İliklerinizi Donduracak Bir Kıyamet Sonrası Filmi!

[box type=”shadow” align=”aligncenter” ]“Bu bir ayakkabı değil! Bu düzensizliğin ta kendisi! Bu 42 numaralık bir kaos! Bu ölüm! Bu lokomotife evimiz diyoruz. Sıcak kalplerimizle dışarıdaki dondurucu soğuk arasında ne var biliyor musunuz? Düzen… Düzen bizi ölümcül soğuktan koruyan tek şeydir… Kafanıza ayakkabı giyer misiniz? Tabi ki giymezsiniz. Ayakkabı kafa için değildir! Ayakkabı ayak, şapka ise kafa içindir. Ben şapkayım, siz ise ayakkabı!” Mason[/box]

Snowpiercer posterKıyamet sonrası senaryolarının dönemlik trendler halinde birer birer karşımıza dikildiği zaman aralıklarına kabaca bir göz atacak olursak eğer; son on yıldır karşımıza çıkan post-apokaliptik ürünlerin sayısında önemli bir artış olduğunu gözlemleyebilmemiz mümkün! Özellikle Çukurova toprakları misali verimli, boğazına bıçak dayamanın mümkün olmadığı altın yumurtlayan bir tavuk haline gelen zombi furyası alt türünün de iliğini kemiğini sömürerek gücüne güç kattığı bir sinemasal mecradan bahsediyoruz burada. Dolayısıyla hem post apokaliptik gevelemelerin, hem de distopya çeşitlemelerinin, sinema, edebiyat ve video oyun cenahlarında alıcısının garantili olduğu bir dönemden geçiyoruz. Diğer yandan kimyası iyiden iyiye bozulan ekosisteme yakılan ağıt minvalinde de değerlendirilebilecek bu öyküler; hem birbirimizle hem de doğanın kendisiyle olan çatışmamız sürdükçe mantar gibi türemeye devam edecek gibi görünüyor!

Öteki Sinema için yazan: Fatih Yürür

Bu zamana kadar, dengesi bozulan, terazisi şaşan ve nedense her daim büyük bir özlemle dile getirdiğimiz doğal denge mevhumunun matematiğinin sıfırı çekmesi; karşımıza farklı kaynaklardan beslenen zengin kıyamet sonrası öyküleri çıkardı. Küresel ısınmanın, kutuplardaki buzulları eritmesiyle sular altında kalan şehirler (Waterworld), aynı sorunun yol açtığı kuraklık sebebiyle uçsuz bucaksız bir çöle dönüşen yeryüzü (Mad Max), tanrıcılık oynayan insanın, yarattığı ‘canavarlar’ tarafından cezalandırılması (Planet Of The Apes) ya da ani (ve pek tabi fazlasıyla da fantastik) bir global soğuma sebebiyle bir anda derin dondurucuya dönüşen kıtalar (The Day After Tomorrow)… Seçki her ne kadar farklı notalarla öttürülüp, başka bestelere kapı açsa da; gelinen nokta ve buna bağlı olarak gevelenen epistemolojik sorunsallar tek bir soruyu işaret ediyor: Peki ya bundan sonra insanoğlu nasıl hayatta kaldı?

Snowpiercer bant

Snowpiercer, abecesi aşağı yukarı aynı tekerrür kıskacına takılan post apokaliptik yaklaşımlara, hak ettiği saygıyı kusursuzca sunan bir film! Sadece yarattığı kıyamet sonrası atmosferiyle değil, bu yeni ve buz kesmiş dünyaya eklemlediği sınıf mücadelesini mantıklı ve yoğun bir eleme sürecinin ardından devrim fikriyle buluşturması açısından da albenisi fazlasıyla yüksek içeriksel değerlere sahip! Laf kalabalığı arasında kaçıp gitmesin diye, yukarıdaki önermeyi yazının bu paragrafına mıh gibi çakmak gerekir öncelikle! Hele ki, Güney Kore’nin bağrından kopup gelen yönetmenlerin, Hollywood’un yasak bahçesinde yaşadıkları kısıtlama mekanizmalarına direnme çabalarındaki nüans göz önüne alındığında Snowpiercer’ı ayrıca alkışlamak farz! Nitekim Chan-wook Park’ın alametifarikası Stoker’ın bile kimi çevrelerce yerden yere vurulduğu, Kim Jee-woo’nun imzaladığı The Last Stand’in ise kabaca Schwarzenegger’in yaşlılığıyla barışma ritüeli olarak nitelendirildiği bir piyasada; kısa sürede ustalık mertebesine erişmiş Joon-ho Bong gibi bir yeteneğin, bu yapımcı katliamından tek parça halinde kurtulmayı başarabilmesi bile başlı başına şapka çıkarılması gereken bir destan!

Elbette ki, Bong’un sırtını dayadığı post-apokaliptik öykünün kaynağının zenginliğini de es geçebilmek mümkün değil! Jacques Lob, Benjamin Legrand ve Jean-Mark Rochette üçlüsünün hayata geçirdiği Le Transperceneige adlı çizgi romanın katmanlarına da yakından bakmak lazım. Bu zamana kadar dilimize kazandırılamamış olması büyük bir talihsizlik olsa da, 1982 yılında basılmaya başlanan bu Fransız kökenli kıyamet sonrası öykü; özellikle alışılagelenin dışında seyreden toplumsal başkaldırı sürecinde izlediği rota ve ince ince işlenmiş arka planıyla; okuyucunun ilgisini diri tutan bir hikaye sunuyordu! Çizgi romanın çatısını filme taşırken, günümüz kıyamet sonrası öykülerinde artık iyiden iyiye arka plana itilen küçük detayları, yeniden çekip çıkarmayı görev edinen Bong; tam da bu sebeple, hasretini duyduğumuz bir yapımla çıkmış karşımıza ki, orada burada “filmin gereğinden fazla abartıldığını düşündüğünüz” yorumlara sık sık rastlama sebebiniz de ziyadesiyle filmi zengin kılan mevzu bahis küçük detayların armonik değeri diyebilirim!

Snowpiercer orta

Öykü, yağ gibi akan mekanik bir yapıya sahip ve kurgulanışından bu yana aradan geçen otuz küsur yıla rağmen halihazırda tazeliğini koruyabilen bir fikirden yola çıkıyor! Şöyle ki; insanoğlu başındaki küresel ısınma belasında kurtulabilmek adına, yeryüzünün ısısını düşürmesi planlanan bir düzine deneye bel bağlayarak, gezegeni kurtarmaya çalışıyor. Fakat büyük bir felaketle sonuçlanan bu deneylerin ardından, yeryüzündeki yaşamın neredeyse tamamını sona erdiren bir küresel felaket vücuda geliyor. Bütün dünya küresel bir soğuğa maruz kaldıktan sonra da yeryüzündeki hayatı sona erdirecek yeni bir buzul çağı başlıyor. Bir grup insan, belli fraksiyonlardan bağımsız olarak, dünyanın çevresinde kesintisiz bir şekilde hareket eden bir treni kendilerine sığınak olarak belirleyerek, durmaksızın yol alan bu tren içerisinde yaşamlarını sürdürme içgüdüsüyle yığınlaşıyorlar… Falan filan…

Snowpiercer’ın kurulu olduğu distopik yapının tazeliği bir tarafa, bu gün sosyal medyanın da gücüyle yeniden sokaklara taşan kitlesel hareketlerin işleyişine olan yakınlığı da yapımı değerli kılıyor. Mesela, hiç de sürpriz olmayacak biçimde bir süre sonra tren içerisindeki hiyerarşik yapılanma, sınıf farklılıkları ve oldukça çetin yaşam koşulları, yeni bir isyanı perdah ediyor. Bu yeni ve soğuk dünyada en büyük silah halihazırda sınıf farklılıkları ve bu farklılıklardan nemalanan “tepedekilerdir” olduğu için, daha önce başarısız olan isyanlardan farklı olarak, trenin kuyruk vagonlarında yaşayan alt sınıf, bütün yönetim mekanizmasının kontrol edildiği ve ‘bereket’ sembolü olan lokomotifi ele geçirme amacıyla harekete geçiyor. Kıyamet sonrasında kurulan düzenin en somut sembolü olan trenin son vagonu ile ilk vagonu arasındaki bu korkunç nüans, isyanın tetikleyici unsuru oluyor.

Bu metal düzeneğe çentik atma girişimiyse, hiç de sürpriz olmayacak biçimde, hakim yozlaşmış düzeni sorgulama zahmetini gösteren Curtis tarafından gerçekleşir. Yani en azından, öykünün bize sunulan kronolojik aralıkta, başlangıç aşaması, genç adamın sorgusuna ve harekete geçmesine tekabül eder. Tabi Curtis, bu hareket halindeki metal tren içerisinde başkaldırma eğilimi gösteren ilk kişi değildir! Kendisinden önce de, trenin meşhur Big Brother modeli Wilford’a karşı isyanlar tertiplenmiş fakat hiç biri tam anlamıyla başarıya ulaşamamıştır. Yine de bastırılan her isyan, mevcut düzende irili ufaklı yarıklar açmıştır.

Her ne kadar ideal lider vasıflarından uzak olsa da Curtis, trendeki hiyerarşik yapılanmanın en alt tabakasının isyanına öncülük eder! Böylece, mikro hiyerarşik yapılanma, bir kere daha –fakat bu sefer daha sert biçimde- çalkantıya uğrar! Yaşanan sefalet, her seferinde şiddete başvurularak bastırılan küçük arbedelerin üzerine bir de, trenin kuyruk kısmındaki anne-babaların kendilerinden zorla alınan küçük çocuklarını koruma dürtüsüyle birleşince, yepyeni bir isyanın da zemini hazırlanmış olur!

Snowpiercer 5

Bong, kökenlerini ödün aldığı mite belli başlı eklemeler yapmaktan çekinmemiş. 17 yıldır, dışarıdaki soğuğa karşı, treni yaşam alanı olarak bellemiş olan tüm sınıfların ipliklerini pazara çıkarırken yarattığı kontrast, bu eklemelerin başında geliyor. Karşımızda salt distopik matematiği kara tahtaya yazıp uygulayan en palaz tabirle “kapitalist bir sistem eleştirisi” geyiğinden çok daha fazlası var! Bong, sadece tepedeki göbek kaşıyan hükmeden erk modelini değil, alt tabakadakilerin tutarsızlığına da bir iki sağlam kroşe çakmayı ihmal etmiyor. Bunu yaparken de filmi şişmanlatacak gereksiz detaylardan muaf, temiz bir öykü haritasının yolunu tutuyor.

Kıyamet sonrası atmosferini “Metro İstasyonlarına” taşıyan Dimitry Glukovski’nin yaratımının bir adım daha ötesine geçerek, tüm yaşam alanını buz parçalayan metal bir trenin içine sıkıştıran Le Transperceneige (ki elbette Glukovski’nin Metro serisinden çok çok önce basılmış olmakla birlikte kendisinin en önemli etkilenim noktalarından biridir) çizgi romanının yaratım ekibinin mirasına sahip çıkan Bong; hem bu mikro ölçekli kıyamet sonrası öyküsünü, keyifli detaylardan beslenerek dinamik bir biçimde beyazperdede işler kılıyor hem de fazla kasıntılığa prim vermeyen metaforik imgelerle çeşnisini zenginleştiriyor!

Bu metaforun başında da söz konusu metal trenin, her bir vagonunun, insanlık tarihinin kritik bir aşaması olarak resmedilmesi geliyor elbette! Özellikle çizgi seride daha belirgin bir biçimde işlenen bu fikir, Bong’un alametifarikasında ucu biraz daha açık bir biçimde bırakılsa da, açılan her kapının ardında, hem bir birey olarak insanın hem de genel biçimiyle insanlık tarihinin bambaşka bir evresi karşımıza çıkıyor adeta! Hatta bazı vagonlar bıçak gibi keskin bir biçimde konsept anlamında birbirinden ayrılıyor! Bir diğer çiğ tabire göre de tren tarihsel süreçten bağımsız bir biçimde yaşadığımız dünyanın kaba bir izdüşümü…

Snowpiercer 6

Filmin diğer önemli kare ası, son derece yerinde bir biçimde filme eklemlenen oyuncular olmuş! Post apokaliptik ve bilimkurgu çeşitlemelerinin makus talihi olan oyunculuk handikabı, Snowpiercer’da ahenkli bir şova dönüşmüş diyebilirim. Tilda Swinton’ın akıllardan kolay kolay çıkmayacak Mason karakterinin yanı sıra, Allison Pill’in kısa ama izleyicinin zihnine mıh gibi çakılan resitali filmin lezzetine lezzet katmış! Ağırlıklı olarak aksiyon filmlerinde görmeye alıştığımız Chris Evans’ın daha ağırbaşlı bir şekilde karşımıza çıkması “artık vakti gelmişti” dedirtedursun; Jamie Bell’in ergen enerjisi kıvamındaki hareketliliği de filmin dinamikliğine fazlasıyla yakışmış! Yönetmenin gedikli isimlerinden Kang-ho Song ve Ah-sung Ko’nun muazzam dengedeki oyunculukları, filmin karakter paletini zenginleştirirken; tıpkı Bong gibi onlara da Hollywood’un kapılarını aralama fırsatı sunmuş! Kendinden beklenildiği ölçüde en vakur haliyle karşımıza çıkan John Hurt ile birlikte; bir kere daha “tepedeki adam” olarak karşımıza çıkan Ed Harris, filmin ağır abileri kontenjanını dolduran isimler!

Bu kadar sayıp döktükten sonra, filmin görsel işçiliği hakkında da birkaç kelam etmemek olmaz! Son yıllarda karşımıza çıkan en cafcaflı görüntü yönetimi hadisesi var karşımızda! Kurulan ferah setlere rağmen, bir trenin içine tepiştirilmiş yüzlerce insanın yarattığı ağır klostrofobi duygusunu köküne kadar yaşatmayı başaran görsel tercihlerin yanı sıra; oldukça ince işçiliğin ürünü bir sanat yönetimi örneği var karşımızda! Bu bağlamda filmin tek ve en önemli sıkıntısı, koreografik anlamda aksiyonun hareketliliğini yer yer kasap gibi kesip biçmesi! Özellikle asilerin, baltalı eskortlarla karşı karşıya geldiği sahnede, kanın gövdeyi götürdüğü, ferah planlardan fazlasıyla nasiplenen sahnelerin sayısının bir miktar daha arttırılmış olması göz çıkarmazdı sanki!

Son tahlilde, karşımızda son dönemde distopya mevhumunu en çok ciddiye alan ve bu mirası da alnının akıyla sahiplenen bir yapım duruyor! İnsanoğlunun geniş ve çorak kıyamet sonrası düzlüklerinden alınıp, dört tarafı metal ıvır zıvırlarla bezenmiş bir trenin içine yerleştirilerek, donmamak, harını yitirmemek adına aldığı ebedi yol gibi doludizgin bir işleyişe sahip Snowpiercer! Bu bağlamda, kuraklık ile cebelleşilen distopik gevelemelere getirdiği tazelik kadar, en kıyıda köşede kalan boşluğuna bile sızan incelikten güç alıyor! Nihayetinde, her ne kadar sistem kendi alternatifi olarak kaosu önerse de; muğlak bırakılan sona rağmen “Kaos çoğunlukla iyidir.” diyor sanki Bong ve ekliyor:

“Motora hükmeden her şeye hükmeder.”

Tıkla, fragmanı izle!

blank

Fatih Yürür

İlk sinema deneyimi, bir Stephen King uyarlaması olan “Geri Döndüler” olmuştur. Yazmaya başladığı dönem ise aslen lise yıllarıdır. Saçma sapan korku hikayeleri kaleme almaktadır ve asıl amacı bir gün bunları görselleştirebilmektir. Çeşitli platformlarda oyun incelemeleri ve film eleştirileri yazar. Yaratmış olduğu RüyadaM adında bir animasyon ve çizgi hikaye karakteri bulunmaktadır.

4 Comments Leave a Reply

  1. Yazarın gazına gelmeyin, filmi izlerken sıkıntı, baygınlık ve “yok artık, şu kadroda bir tane fizik dersine girmiş adam yok mu?” diyorsunuz. Uyduruk bir yapım, Kamil Kaç’ta şehirler arası izlenecek ideal film.

  2. Gerçi Can arkadaş filmi şutlamış ama yine de seyredeyim,bayılırım distopik filmlere.Yalnız varolan gidişata ve doğa soykırımına bir dur denilmezse güzeller güzeli antik ANADOLU mAD mAX filmlerine dönecek bu kesin.Sadece EGE bölgesindeki faciaya ben şahidim.

  3. bilimsel ögelere takılan arkadaşları anlamıyorum film sistem eleştirisi üzerinden ilerliyor ve bunu uzun zamandır bu kadar yerinde ve açık bir şekilde yapan başka bir film daha yok. bilimkurgu beklentisinde olanlar hiç izlemesin zaten

  4. Can’ın lafıyla bu trene binen yolda kalır gençler…

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

The Brain That Wouldn’t Die (1962)

The Brain That Wouldn’t Die, düşük bütçeli, pek de meşhur
blank

Sunshine (2007)

Hazır olimpiyat açılışı ile adı gündemden düşmezken, Danny Boyle’un fazla