Just stand by me…
Çocukluğu, Stephen King kitapları okuyarak geçmiş kişiler için korku kavramı bambaşka bir boyuttadır. King’in yarattığı karakterler, okuyucuyu korkutmakla kalmaz, aynı zamanda ince detaylarla süslenmiş yaşamları sayesinde her birine saygı duymamıza da neden olur. Ama King, sadece korku hikayeleri yazmakla kalmamış, bunun yanında pek çoğu filme uyarlanmış, içinde korku unsuru barındırmayan hikayeleri de okuyucularına armağan etmiştir. Stand By Me de King’in The Body adlı kısa hikayesine dayanır. Aynı zamanda ufak da olsa King’in kendi çocukluğundaki bazı olaylara da dayanan Stand By Me, King’in korku olmayan uyarlamaları arasında belki de en tatmin edicisidir. Hatta öyle ki, Stephen King zamanında yönetmen Rob Reiner’a, tüm filmler içerisinde en sadık uyarlamanın bu olduğunu bile söylemiştir.
Stephen King, bu hikayeyi yazmaya başlamasını şu şekilde anlatır: “Ben daha çocukken, çocuk olmanın nasıl bir şey olduğu konusunda bir şeyler yazmak istedim. İlk düşündüğüm şey, ‘Tanrım, o kadar da çok şey hatırlamıyorum.’ oldu. Ama eğer başlarsanız, azar azar hatırlıyorsunuz ve yazdıkça görüntüler de bir o kadar aydınlanmaya başlıyor.”
Konusu 50’li yıllarda geçen Stand By Me, sakin kasabalarındaki rutin olaylardan sıkılan 4 maceraperest kafadarın hikayesini anlatır. O yılların getirdiği nostaljiyi, yaşanan duygularla çok güzel harmanlayan filmin senaristleri Bruce A. Evans ve Raynold Gideon, hikayeyi Stephen King’in orijinal hikayesinden biraz daha farklı şekilde düzenlemişlerdir. Bu 4 kafadar, Chris Chambers’ın öncülüğünde bir grup oluşturmuştur. Başlarından geçenleri, büyüdüğünde yazar olacak olan Gordie Lachance’in ağzından dinleriz. Chris’in en yakın arkadaşı olan Gordie, daha o yaşlarda bile gelecekte bir yazar olacağının sinyallerini vermektedir. Zaman zaman da arkadaşlarına çeşitli hikayeler anlatmaktadır. Ne yazık ki hikayelerine arkadaşlarının gösterdiği ilgiyi, ailesi göstermemektedir. Çünkü ailesi onun bu yeteneğini pek de önemsememektedir. Onlar için daha değerli ve başarılı olan çocukları, bir trafik kazası sonucu kaybettikleri futbolcu olan büyük oğullarıdır. Oğullarını kaybettikten sonra depresyona giren anne ve baba, zaten her daim az ilgi gösterdikleri Gordie ile artık hiç ilgilenmemeye başlamıştır.
Bir gün bu dört arkadaş, kayıp bir çocuğun cesedi hakkında bir haber duyar. Bunun üzerine de tekdüze hayatlarına biraz olsun heyecan getirmek için Oregon ormanında çocuğun cesedini aramak için bir yolculuğa çıkarlar. Onlar için bu yolculuk, meraklarını gidermenin yanı sıra, biraz da büyüdüklerini ispatlamak ve dünyaya meydan okumak için bir fırsattır. Yol boyunca yaşayacakları olaylar, onları birbirine daha da yakınlaştıracak, birbirlerini daha yakından tanıma şansını elde etmelerini sağlayacaktır.
Aslında şöyle bir düşünürsek, hayat da başlı başına bir yolculuktur. Bu yolculuğu kimlerle geçireceğimize, neler yaşayacağımıza da yine bizler karar veririz. Bu yolculukta ilerledikçe de, başımızdan geçen şeyler sayesinde büyür ve olgunlaşırız. Filmde de kahramanlarımız, yaşayacakları birbirinden ilginç olaylarla birlikte büyüyor, hayatlarının aslında yaşadıkları kasabadan ibaret olmadığının farkına varıyor. Birbirlerini daha iyi anlamanın yanı sıra, ailelerini de çok daha iyi anlamaya başlıyorlar. Yolun sonuna geldiklerinde ise, ölü çocuğun cesedini buluyorlar, ancak her şey bununla bitmiyor; çünkü bambaşka bir sürprizle daha karşılaşıyorlar.
Film, hiçbir abartıya kaçmadan, izleyiciyi şiirsel detaylarla boğmadan, o çocuksu samimiyetin iliklerimize kadar işlemesini sağlıyor. Her bir diyalog, her bir sahne, unutulmaya yüz tutmuş hatıraların tekrardan canlanmasını, o yaşlarda yaşanılan dostlukların, mutlulukların, hüzünlerin, yetişkinlerin hayatlarında artık pek de umursanmayan renkli hayallerin dünyasına kısa süreliğine de olsa sığınıp bizi eskilere götürüyor.
Filmdeki karakterler hayatı felsefik bir açıdan yorumlama kaygısı bile duymuyor. Her şey on iki yaşın verdiği o saf dünya görüşü üzerinden dışa vuruluyor. Film boyunca göze çarpan herhangi bir özel efekt de yok. Ekrana hiçbir şekilde inandırıcılıktan öte bir şey yansımıyor. Belki de bu yüzden film sona erdiğinde, o çocukların sanki bir zamanlar sizin de arkadaşınız olduğunu düşünüyorsunuz. İzlediğimiz hikaye, on iki yaşındaki dört çocuğun bir maceraya atılması gibi gözükse de, son karede olan olaylar, filmin adının neden King’in kısa hikayesinin adı gibi The Body değil de Stand By Me olarak tanımlandığını izleyiciye çok güzel bir şekilde gösteriyor.
Hiç süphesiz ki, filmlerde çocuklarla çalışmak, yetişkinlerle çalışmaktan çok daha zordur. Pek çok yönetmen de çocuklarla nasıl iletişime geçeceğini, onları nasıl yönlendireceğini bilemez. Ama Stand By Me’deki oyuncular bu konuda gerçekten de çok başarılıdır. Tabii bu başarıda yönetmen Rob Reiner’ın da payı büyüktür. Genç yaşta ölen River Phoenix ve kötü bir karakteri perdeye başarılı bir şekilde yansıtan Kiefer Sutherland filmde öne çıkan oyunculardan sadece ikisidir.
Stand By Me, belki de Sountrack’iyle en çok bütünleşen filmlerden biri. Hikayenin 1959 yılında geçmesini fırsat bilen Rob Reiner, filmi birbirinden güzel 50’li yıllar müzikleriyle doldurarak seyirciyi kendine daha da bir bağlıyor. Şarkılardan bazıları; filme de adını veren eşsiz Ben E. King klasiği Stand By Me, Buddy Holly’den Everyday, Bobby Day’den Rockin Robin, The Impalas grubundan Sorry, I Ran All The Way Home, The Chordettes’den Lollipop, The Fleetwoods’dan Come Softly To Me ve The Coasters’dan Yakety Yak’dır.
Bittiğinde insanın ağzında hoş bir tat bırakan, sonuna kadar samimi ve kirlenmemiş arkadaşlıklarla dolu, ama bir o kadar da hüzünlü bir film Stand By Me. Belki tam anlamıyla gerçekçi değil, ama filmin izleyiciye verdiği duygular, izledikçe insanın aklına gelen çocukluk anıları çok ama çok gerçek. Gordie de bunu, filmin sonunda çok doğru bir cümleyle özetliyor: “Hiçbir zaman on iki yaşımdaki arkadaşlarım gibi arkadaşlarım olmadı, hep böyle olmaz mı zaten?” En güzel arkadaşlıklar okul koridorlarında başlayarak kalabalığa karışıyor ve insan büyüdükçe, hiçbir şey ne yazık ki eskisi gibi kalamıyor. İşte belki de bu duyguyu bize bu kadar naif bir biçimde hatırlattığı için Stand By Me, yerini klasikler arasında sağlamlaştırmayı sonuna kadar hak ediyor.
kitabıda okumuş biri olarak ikiside çocukluğu/muzu en iyi anlatan iki şaheser! zaten söylenecek herşey yukardaki güzel yazıda söylenmiş.bizde hemen hemen o yaşlardayken bir ceset görmek için oyunumuzu yarım bırakıp koşturmuştuk arka mahalleye.