Star Wars sinematik evreni genişlemeye devam ediyor. Rogue One ve Han Solo ile 1977’den bu yana masada olan şu Rebellion / isyan meselesine eklemlenen yan hikayeler (spin-off) hadisesi kimilerinin pek hoşuna gitmiyor. Bu filmleri ciddiye almama eğiliminde olanlar bile var ama itiraf etmeliyim; benim için asıl lezzetli hikayeler bu filmlerde!
Skywalker hanesinin başına gelenler, kız-oğul meseleleri ve soydan gelen kudret gösterilerini izlemek bana artık pek tat vermiyor. O mesele, benim gönül tahtımda Return of the Jedi ile kapandı. O yüzden Han ve Leia’nın oğlu Kylo Ren’in ergen aşırılıklarını izlemekten sıkılıyorum bile desem yeridir.
Bunun yerine, galaksinin her tarafından sıradan insanların, ellerinde olan tek şeyi, yüreklerini ortaya koyarak giriştikleri mücadeleyi izlemek çok daha iyi geliyor bana. Rogue One’ı bu yüzden sevdim. Finaldeki fedakarlıktan bu sebeple etkilendim. Güç onlarla olmasa bile savaşan ve sırası geldiğinde kendilerini feda eden gerçek kahramanlardı onlar. Hakkını yemeyelim, ana eksende akan son Star Wars hikayelerinde de Finn (John Boyega) ve Rose (Kelly Marie Tran) gibi sıradan savaşçılarımız var ama dedim ya, galaksinin tozuna-çamuruna bulanmış, halk kahramanlarını her zaman tercih ederim.
Karşımızdaki film, galaksinin en sıradan ama en önemli isyancılarından birini, Han Solo’yu karşımıza getiriyor. Bu, sinemalarda izlediğimiz, karakter üzerine kurulmuş ilk Star Wars macerası ve bence Han Solo muhteşem bir başlangıç için en iyi isim! Luke’un Tattoine’deki sıradan hayatından, Leia’nın saray günlerinden pek bir şey çıkacağı kanaatinde değilim ama Han Solo gönülsüz de olsa isyan hareketine katılana kadar neler yaşadığı, en azından sinema seyircisi açısından, muamma…
Emektar sinemacı Ron Howard’ın, en sevilen SW bölümü olan Empire Strikes Back’in müsebbibi Lawrence Kasdan ve oğlunun yazdığı senaryodan çektiği film, Star Wars aleminin en karizma karakterinin gençliğine götürüyor. Bu baba-oğul işbirliği önemli ve filmde özellikle Millenium Falcon üzerinden yapılan bir açıklamada etkisi hissediliyor. Oğul Jonathan da bir Star Wars delisi… “Jon büyürken evimiz tamamen Star Wars ile doluydu” diyor Lawrence Kasdan. “Star Wars için müthiş bir heyecan duyuyordu, özellikle de Han için. Onun bu coşkusu karakterle ilgili içimde beni heyecanlandıran her şeyi yeniden uyandırdı.” Bu açıklama basit bir PR demeci değil, filmi izlediğinizde gerçekliğini hissedeceksiniz.
Filme geçmeden önce, senarist ve yönetmen isimlerinin beni ziyadesiyle heyecanlandırdığını ancak cast’tan yana pek umutlu olmadığımı itiraf etmek durumundayım. Neredeyse orijinal Galactica serisinde Dirk Benedict’in oynadığı Starbuck karakteri kadar süt oğlanı bir yüze sahip olan Alden Ehrenreich’ten nasıl bir Han Solo çıkacak diye merak dahi etmiyordum. Hayranı bol ama bana göre Game of Thrones cast’ındaki en yanlış seçim olan Emilia Clarke’ı da yanına ekleyerek tüy dikmişler dedim ama yine de basın gösterimi için sinemanın yolunu tuttum.
Burada biraz yanıldığımı söylemeliyim zira filmdeki genç Han Solo beni ikna etti, eğer bu yan hikaye sinemada değil TV’de devam edecek olursa da (öyle bir niyet var diye biliyorum) Alden Ehrenreich doğru seçim olabilir. Zaten film başladıktan bir süre sonra artık kim, kimi oynuyor pek umrunuzda değil çünkü senaryo karakterle ilgili en merak edilen şeyleri açıklayarak her 15 dakikada bir ağzımıza bir parmak bal çalıyor. Han Solo, Millenium Falcon’a nasıl sahip oldu, bu gemiye bu kadar takıntılı olmasının sebebi ne, Chewbacca ile dostluğu nerede ve hangi şartlar altında başladı, o ikonik tabancası kimden hediye? Film tüm bu soruların ve daha fazlasının cevabını veriyor ve Star Wars filmleri izlerken emin olduğum bir duygunun altını çiziyor.
Ben hep Han Solo’nun tüm o haytalığına rağmen hem de Star Wars aleminin en temiz kalpli ve naif adamı olduğunu düşündüm. İşte film tam da buraya nişan alıyor. Han’ın o vurdumduymaz hallerinin aslında yaralanmamak ve aldatılmamak için giyilmiş bir zırh olduğunu, bir tutam dürüstlük ve samimiyet gördüğünde ise kendi davası değilse bile nasıl adandığını gösteriyor seyirciye. Ve Han Solo’nun galaksinin en hızlı pilotu olmasındaki motivasyonu açıklıyor. Han, hep bir şeylerden kaçmak ve sevdiklerine ulaşmak zorunda. Bunun için gerçekten hızlı olması gerekiyor. O telaşla gözü kara birine dönüşüyor ve olmadık riskler alıyor. Sonuç; karşımıza Kessel’i 12 parsekte geçen biri var! Yıllar boyunca bununla övünen ve palavracılıkla suçlanan Han’ın bunu nasıl becerdiğine şahit olmak istemez misiniz?
O zaman kemerlerinizi bağlayın ve Millenium Falcon’un kokpitindeki arka koltuğa oturun (önde Lando ve onun gizli android aşkı L3’ten boşalan koltuğu devralan Han ve Chewbacca var). Karşımızda lunapark kıvamında, temposu hiç düşmeyen bir macera var. Çizgi roman okurlarının seveceği DC kıvamı karanlık bir tonu da var, (90. Dakikaya kadar gün ışığında geçen bir sekans yok) daha ne olsun! Star Wars filmlerinin görsel efektleri sektör için hep çıtayı yukarı çeken işler oldu ancak artık öyle bir iddia yok. Yine de pratik efektler ve CGI’yı ustaca birleştiren dengeli bir başarımı var. Hele de Deadpool 2’nin dökülen CGI’larını ve berbat bir Colossus, Juggernaut kapışmasını gören gözlere çok iyi geldi. Şimdi, yazıyı burada sonlandırıyor ve yakıta bir damla coaxium karıştırıyoruz… İyi seyirler!