“Ovaj tekst posvećujem svom osjećajnom prijatelju,
u želji da vam sve bude onako kako zaželite.”
Her şey değişir, insan da… Her an değişen ancak hiç değişmemesi istenen ve değiştikçe tuhaf bulunan bir türdür insan. “Keşke herkes ilk tanıdığımız gibi kalsa” temennisini bir başkası için dile getirmeyen ve tanıdıklarının hep değiştiğinden yakınmayan insan yoktur. Çevremizdekileri değişmekle itham etsek de, aslında kendimizin değişmiş olabileceğini aklımıza getirmekten kaçınırız. Kendimiz için doğal kabul ettiğimiz bu süreci, diğer insanlara yakıştıramayız ve sürekli başkalarının değiştiğini düşünürüz. Oysa insan değişir. Dün çok sevdiği, bugün aklına gelmez. Bugün hiç umursamadığı yarın kedere boğabilir. Bugün gülüp geçtiği yarın hayatının en önemli şeyi olabilir veya tam tersi. “Toplumsal bir hayvan” olan insan, gerek toplumla birlikte gerekse kendi başına değişebilir. İnsanın eğilimleri, fikirleri, değer yargıları, üretimi ve sevgisi toplumunkinden farklı yönde değiştiğinde çatışma kaçınılmazdır.
“Her şey akar” diyen Herakleitos “evrende tek değişmezin, değişimin kendisi olduğunu” söylerken haklıdır. Öyle olması istense de, değişim hep olumlu yönde olmaz, tabii olumlu yön kime ve neye göredir, çatışma iyi midir, kötü müdür, ayrı bir tartışma konusu. Sevgimiz, özlemimiz, hüznümüz, acımız, kederimiz de sürekli değişir, ya unuturuz ya da öyle derinleşir ki hayatımızın belki de ölümümüzün bir parçası haline gelir. Oysa bizler sevgimizin de acımızın da artmasının veya azalmasının kendi değişimimize bağlı olduğunu unutur ve “zaman her şeyin ilacıdır” deriz. Snijeg (2008) filmindeki karakterlerden biri olan Alma, satmak için yol kenarına çıkardığı turşu ve reçellere çarpan Hamza isimli biri ile tanışır. Kendisi yüz vermese de, yanındaki kadın Hamza’nın Alma’ya gösterdiği ilgiyi fark eder. Uzun bir süre sonra yeni birisiyle tanışıyor olmaktan dolayı duyduğu minicik heyecan, savaşta öldürülen kocasının annesi tarafından “daha kocanın ölüsü bile soğumadı” denilerek sert bir şekilde eleştirilir. “Kocasının ölüsünün soğuması” Alma’daki değişimin toplum tarafından kabul edilmesi için geçmesi gereken “zamanı” ifade eder aslında. Bu süreden çok önce veya çok sonra ortaya çıkabilecek değişim çatışmaya yol açacaktır.
Oysa köydeki en genç kadın olan ve tüm gününü turşu kurmakla, reçel yapmakla geçiren Alma böyle yaparak kocasının isteğini yerine getirdiğini düşünmektedir. Kimselere belli etmese de, akşamları girdiği sessiz, ıssız ve soğuk evinde uyuyamamakta, kocasından kalan eşyalara dokunarak geceler boyu ağlamaktadır. Hamza verirken almadığı ancak gizlice cebine konulan aynayı bulduğunda, uzun yıllardır ilk kez ve kısa bir an için mutlu olur. Bu aynayı kocasından kalan eşyaları sakladığı kutuya koyduğu hüzün verici sahne ise eskiyi unutmaktan çok önüne bakma ve yeni bir hayat kurma isteğini gösterir. Yeri gelmişken, Boşnakların sevdiklerine ayna vermeleri bir gelenek olmalı, eğer öyleyse çok güzel bulduğumu söylemeliyim. Umarım hala bu geleneği yaşatıyorlardır. Hediyenin maddi değerinin değil sevdiğinize sizi hatırlatmasıdır önemli olan ancak kapitalizm, aşkı da bir endüstriye dönüştürmekten çekinmez.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Kapitalist bir toplum, görüntülere dayalı bir kültüre gerek duyar; satın alma dürtülerini kışkırtıp sınıf, ırk ve cinsiyet gibi etkenlerin yol açtığı hasarları bastırmak üzere muazzam bir eğlence patlaması yaşanmasını ister. Kapitalizmin, sınırsız miktarda bilgi toplanmasına, doğal kaynakların sömürülmesine, düzenin muhafaza edilmesine, savaşlar çıkarılmasına ve bürokratlara iş uydurulmasına ihtiyacı vardır. Görüntü üretimi, ayrıca bir egemen ideoloji sağlar. Toplumsal değişimin yerini görüntülerdeki değişim alır. Görüntülerle malları çoğul biçimde tüketme özgürlüğü, özgürlüğün kendisiyle eşitlenir. Bu da görüntülerin sınırsız biçimde üretilip aynı şekilde tüketilmesini gerektirir.” (Susan Sontag, Fotoğraf Üzerine)
[/box]
Bir yazımda acı, kan ve gözyaşlarıyla “çıkarılmış” pırlanta ve elmas gibi metaların nasıl olup da insanın en “kutsal” duygularından olan aşk ile özdeşleştirildiğini, bir erkeğin sevdiği kadına nasıl başkalarının acısı ile elde edilmiş bir yüzüğü verebildiğini anlamakta zorlandığımı yazmıştım. Burada da benzer soruyu sormak zorundayım. İnsanlığımız, merhametimiz ve sevgimiz nereye gidiyor? Bunca zulüm içinde aşk yeşerebilir mi? Adorno’dan esinle, aşk endüstrisi, insanların gündelik yaşama bağlanmalarını sağlamak için sevgiliye para harcamanın “gerekli” olduğunu ve “küçük sürprizlerin” aşkın sürmesini sağlayan tek şey olduğunu dayatır.
Aşkın, sömürüye dayalı bir sektör üzerine inşa edilmesi yabancılaşmanın geldiği içler acısı durumu gözler önüne serer. Eğer aşk, anlatıldığı ve arzu edildiği kadar iyiyse, insanın fedakâr, merhametli, sevecen yönlerini ortaya çıkarıyorsa ve büyük çoğunluk âşık olduğunu iddia ediyorsa, içinde bulunduğumuz bu sefalet izaha muhtaçtır. Ya aşk dediğimiz şey, tamamen yanlış anlamaya dayanıyor ya da kimse “ideal” aşka ulaşamayarak, “-mış gibi” yaptığı için her şey daha da kötüye gidiyor. Bunları yazarken, Ercan Kesal’ın bir yazısını hatırladım. Bir arkadaşının kardeşinin kendisine dediklerini şöyle anlatıyordu. “Eşimi ilk gördüğümde mühendislik ikinci sınıftaydım. O günden sonraki on yılımın hemen her anında sadece o vardı. Ara sıra bakıyorum eski mektuplarımıza, aynanın kenarına sıkıştırılmış ve bugüne kadar taşıdığım küçücük notlara, yazdığım şiirlere. Aklımı kaybetmiştim sanki. Telefonda gece yarısı sesini duymadan uyuyamazdım. Avuçlarının içini öper, yanından ayrılırken kokusunu taşıyan bir eşyasını alıkoyardım. Evine yaklaşırken duraklarda beklemeye tahammül edemeyip otobüsten inerek koşmaya başlardım evine doğru. Sadece sarılır, öylece dururduk dakikalarca.” Ne kadar güzel, ne kadar dokunaklı ve ne kadar etkileyici değil mi? Böylesine güzel bir duyguyu “süslemek” için pırlantaya ihtiyacımız olduğu yönünde nasıl ikna ediliyoruz, asla anlayamayacağım. Sevdiceğine bir ayna vermenin yeryüzünün bütün pırlantalarından daha değerli olduğunu düşünüyorum.
Değişim konusunu bir örnekle bitirmek ve buradan filme geçmek istiyorum. Bir buğday tanesinin bile ekmek haline gelmesi çok uzun ve zorlu bir sürecin sonunda olur. Toprağın içine hapsedilen buğday tanesi, karanlık ve soğuk toprağın içinde çatlar ve o katı toprağı delerek dışarı çıkar. Toprak üstüne çıktığı zaman ise yağmurla, soğukla veya kuraklıkla baş ettikten sonra kızgın güneşin altında sararıp olgunlaşır. Ardından kesilerek topraktan koparılır, harmanda dövülür, değirmende ezilip öğütülür. Bu da yetmez, fırına yani ateşin tam ortasına atılır, pişirilir. Bir buğday tanesi ancak bu aşamalardan geçtikten sonra sofralarda bir “ekmek” olarak yerini alıyorsa değişimin yani insanın insanileşme mücadelesinin kolay olmadığını söyleyebiliriz.
Bu yazıyı yazarken, nerede ve ne zaman tanıştığımızı hatırlayamadığım hatta ismini bile unuttuğum, yaşı benden büyük bir arkadaşım aklıma geldi. 1996 yılı olmalıydı. Türki Cumhuriyetlerde ve Bosna-Hersek’te lokantalar zinciri olduğunu, “güvenilir bir adam” aradığını söylemiş ve “müdürlük” teklifinde bulunmuştu. Eski günlerde arada bir aklıma gelir ve teklifini kabul etsem nasıl olurdu diye düşünürdüm. O esnada, başka bir arkadaş “çocuğu savaşın ortasına mı götüreceksin” deyince “ne savaşı demiştim” şaşkınlıkla. 1992 yılında başlayan belki de başlatılan, milyonlarca göçmene, yüzbinlerce ölüye ve on binlerce kadının tecavüze uğramasına yol açan bir savaştan haberim bile yokmuş. Tipik Amerikan propagandası olduğunu düşündüğüm ve hiç sevmediğim No Man’s Land (2001) filminde yaralı bir Boşnak’ın bedenine yerleştirilen mayının “Made in E.U.” yapımı olduğunun gösterilmesiyle savaşın Avrupalılar tarafından çıkarıldığı ima edilir. Savaş için “başlatılan” derken kastettiğim budur. Ben şaşkınlıkla “ne savaşı” deyince, “savaş yok artık” demişti, “her şey bitti.”
Bosna’daki savaşa nasıl ilgisiz kalabilmişim halen anlamış değilim. Gazeteler ve televizyonlar yeterince yer vermedi mi yoksa yaşımın küçüklüğünden dolayı mı dikkatimi çekmedi, bilemiyorum. Bu tabii ki, mazeret değil. Henüz dört yaşındayken öldürülen bir çocuğun “anne, küçük çocukları küçük kurşunla öldürürler değil mi” sözünü bile nasıl duymamışım acaba? Bunları konuşacak hiç Boşnak arkadaşım yok. Eski günlerde bir Boşnak arkadaşım vardı. Bu yazıyı yazarken onu hatırladım. Savaş başladığında 7-8 yaşında olmalıydı. Her şey birden bire başlamadığına göre bir şeylerin değiştiği veya değişmek üzere olduğu evlerinde konuşulmuş olmalı. Kendisi Türkiye’de doğup büyümesine karşın orada yaşayan dostlarının ve akrabalarının olduğunu biliyorum. Acaba anne-babası, ölümler, kayıplar, tecavüzlerle ilgili neler konuşmuştur, neler anlatmıştır? Henüz küçücük bir çocukken nasıl korkmuştur, nasıl üzülmüştür, nasıl ağlamıştır, aklında neler kalmıştır? Arkadaşımın gözlerini, gözaltlarını hep şiş görürdüm, filmi izleyince anladım. Bosnalı bütün kadınların gözleri aynıymış, acılar silinemeyecek şekilde izlerini bırakmış hepsinde.
Bosna Savaşı’nın -Boşnaklar ne ad veriyor, bilemiyorum- niçin ve nasıl çıktığını veya çıkarıldığını, hangi güçlerin müdahale ettiğini veya etmediğini, nelerin yaşandığını anlatmayacağım. Bu yazımın ilk bölümünde Snijeg (2008), ikinci bölümünde Grbavica (2006) filmleri üzerinden Boşnak kadınlarının savaşta ve savaş sonrasında çektiği acıları anlamaya ve anlatmaya çalışacağım. Bosna-Hersek’teki “Žena-Žrtva Rata” isimli Savaş Mağduru Kadınlar Derneği kurucularından Bakira Hasecic’in “Kablolarla yataklara bağlandıktan sonra işkence gören ve tecavüze uğrayan” kadınların dramından söz ettikten sonra “gelecek nesiller Bosnalı kadınların tecavüze, işkenceye ve cinayete maruz kaldıklarını bilmeliler” dediğini okumuştum. Bu açıklamanın beni çok etkilediğini ve bu yazımı Boşnak kadınlar özelinde dünyanın her yerinde acı çeken tüm kadınlar için yazdığımı söylemeliyim.
Savaş sırasında en az 50 bin kadının tecavüze uğradığı, birçoğunun da bu çocukları doğurduğu söylenmektedir. Bu kadınlar toplu tecavüzlere uğramış, tecavüz kamplarında esir olarak tutulmuş, işkence görmüş, özellikle seçilerek hamile kalmaları istenen genç kadınlar “düşmanının çocuğunu doğurmaya” zorlanmıştır. Buna daha sonra değineceğim. Bu tecavüzlerin amacı “Bosna’ya Sırp tohumları ekme” olarak ilan edilmiştir. Adını açıklamak istemeyen Bosnalı bir kadının “Bütün korkunç olayları yaşadım. Dişlerimi çektiler, koridorlarda sürüklediler. Gece olduğunda bana neler yapacaklarını tahmin edebiliyordum” sözlerini unutmak mümkün mü? Tecavüze uğrayan kadınların aradan geçen yirmi beş yıla karşın yaşadıklarını kimselere anlatamadıklarını öğrenmek de bir o kadar acı verici. Acılar paylaşıldıkça azalır değil mi? Peki, paylaşılmayan ve bir ömür boyu tek başına taşınmaya çalışılanlar ne olacak?
Snijeg filminde 1997 yılının birkaç günü anlatılıyor. Savaş bitmiştir. Kocaları, oğulları, kardeşleri öldürülmüş kadınlarla, babaları hatta anneleri öldürülmüş çocuklardan oluşan köyde konuşamayan bir oğlanla, konuşabilen ancak topal bir ihtiyar haricinde erkek yoktur. Kadınlar turşu kurmakta, reçel yapmakta ve onları satarak geçimlerini sağlamaya çalışmaktadırlar. Tabii her şey bu denli kolay değildir, ağır, hafif bütün işleri yapmaya çalışan kadınların hayatları hayli çetindir. Bir kadının “bir zamanlar hayatımız ne güzeldi” sözleri her şeyi özetliyor. Kadınlar, mutlu günlerinde çektirdikleri fotoğraflara dalıp gitmekte, kocalarından, oğullarından, babalarından kalan eşyalara dokunarak bu büyük acılarıyla başa çıkmaya çalışmaktadırlar. Akşam olunca hepsinin gizli gizli ağladıklarını tahmin edebiliriz. Filmin yönetmeni Aida Begic şöyle diyor.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Bu toprakları bizim için diğerlerinden farklı ve vazgeçilmez kılan nedir? Cevabın ‘insanlar’ olduğunu fark ettik. Burada ailelerini, kocalarını kaybetmiş kadınlar üzerinden insanlık adına güzel bir şey söyleyebilme isteğimiz vardı. Bu kadınlar nefret etmeyen, intikam isteğiyle yanıp tutuşmayan insanlar. Kendi dayanma güçlerini bulmuş, hayatta kalma mücadelesi veren kadınlar. Bu kadınlar ne bu dünyadalar ne de cennette. Böyle bir hikâyeyi anlatmaya kalkışmak, yönetmen olarak benim için büyük bir sınavdı. Bir de bu insanların, kayıplarıyla ilişkisi var. Bunu gösterebilmek de çok önemliydi.” (Aida Begiç)
[/box]
Bir gün Sırp bir adam köylerine gelir ve kadınlara topraklarını satın almak istediğini söyler. Kadınlar düşmanlık göstermeseler de çekingen davranırlar. Kadınlardan birinin “savaştın mı” sorusu üzerine adam “ben de herkes gibi savaştım” der ve ekler: “Bizi kim birbirimize düşman etti.” Kadın, bizi birbirimize kim düşman etti bilmiyorum ama çocuklarımı kimin öldürdüğünü biliyorum diyerek adamı suçlar. Adam ise daha iyi bir hayatı hak ettiklerini, kış gelip de kar yağdığında nasıl katlanacaklarını söyleyerek kadınların gözlerini korkutmaya çalışır.
Sırp adam ve arkadaşı köyde bulundukları esnada fırtına çıkar. Adamların arabası bozulunca kadınların turşularını, reçellerini koydukları depoya sığınırlar. Deponun üzerine örttükleri BM amblemli brandanın rüzgârda uçup gitmesi hayli manidar… BM Barış gücü deyince aklıma gelen bir anekdot var. Kıbrıs Türk Barış Kuvvetlerine komutan olarak atanan bir general, adaya ayak basınca sorduğu ilk sorunun BM nöbetçilerin hangi pozisyonda “durdukları” olur. Kendisine, BM askerlerinin sırtının Rum tarafına, silahlarının namlularının ise Türk tarafına dönük olduğunu söylenir. Bosna’da da böyle olmamış mıdır? Çatışma çıkmasın diye silahları alınan Bosnalıların kurban edildikleri çok açık ve bu kısa anı çok şey anlatmaya yetiyor.
Çocuklar oynarken, biri biraz uzaklaşınca diğerleri “fazla uzaklaşma, orada mayın tarlası var” diye bağırırlar. Hayal edebilir misiniz böyle bir şeyi, çocuğunuzu böyle bir yerde büyütür müsünüz, oynamasına izin verir misiniz? Babasının ölüm haberini alan ve ağlayan bir çocuğu teselli etmeye çalışan bir diğerinin “hiç olmazsa senin annen var, benim annem de yok babam da” dediğini hayal edebilir misiniz? Hiç dönmeyecek olan sevdiğinizden kalan bir aynaya, bir kolyeye, bir mendile bakıp bakıp ağladığınızı ve ne kadar zor olduğunu hayal edin.
Oğlanın saçlarının film boyunca sürekli uzaması bir an önce büyüme isteği de olabilir, Çetniklerin çocuk olsalar bile erkekleri alıp götürdüğünü bildiğinden, onlar geldiğinde uzun saçlarından dolayı kız zannedilme isteği de olabilir. Hiç konuşmaması da böyle görülebilir, konuşursa erkek olduğu anlaşılabilir çünkü. Oğlanın korkudan saçları hep uzasa da, ihtiyar bıkmadan usanmadan hep keser ve onun bir erkek olduğunu hatırlatır.
Değişimi simgelemek adına Theseus’un Gemisi, Herakleitos’in Nehri veya Sir John Cutler’ın çorapları gibi çeşitli metaforlar kullanılmış olsa da, Bosna’da değişime yol açan savaş olmuştur. Ve maalesef, savaşların yıkıcılığını anlatabilecek bir metafor yoktur. Her şey değişmiş, düzen alt üst olmuştur. Tutunacak pek az şey kalmıştır. Yine de kadınlar hiçliğe düşmeden ve umutsuzluğa kapılmadan ellerinden geleni yaparlar. Köyün en yaşlı kadınının eline ne geçerse iplerin arasına katıp durmaksızın dokuduğu halı ise Bosna’nın yeniden ve kadınların eliyle inşa edilmesini simgeler. Alma da, çocuklar da, ihtiyar da, çok çalışan da, az çalışan da Bosna’nın bir parçasını oluşturacaktır.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Dünyaya Boşnakların hayatının gerçekliklerini anlatmaya çalışmıyorum çünkü bence bunu yapamazsınız. Bosna hakkındaki nihai hikâyeyi anlatamazsınız.” (Aida Begiç)
[/box]
Snijeg filminin Bosna-Hersek yapımı en iyi film olduğunu düşünüyorum. Günlerce etkisinden çıkamadım, hala da unutamıyorum. Zaten unutmak istediğim de yok. O köyde olduğumu, terk edilmiş evlerin arasında dolaştığımı, ihtiyarın ezan okuduğu yıkık camiye gittiğimi, turşu kuran Alma’ya yardım ettiğimi, çocuklarla oyunlar oynadığımı hayal ediyorum. Alma’nın çaresizliğe düştüğü bir sırada yaşlı adam “Allah her şeyi görür Alma” der. “Bunu asla unutma, asla” Allah’tan başka sığınacak kimsesi kalmayanlara başka ne denilebilir ki… Ben de yıllar önce bana “savaş bitti” diyen arkadaşıma şöyle demek isterdim. “Hani savaş bitmişti, acılar hala yerli yerinde, hiçbir şey bitmemiş.”
Öteki Sinema için yazan: Salim Olcay