Bir dönem büyük bir borç yüküyle yaşadım. Bir yıllık maaşımın tek bir kuruşuna dahi dokunmadan tamamını bankaya versem yine de borcum kapanmıyordu; üstelik kullandığım kredi karşılığında ev, araba gibi icap etmesi hâlinde satılabilir, somut bir şey de almamıştım. Bir süre sonra o güne kadar çektiğim¥ilediğim kredi sayısı yaşımı geçmişti. Bankada çalışmaya başladığımda, arkadaşlar bol bol gırgır geçmişlerdi; “Baktılar, onlara olan kredi borcunu ödemen mümkün değil, parayı kurtarmak için seni istihdam etmeye karar verdiler” diye. Kariyer yolunda görev yaptığım bankayı her değiştirdiğimde “Şimdi de bu bankaya olan borcunu ödüyor” dediler. Güldük tabii. Kredi kartımda ufak bir market alışverişi için bile limit kalmadığını acı bir şekilde öğrendiğim gün, gözüm gibi baktığım kitaplardan bazılarını sahaflara satmak zorunda kalmıştım. Bir ara kart borcu yüzünden kara listeye girdik, yıllarca kendime ait bir kredi kartım olamadı, babamın ek kartıyla yaşadım. Neyse…
Tüm bu süreç içinde beni en çok inciten şeylerden biri, sevdiğim insanların beni para harcamamı gerektiren iki-üç şey yüzünden eleştirmesi, ayıplaması olmuştu. “Madem parasızsın niye film festivaline onca bilet aldın?”, yok efendim, “Çulsuzsun ama şunu içmeyi de biliyorsun?”, vay efendim, “Parasız adam gidip TÜYAP’tan o kadar kitap almaz” gibisinden laflardı bunlar. Kırıcı olunması bir yana, burada iki açıdan sorun vardı: Eğer o iki-üç şeyin beni hayata bağlayan ya da açık konuşalım, o gün gidip kendimi öldürmemi engelleyen şeyler olduğunu en yakınlarım bile fark etmiyorsa bu bir aymazlıktı. Eğer bunu biliyorlarsa ve yine de o eleştirilerde bulunuyorlarsa bu da acımasızlıktı. Bayılırız birkaç saniye içinde insanları yargılayıp, hüküm vermeye… Sanırım insan türünün en büyük zaaflarından biri bu.
Jeon Go-Woon’nun yazıp yönettiği Microhabitat’ı (Sogongnyeo, 2017) izlerken aklıma bunlar geldi. Birkaç dakika içinde kendimi başkahramanı Miso/Mi-so (“gülümseme” anlamına geliyormuş) ile özdeşleştirdim, daha bir saat bile geçmeden yıllardır tanıdığım birine dönüştü, sanki iyi kalpli bir uzak akraba ya da nadiren görüştüğüm ama çok sevdiğim bir dost gibi. Hakkında her şeyi bilmiyorum ama bir yerlerde mutlu bir şekilde hayat sürdüğünü bilsem çok mutlu olacağım gibi bir his. Yıllar sonra bana bu hissi Mükemmel Günler’deki (Perfect Days, 2023) Hirayama verecekti.
Gıda, viski, sigara, vergiler, kira ve ilaçlardan oluşan gider kalemleriyle Miso tepeden tırnağa orijinal bir karakter. Hiçbir şeyi ar etmiyor, belini bükecek olan kira artışı, hayatını çekilmez hâle getirecek zamlar gibi olumsuz durumları bile sakin karşılıyor, yeter ki üç vazgeçilmezine (viskisi, sigarası, sevgilisi) bir şey olmasın. Filmin hayatın olumsuz taraflarına, acı yanlarına gülümsemeyle bakmasını bilen bir tavrı var. Aslında film boyunca, üzücü hatta sinir bozucu hadiseler (yiyecek pirinci bile olmayan gençler, fazla mesai yüzünden mola vaktinde serumla şeker desteği alan çalışan, “öğrenci kredimin bitmesine daha yıllar var” diyen yetişkin bir adam, kendi evinde hizmetçiye dönüşmüş bir başkası, parasızlıktan ebeveyninle ya da fabrika yatakhanesinde yaşamak zorunda kalan yetişkinler ve sevmediği bir hayat sürdüğü belli olan onca insan) birbirini izliyor ama yönetmen Jeon Go-Woon bunu tıpkı karanlık bir gecenin sabahına doğan güneş gibi karşılamayı seçiyor. Duygu sömürüsüne tenezzül etmeden, bir vakayı olanca çıplaklığıyla ortaya koyup, üstüne içinizi ısıtan hafif ama vurucu bir mizah ekliyor. Filmin, karakterlerini yargılamayan tarzıyla birlikte en sevdiğim özelliği bu mizah sosu oldu. Favorim, pek eşyası olmayan, (elektrik faturası çok gelmesin diye) loş bir aydınlatmaya sahip evde kış günü sevişmeye çalışan genç çiftin ev çok soğuk olduğu için daha soyunmadan sevişmekten vazgeçtikleri sahne oldu. Mesela, bu depresif sahneye çok da üzülmeyelim diye erkeğin sarf ettiği şu sözle son veriyor yönetmen: “Baharda sevişelim.”
Sigaraya zam geldiği için Miso’nun geliri giderini karşılamaya yetmez oluyor. Sigarayı mı viski mi gider kalemlerinden düşecek derken kirada kaldığı evden çıkmaya karar veriyor ve eskiden beraber müzik yaptıkları grup elemanlarının evlerinde kalmaya başlıyor. Film ev ev gezen Miso’yla beraber Güney Kore gençliğinin sosyolojik bir analizini yapmaya başlıyor ama bunu gerçekleştirirken ne mizahından feragat ediyor ne de sinema duyusundan. Filmin en büyük artılarından biri, senaryosuyla uyum hâlindeki görsel dokusu ve kurgusu. Jeon Go-Woon sahneleri belirli hisleri manipüle etmek için ustaca diziyor. Mesela Miso’nun yolculuğunun başlangıcını ele alalım…
Ev sahibinin kiraya zam yaptığını söylediği sahnede kocaman bir hamam böceğinin (yoksa nefret ettiği bir yaşam sürmekte olduğu için bir sabah aniden bir hamam böceğine dönüşen Gregor Samsa bir önceki kiracı mı?) duvarda gezindiğini görüyoruz. Bu bir. Evden çıkmaya karar veren Miso dolapları kontrol ederken bir kutuda müzik grubu üyelerinin birlikte çok mutlu bir şekilde eğlenirken çekilmiş fotoğraflarını görüyor. Bu iki. Gidebileceği grup üyelerinin isimlerini bir kâğıda listeleyip (1. Choi Myun-Young, 2. Jung Hyeon-Jong, 3. Han Dae-Yong, 4. Kim Ro-Ki ve 5.Choi Jung-Mi) yola çıkıyor. Bu üç. Bavulunu almış giderken bir parkta çok mutlu gençler görüyor, birinin elinde bagetleri var, ikisinin sırtında gitarı, toplam beş kişiler, evet, beş. Belli ki bunlar bir müzik grubu, bir yandan yürürken bir yandan da sesli bir şekilde gülüp eğleniyorlar. Miso durup onlara bakıyor, biz de bir zamanlar böyleydik diye… Bu da dört. Böyle hisleri harekete geçiren dört aşamalı görsel bir yapı kuruyor Jeon Go-Woon. Her yeni sahneyle bizi yükseltiyor, yükseltiyor, içimizi umut dolduruyor ve sonra… Grubun diğer üyelerini gördükçe depresif bir ruh hâli pelikülü işgal etmeye başlıyor. Mesela Miso, evine temizliğe gittiği ikinci kadının üniversite mezuniyetinde çekilmiş kepli bir fotoğrafını buluyor. Arkadaşı Han Dae-Yong’un evine gittiğinde üstünde karısıyla mutlu günlerinde çektirdikleri bir fotoğrafın bulunduğu bir yastık görüyor. Film farklı duygularını harekete geçirip insanı düşünmeye sevk eden böyle birçok küçük, dokunaklı ve kıymetli andan oluşuyor. Dibe, giderek daha dibe ilerleyen bir dizi tanıklıkla küçük şoklar yaşıyoruz ama mizah duygusu filmin hiçbir anında sizi yalnız bırakmıyor. Ne iş yerinde daha çok çalışabilmek için kendine damar yolu açan kıza üzülmenize izin veriyor yönetmen ne de ömür boyu konut kredisi ödeyecek olan o garibana.
Microhabitat’ın trajediyle komedinin, kederle neşenin, düş kırıklığıyla yaşam sevincinin kol kola ilerlediği bir tarzı var. Sinema bileti alabilmek için kanını satan gençlerin yer aldığı bir film bu. Hep bir umut var ileride bizi bekleyen. Erkek arkadaşının Miso’nun verdiği hediyeyi son anda kabul etmesi ya da servisi durdurup koşarak gelip onu öpmesi ya da filmin piyano tınılarının eşlik ettiği, gözyaşlarıyla dolu en hüzünlü anında “Seni çok seviyorum!” diye bağırması bile bunu gösteriyor.
Evet, sevdiğin seni bırakıp başka bir ülkeye gitmiş olabilir, ona “Merak etme, (gitmek için) bir sürü seçeneğim var” demene rağmen aslında gidecek/kalacak yerin olmayabilir, tadına bayıldığın içkiye zam gelmiş, üstelik lapa lapa kar da yağmaya başlamıştır ama sen seni o an hayata bağlayan şeyi (Miso’nun durumunda bu bir kadeh Glenfiddich) kavrayabilirsen eğer, işte o zaman hâlâ yaşıyorsun ve sonsuza dek yaşayacaksın demektir. Miso’nun evlerine gidip kaldığı beş kişinin bir araya geldiği cenaze sahnesinde bu sebeple tongaya düşmedim çünkü Miso’nun hayatta olduğuna (yaşadığına) emindim. Belki artık bir cep telefonu yoktu, belki saçları da komple beyazlamıştı ama o kendine has gülümsemesi ve lahana gibi kat kat giyinmiş hâliyle bir yerlerde viskisini yudumlayıp hayatın çetin koşullarına aslanlar gibi direniyor olmalıydı. Öyle de oldu. Miso hayata yenik düşmedi çünkü bir duruşu olanlar kaybetse de yenilmez. Kim bilir, belki de bize gerekli olan yegâne şey, temel ihtiyaçlarımızı ve birkaç küçük sınıraşımımızı karşılayabileceğimiz ve gerekirse bunun karşılığında her şeyi feda edebileceğimiz mikro yaşamalanlarıdır, Microhabitat’ın temel tezi de bu. İyi seyirler…