‘’Belki saçma gelecek ama genç yönetmenlere önereceğim şey ellerine bir kamera ve film alıp, herhangi bir konuda film çekmeleridir.’’
Stanley Kubrick, tabiri caizse sinemanın ele avuca sığmaz asabi çocuğu, New York’un Bronx semtinde doğdu. Orta sınıf bir ailenin çocuğuydu. Doktor olan babası başlangıçta onun okuldaki başarısız notları sonucu endişelense de Stanley yolunu bulabilecek kabiliyette ve zekâ düzeyindeydi. Ailesi ona her daim güvendi. İlk tutkusu satranç olan Kubrick daha sonra birçok filminde de bu oyunu kullanacaktı. Sonraları babasının ona fotoğraf makinesi hediye etmesi ile ikinci tutkusu ortaya döküldü. Hayatı kendi karelerinde donduracak ve onları kendi süzgecinde tekrar yorumlayacaktı. Okulu sevmeyen bu haşarı çocuk okul için de şunları söylemişti;
‘’Bence okullarda yapılan en büyük yanlış, çocukları korkuyla motive ederek bir şeyler öğretmeye çalışmaktır. Not alma korkusu, sınıfta kalma korkusu gibi. Bir konuya ilgi duyarak öğrenmek ile korku duyarak öğrenmek arasında nükleer bir patlama ile bir kıvılcım kadar fark vardır. Okulda bulunduğum sürece hiçbir şey öğrenmedim ve 19 yaşıma kadar kendi isteğimle hiçbir kitap okumadım.’’
Kubrick fotoğraf sanatında o denli yetenekliydi ki daha 17 yaşında Look Dergisinde işe başladı ve bu dergi sayesinde birkaç yıl içinde Amerika’yı baştan sona gezdi. Bu geziler Kubrick’in dünyayı tanımasına fırsat verdi. O fotoğraf hakkında akademik eğitim de görmek isterdi tüm kalbiyle lakin lisede bir türlü dikiş tutturamadığı notları buna engel oldu ve o da bu sorunu Columbia Üniversitesi’nde derslere gönüllü olarak girerek çözmeyi tercih etti. Modern sanatlar müzesinin programı her değiştiğinde takip etti. Fotoğraf onun sinemasına attığı ilk imza olacak ve donuk kareler halinde doğan bebeği gittikçe büyüyecekti. Sinemaya olan ilgisi gitgide artıyordu. İzlediği birçok filmde hata bulan Stanley kararını vermişti. Kendi filmleri olacaktı.
‘’Perde büyülü bir dünyadır. Öyle bir gücü vardır ki, duyguları başka hiçbir sanat formunun yanına bile yaklaşamayacağı bir şekilde ortaya çıkartır.’’
İlk filmini Look Dergisinde çalışan arkadaşı Alexander Singer ile hazırladı. 1950 yılında Day of the Fight’ın çekimleri başladı. Çektimler devam ettiği sırada birçok kısa filme daha imza attı. Daha sonra amcası ile birlikte Fear and Desire (1953) adlı kısa filmi çekti. Fakat mükemmeliyetçiliği hat safhada olan yönetmen sonraki yıllarda bu filmleri hatırlamak bile istemeyecekti. Kubrick film yapma heyecanına kendini o kadar çok kaptırmıştı ki ilk evliliğinin kötü gittiğinin farkına bile varamamıştı. Lise yıllarında tanıştığı ilk eşi ile olan evliliği yönetmenin film aşkına kurban gitmişti. Tıpkı diğerleri gibi…
Killer’s Kiss (1955) ve The Killing (1956) bu dönemde çektiği uzun metrajlı filmleri oldu. Bu filmler onun Hollywood’da tanınmasına yol açtı ve ilk ciddi filmini çekmek için önünde tüm kapılar sonuna kadar açıldı.
The Killing, Amerikan sinemasının sevdiği niteliklere sahip gerilimi yüksek bir soygun öyküsüydü. Bir stadyumun kasasını soymak için bir araya gelmiş bir avuç işe yaramazın öyküsüydü. Karakterler ve kullanılan teknik Kubrick’in iyice yaklaşan ayak seslerini duyuruyordu kulaklarımıza. O sinemayı baştan yazmak için hazırdı artık.
‘’Yazarların, ressamların veya film yapımcılarının bir şey söyleme amacıyla bir yapıt meydana getirdiklerini düşünmüyorum. Onların hissettikleri bir şey var ve sanatı seviyorlar; kelimeleri, boyanın kokusunu veya selüloidi veya fotoğrafları ya da oyuncularla çalışmayı. Hiçbir gerçek sanatçının, kendisi öyle düşünse de hissetmediği bir şeyi yaratabileceğini düşünmüyorum.’’
Paths of Glory (1957), Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransız ordusunda anlamsız bir disiplin meselesi nedeniyle idam edilen birkaç askerin öyküsünü anlatır. Savaş, askerlik ve askeri disiplin gibi hassas konuları cesaretle eleştiren yönetmen film sebebiyle çok fazla eleştiriye maruz kaldı. Film Fransa’da 1970’lere dek yasaklandı ve gösterilmedi. Türkiye’de de otoriteler tarafından yasaklanarak ülkeye sokulmayan filmler arasında yerini aldı. Bu yapımda birlikte çalıştığı Kirk Dougles ile Spartacus’da (1960) tekrar bir araya gelecekti. Kubrick’in ilk dönem filmleri arasında gösterebileceğimiz yapım Hollywood tarihinin en görkemli ve görsel olarak mükemmeliyetin diğer adı diyebileceğimiz filmlerindendir. Kubrick yapımında uç fikirlerini istediği kadar yansıtamasa da kendini belli eden bir iş çıkarmıştır. 1961’de Kubrick kendi tarzını bulma gayretiyle -ki daha sonra her tarzı denemenin daha iyi olduğuna karar verecektir- ilk western filmini efsanevi oyuncu Marlon Brando ile çekmeye karar verir. One-Eyed Jacks… Fakat Brando’yla çıkan anlaşmazlıklar sonucu filmi yarım bırakır. Onun terk ettiği yönetmen koltuğuna Marlon Brando oturur.
Kubrick aslında iyi romanların sinemaya uyarlanmasına karşı olduğunu belirtirdi fakat sonraki filmi Lolita (1962) Vladimir Nabokov’un ünlü romanıydı. Orta yaşlı bir adamla çocuk denecek yaşta bir genç kızın ilişkisini konu alan film oyunculuk performansları ve Stanley imzasıyla bugün bile takdire şayan yapımlar arasındaki yerini korur.
Kubrick’in ikinci dönem yapımları olarak adlandıracağımız dönemin ilk çocuğu Dr. Strangelove’dır. Yıl 1964… Kubrick savaşa ve onu yönetenlere duyduğu öfkeyi tamamen fantezi bir konuyu işleyerek kara mizahın en güzel örneğini yansıtmıştır beyaz perdeye. Filmde Amerikan haber alma ve genelkurmay noktalarında bulunan bir dizi önemli adamın içine düştükleri yanlışlıklar zincirini traji-komik bir şekilde anlatır. Peter Sellers’ın muhteşem performansı ile taçlanan film Kubrick’in dehasının en güzel örneklerindendir aynı zamanda.
Kubrick artık kendini keşfetmiş ve kararını vermiştir. O tek bir türün yönetmeni olmayacaktır. Onun seyircisi sürekli şaşırmalıdır. Bu kararın ilk sinyali bilim kurgunun yapı taşı olarak kabul edilen Artur Clarke’ın özgün senaryosuna sadık kalarak çektiği 2001: A Space Odyssey (1968)’dir. Yapım sinema tarihine adını altın harflerle kazımakla kalmamış bugün hala en çok tartışılan yapımlardan biri olmayı başarmıştır. Yapım insanlığın gelişmesinden başlayarak geleceğe doğru sürdürdüğü yolculuğu Strauss’un ünlü eseri ‘’Thus Spoke Zaratustra’’ eşliğinde gerçekleştirir. Yapım bilim-kurgu sinemasının önünü açan yapımlardandır.
Kubrick’in kafasındaki deneysel laboratuar sinematografisine hemen sonrasında en vurucu yapımlarından biri olarak kabul edilen A Clockwork Orange adlı filmi ekler. Yıl 1971… Anthony Burgess’in romanından yola çıkan yapım yarının dünyasında genç bir serserinin Alex’in şiddet, nefret, korku ve acımasızlıkla çevrelenmiş öyküsünü anlatır. Alex ve arkadaşları vahşetin, öldürmenin, acımasızlığın, tecavüzün hoş görüldüğü bu dünyada bile ileri gitmenin bir yolunu bulunca cezalandırılırlar. Avcı olan ekip bir anda av konumuna düşer. Alex’in hali artık içler acısıdır. Alex bu müthiş serüveni Beethoven’in 9. Senfonisi eşliğinde yaşar.
Stanley Kubrick bu yapımdan sonra seyircisinin çılgın isteklerine kulak tıkar ve klasik denebilecek bir projeye imza atar. 19. Yüzyıl İngiliz yazarı Thackeray’ın raflarda unutulmuş ve tozlanmaya yüz tutmuş romanından esinlenerek Barry Lyndon’ı çeker. 1975 yapımı hikâyenin konusu İrlandalı bir serüvencinin 18. Yüzyıl İngiltere’sinde soyluların arasına girmesi, yükselmesi ve düşmesini sahneler. Barry Lyndon’ın serüveni A Clockwork Orange’daki Alex’in serüvenine benzer bir gidişata sahiptir. Film kötü eleştiriler alsa da birçok eleştirmenin ortak görüşü onun şimdiye dek yarattığı en olağanüstü gösterilerden biri olduğu yönündedir. Dekorlar, sahne, kostümler ve kullanılan akıl almaz teknik filmi yıldızlar statüsüne yükseltmeyi başarır. Kubrick, bu filmde bildiği tüm fotoğrafçılık tekniklerini başarıyla kullanmıştır.
Sanatçı uzun bir ara verip üçüncü evliliğini gerçekleştirir bu dönemde. Çocukları ve eşiyle keyifli anlar yaşar ve yıl 1980’i gösterdiğinde Stephen King’in ünlü romanından uyarladığı The Shining ile geri döner. Her ne kadar oyuncularını mükemmeliyetçiliğiyle çıldırttığı, yazarınınsa beğenmediğini belirttiği bir yapım olsa da The Shining yine bir Kubrick klasiği olur. Kullanılan son teknoloji göz doldurucu ve hayranlık uyandırıcıdır. Jack Nicholson ve Shelley Duvall’ın başarılı oyunculukları ile de öne çıkmıştır.
Sanatçı bunun ardından uzun süre son filmi olarak adlandırılacak olan Full Metal Jacket’i çeker. 1987’de kameraya aldığı yapım tüm Kubrick filmleri gibi tartışıldı, polemiklere yol açtı, başyapıt olarak nitelendirenler de oldu beğenmeyenler de. Kubrick filmlerinin değişmez yazgısıydı bu, ya severdiniz ya da nefret ederdiniz. Yönetmen bize filminde Vietnam’da savaşacak olan bir birliğin eğitimini anlatarak başlar. Eğitim alan birlik eğitiminin ardından bir harekâta gönderilir. Yapım iki eşit bölümden oluşuyor denebilir. Eğitim ve harekât…
Stanley Kubrick 1990’da Brain Aldiss ile birlikte ‘’AI: Artificial Intelligence’’ adlı film projesine başladı fakat yapım teknik yetersizlikler sonucu beklemeye alındı. Proje sürerken Kubrick son filmi olan 1999 yapımı Eyes Wide Shut adlı projeye imza attı. Yönetmen bu filmi için yaptığım en iyi şey diyecekti sonunda. Yapımda Nicole Kidman ve Tom Cruise ile çalıştı. Filmin gösterime girmesinden kısa bir süre sonra yatağında hayata gözlerini yumdu. Yıllar ve yollar onu çok yormuş olarak…
Stanley Kubrick geriye 48 yılda çekilmiş 16 adet film bıraktı. Beğenildi, nefret edildi. Lakin günün sonunda sinemanın dahi çocuğu Stanley Kubrick’ti o…
‘’Hiçbir zaman tek bir film ile olağanüstü bir başarı kazanmadım. Benim şöhretim yavaş yavaş oluştu. Şimdi bana, başarılı bir yönetmen olduğumu ve birçok kişinin benim hakkımda iyi şeyler söylediğini söyleyebilirsiniz. Ama aslına bakarsanız hiçbir filmim tamamen pozitif eleştiriler almadı ve gişede çok büyük hâsılat elde etmedi.’’