‘Zaman’ kavramına karşı bir hayli takıntılı yönetmen Kim Ki-duk, yine zaman üzerinden giderek değişik ve ses getiren bir filme imza atmış. Yönetmenin ‘İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış… ve İlkbahar’ filmindeki gibi hayatımıza mevsimsel bir ritm katan, Boş Ev’deki kadar farklı bir tutkuyla dolu olabilen, Yay’daki gibi üçüncü şahıslara ‘yeterince’ acı çektiren bir film karşımızda.
Film iki mutsuz insanın kendi demir parmaklıkları içindeki gelişimine, açılımına dikkat çekiyor. Ve kadın – erkek ilişkilerine üzerine uç noktalardaki söylemlerini devam ettiriyor. Kim Ki -duk filmlerinde karakterler fiziksel ve duygusal olarak biraz takıntılı ve farklı olarak karşımıza çıkıyorlar. Az diyalog ve minimalist bir yaklaşım onun filmlerini anlaşılır kılıyor aslında. Bu tarz onun filmlerini gerçeğe daha yatkın ve yakın kılıyor. (Bunları bir önceki yazım Yay’da da anlatmıştım ama bir kez daha üzerinden geçmeden duramadım!) Yoksa okyanusun ortasındaki bir teknede bağlılık, sevgi ve ahlak üzerine ahkam kesmek, fazla ütopik kaçabilirdi. Ya da sevgilisinin karşısına estetik operasyon geçirmiş bir kadın olarak çıkmanın acısını bu kadar yoğun tadamazdık. Veyahut sevdiği adamı sadece kendi yörüngesinde hapseden kadının ağırlığını bu derece hissedemezdik. Ama Nefesi’i diğer filmlerden ayıran önemli bir özellik de var oluşsal bir film olması aslında. Yani ayakları daha yere basan bir ilişki diyebiliriz.
Nefes’le ilgili bazı yerlerde okuduğum yazılarda yönetmenin şiddetten uzak durduğu söyleniyor. Kim Ki – duk’un filmlerinde bariz bir şiddetin izini aramak hata zaten. Duygusal bir şiddetten bahsediyorsa ona diyeceğim bir şey yok. O da en çarpıcı tonuyla yaşanıyor zaten.
Kadınları hep hüzünlü Kim Ki-duk’un. Mutsuzlukları sessiz ama başına buyruk bir o kadar da. Nefes’te de aynı şey yaşanıyor. Kadın kocasının kendisini aldattığını öğreniyor. İlk tepkiler basit ve herkesin ki gibi. Sonraki tepkiler televizyonda intihar edip duran bir mahkuma ilgi duymaya, hatta onunla buluşmaya kadar gidiyor. Adamın bedenine yüklediği intihar alışkanlığı, kadının duygusal tükenişini şarj ediyor bir anlamda. Bütün bunlar yaşanırken yani kadın kahramanımız kışın ortasında her zaman dilimini yaşayıp, tüketmeye meyillenirken, herkes kendi iç yolculuğunun peşine düşüyor. İçerde ve dışarıda olmanın önemsiz kaldığı filmde, olan biteni siyah gözlüklerinin arkasından izleyen hapishane müdürü de, rol veren yönetmen edasıyla nasıl da Kim Ki-duk’u andırıyor! Etkilenmeniz olası…
Adamın neden idam mahkumu olduğu değil konunun özü. O filmin dağılımı içinde kulaklarımıza çalınıyor öylece… Kadının bir idam mahkumuna umut taşıması, kocasına olan kırgınlığını bir idam mahkumunun kollarında sınırsızca yok etmesi garip bir ermişlik haline dönüşüyor bir süre sonra. Tanıdığını tanımama haline, tanımadığından ise haz alma duygusuna dönüşüyor ve üçlü ilişkilerin gölgesinde bir kez daha serinliyoruz! Ve yönetmenin renklerle giriştiği oyun ilk filminden (İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış) kalma bir mirasla burada da devam ediyor. Mevsimler içsel olarak değişiyor, soğuk ve sıcak çoğu zaman içten derin bir ofla çıkan nefese göre yer değiştiriyor. Ama Yeon’un mahkum Jang Jin’in yanında boyut değiştirmesi de farklı bir patlama boyutuna işaret ediyor. Ama bu kesinlikle bir aşk hali değil! İki çökmüş karakterin mutluluğa uzanma tutkusu sadece! Ama Boş Ev’den sonra Kim ki-duk beklentisini yükselten seyirciye sıradan gelecek bir tutku! Seviyorsunuz ama aklınızın bir yerlerinde hep Boş Ev dönebilir, dikkat! Kim Ki-duk yanımızdan sessizce akıp giden bir kişiyi fark etmemizi sağlayan performanslar yüklüyor oyuncularına! Sessiz ve derinden yanınızdan geçip giderken siz kafanızı çevirip onlara bakıyorsunuz, işte böyle bir oyunculuk buradaki de!
Kim Ki- duk sinemaya belli bir içgüdüyle bulaşan bir yönetmen. Alaylı olarak daldığı bu yolda kesinlikle çok başarılı işler yaptı. Konu, görsellik, oyunculuk ve bunu seyirciyle belli bir hayranlık duygusuyla sunması onun bakış açısını bir anlatma eşiği olarak çok yukarılara taşıdı! Onun filmlerine mantık aramadan giriş yapmak çok doğal. Çünkü filmlerinde mutlak iyilik ve kötülük yok. Sadece duygulardan biçimlenmiş, ete kemiğe bürünmüş insan kalıpları var… Ve biz bu haliyle çok seviyoruz onu…