız, filmi izlemekten vazgeçmeli ve yazının kalan kısmını okuma zahmetinden de kendinizi kurtarmalısınız!
Skin Trade, artık son yılların aksiyon modasına uygun olarak “üçlü kombo menü” geleneğini sürdürüyor. Bu sayede önümüzde biri emektar olmak üzere üç önemli aksiyon yıldızını çıkarıyor. Mark Golbatt’ın 1989 tarihli Marvel uyarlamasına benzemeyen Marvel uyarlaması The Punisher filminden yıllar sonra karşımıza alternatif bir Frank Castle modeli olarak çıkan Dolph Lundgren, Hızlı ve Öfkeli 7’de potansiyelini tam olarak kullanamamış olan ve batı sinemasına zıplayışı epey bir rötara takılan Tony Jaa ve tabi değeri çok çok geç anlaşılan deli fişek aktör, gönüllerin Spawn’ı Michael Jai White… Ekibin varlığı bizlere, kof içeriğini zengin koreografilerle kamufle edebilecek bir dövüş karnavalını haykırıyor gibi görünse de o kadar erken sevinmemek lazım! Nitekim Uekrongtham’ın filmi, takvimler 2015’i gösterdiği halde Nick Cassidy’nin, ciddiye almaya çalışırken zafiyet geçirebileceğiniz “paçozlukta” bir intikam öyküsünün içerisinde debelenerek vakit kaybediyor. Bu da, dinamik bir aksiyon filminden ziyade, birkaç parçaya bölünmüş ve koreografi anlamında zengin sayılabilecek birbirinden bağımsız mizansenlere tekabül ediyor.
Uluslararası arenada dönen seks köleliği mevhumuna parmağını dokundurması her ne kadar böyle bir film için takdire şayan olsa da; bütün meseleyi “evden ayrılmayın, yabancılara da güvenmeyin kızlar” tavsiyelerine tıkıştırması, filmin bu konudaki samimiyetini sorgulatmıyor değil hani. 4 kişiden oluşan senaryo ekibinin (ki senaristlerden biri de Lundgren) dönüp dolaşıp 80’lerde en çiğ örneklerini gördüğümüz kıssadan hisselere abanması, zaten somurtkan olan filmi iyice sevimsizleştiriyor.
Bu çakma sosyal sorumluluk gevelemelerini bir kenara koyacak olursak eğer (ki bu konuda zaten ekipten hiçbir beklentimiz yok), Skin Trade kötü bir aksiyon örneği değil ama ne yalan söyleyelim Jai White ve Jaa’nın varlığının daha dinamik bir dövüş resitaline ev sahipliği yapmasını beklerdik. Dolph Lundgren’in yaşından ve cüssesinden beklenmeyecek orta çaplı koreografik performansı, 60’ına doğru hızla yol alan aktöre saygımızı bir kat daha arttırırken (KAFALARI EĞİN SPOILER GELİYOR!!!) Tony Jaa ve Michael Jai White’ın filmin final noktasını oluşturan “boss fight” hadisesinin biraz daha uzun ve etkili olmasını beklerdik hani.
Ne yazık ki, koreografi başarısı, filmin silahlı çatışma sahnelerine sirayet etmemiş! Degmancılığa tekabül eden uzun çatışma sahneleri ve tabi son yıllarda karşımıza çıkan en “olmamış” kötü karakterlerden biri olan Viktor Dragovic’in sinir bozucu caka satış hamleleri, beşinci sınıf bir intikam öyküsüyle birleşince; film epey irtifa kaybetmiş. Tamam, bu türden şablonlara tamamen sırtını çevirerek çok cesur hamlelerde bulunulmasını istemiyoruz ama Gareth Evans’ın Baskın filminden bu yana değişen aksiyon trendlerinin biraz daha ciddiye alınmasını istemek; türü sevenler olarak en doğal hakkımız!
Artık iyiden iyiye “kötü filmlerin aranan yüzü” haline gelmeye başlayan Ron Perlman’ın en isteksiz performanslarından biriyle “onurlandırdığı” filmde, Peter Weller’ı da bir nevi konu mankeni olarak izlemek de gururumuza dokunmuyor diyemeyiz. Peki, sırf “duyduk duymadık demeyin 80’lere aşırı bayılıyoruz” mesajına tekabül eden Cary-Hiroyuki Tagawa’nın varlığına ne desek? Celina Jade gibi deli fişek bir hatunun fiziki becerilerini hiçe saymaları da cabası olmuş… Bütün bu özellikleri filmin “kaçan fırsatlar limited” paketini doldurdukça doldurmuş. Neticede türün iyi örneklerinden birini kotarabilecek bir ekipten, “türün yarına pek de uzanamayacak” standart bir çeşitlemesi çıkmış.
Son tahlilde Skin Trade’in kötü niyetli bir ürün olduğunu falan düşünmüyorum tabi. Hatta emsallerinin büyük bir kısmına oranla izleyicisini de türün kendisini de ciddiye alan bir film. Hatta türü o kadar çok ciddiye alıyor ki, noktasını virgülünü bile elleme cesareti göstermiyor dersem kimse bana bozulmaz sanırım. Fakat yine de daha cesur bir deneme olmayı hak etmiyordu desek yalan olur. Artık önümüzdeki maçlara bakalım… Çünkü aynı ekipten daha sert bir rövanş gelebilir!