Rex ve Saskia, Peugeot 404’lerinin tepesine bisikletlerini bağlamış, Hollanda’dan Fransa’ya doğru gitmekte olan sevimli bir çifttir. Bir benzin istasyonunda mola veren çiftten Saskia markete girer. Rex ne kadar beklese de Saskia geri gelmez.
Spoorloos, yönetmen George Sluizer’in, senaryosunu yazar Tim Krabbé’nın 1983 tarihli romanından uyarlayıp yönettiği 1988 yapımı, ‘öteki’ bir gerilim. Kitabı henüz okumamış biri olarak öncelikle söyleyebileceğim şudur ki; ‘suya sabuna dokunmadan’ bir gerilim psikolojisi yaratmak, hele ki bunu tutup, artık herkesin kanıksadığı günümüz burjuvazisinden girip, Haneke’nin de çokça kurcaladığı ‘nedensiz şiddet’ kavramından çıkarak geniş bir spektrumda cidden sürükleyici bir filme yedirmek her yönetmenin harcı olmasa gerek. Filmdeki Hitchcockvari tavır, Saskia’nın kayboluşundan ziyade, biz seyircinin yolculuğa eşlik etmesiyle başlayan filmin ilk dakikalarından itibaren sarıp sarmalıyor, beklenmedik ani dönüşlerden kaçınıp, malum olay daha gelişmeden ‘suçlu’yu da gösterip, bizi, olan bitenin nasıl gelişeceğini beklemeye bırakıyor. Bu noktada, kariyeri bu filme kadar iddialı gözükmeyen Sluizer’ın çıkardığı iş, çok daha fazla önem kazanıyor.
Aslında basit bir olay örgüsüne sahip olan Spoorloos, filmin kendine has o mükemmel dinginliğini bir saniye bile olsun sıkıntıya çevirmiyor; zaten kurgu da buna izin vermiyor. Sevgilisinin anlam veremediği kayboluşuna şaşıran Rex’in fiziksel ve ruhsal bozunumunu gerek olayın geliştiği ilk günde, gerekse üç sene sonra hala Saskia’nın peşindeyken bile hissediyoruz, haliyle iki paralel anlatımla izlediğimiz iki karakterin başından geçenlerin kesişeceği noktayı heyecanla beklerken bir yandan film sanki bize sakin olmamızı, olayın nereye gideceğinden ziyade nasıl gideceğinin keyfine varmamızı söylüyor. Bu iki karakterden Raymond Lemorne (Bernard-Pierre Donnadieu) bir sosyopat rolünde kusursuza yakın, kötücül karakterine inanmamızı istercesine bir oyunculuk çıkartıyor. Lemorne’un üç yıl önce, malum olay gelişmeden, mükemmel suçu işlemek istercesine yaptığı hazırlıkları izlerken, paralelinde, yaşadığı histeri krizleriyle yer yer karikatürleşmiş bir karaktere dönüşen Rex’in (Gene Bervoets) çaresizliğine tanık oluyoruz. Ve onların hikayelerinin biraraya gelmesini beklerken, yönetmen Sluizer bizi gerçekten de boşa bekletmiyor. Kendisini filmin az bir kısmında görebildiğimiz Saskia rolünde ise Johanna ter Steege üstüne düşeni yapıyor, kendini sevdirmeyi başarıyor, başına ne gelirse gelsin, onu seven birisi gibi düşünmemizi sağlıyor. Bu noktada Rex’in obsesyonuna, yaşadığı krizlere ve bitmek bilmeyen inadına hak vermeden edemiyoruz.
Spoorloos bir aşk ve intikam öyküsü gibi görünüp, daha sonra üstündeki abayı atarak bize ‘art-house’ psikolojik gerilim çıkartan bir film. Gerek merakla beklenen şok edici sonu olsun, gerekse bir yol filmi olmaya yatkınlığıyla bizi fiziksel olarak da oradan oraya sürükleyedursun, anlatmak istediğini biliyor ve üstünde uzun bir müddet düşündürmeyi başarıyor. ‘Nedensiz şiddet’in ne koşullarda çıkabileceğini, bunun insan psikolojisinde bulunduğu yeri, sosyopat karakterini kullanıp, ona gerçek bir karizma katarak (Lemorne’un hikayesinde ister istemez takdir edilecek kısımlar mevcut) anlatıyor. Özellikle Lemorne’un çocukluğundan bahsettiği anlar, klişe ‘kötü karakter’ profillerinden bambaşka bir yerde duruyor. Rex’in Saskia’ya duyduğu aşktan ziyade kendi merakının ön plana geçtiğini anladığımız andaysa, film adına söylemek gerekirse ‘Sezar’ın hakkı’ da layığıyla yerini buluyor zaten.
George Sluizer, ‘Spoorloos’tan beş yıl sonra aynı hikayenin Hollywood uyarlamasına imza atıyor; Jeff Bridges, Kiefer Sutherland ve Sandra Bullock gibi oyuncularla üstelik. Amma velakin tahmin edeceğiniz gibi hedef kitleyi, zihnini fazlaca düşünmeye yormayan Amerikan seyircisi olarak seçen yapımcılar, Haneke’nin ‘Funny Games US’ yorumundan farklı olarak, ‘Spoorloos’u standart bir gerilime çevirmekten de geri durmamışlar. Genelgeçer yorumlar da 1993 yapımı ‘The Vanishing’in unutulması gerektiği yönünde zaten. Son olarak ‘88 Hollanda-Fransa ortak yapımı olan şahikaya dönecek olursak; ‘Spoorloos’ izleyiciye beklediğini vermeyen, tam tersine ne beklediğini öğretmeye çalışan bir film. Farklı okumalarda ‘Kafkaesk’ tavırları da yakalanabilecek, ‘neden’den öte ‘nasıl’a odaklanan bir film. Aynı tavrı günümüzde çokça Güney Kore filmlerinde (Madeo, Chugyeogja, Salinui Chueok) görebildiğimiz, karanlık ama sürükleyici bir klasik.
Referanslar:
http://www.popmatters.com/film/reviews/v/vanishing.shtml
http://alsolikelife.com/shooting/2007/12/936-spoorloos-the-vanishing-1988-george-sluizer/
üç yıl olmuştur bu filmi izleyeli ama hala son sahnesi aklımda olan film. böyle bir konu bu kadar basit ve etkiyeci anlatılır. tam bi yönetmenlik işi. bu filmi görmeden gerilim hakkında konuşmayın.
dvd’si iseyredilmeyi bekliyor.amarikan işi olanı yıllar önce izlemiştim.