Obezite hastalıklarından fast-food şirketlerini sorumlu tutan, biri 14, diğeri 19 yaşındaki iki kızın McDonald’s’a dava açmaları ancak sonuç alamamaları üzerine kızların iddialarını desteklemek isteyen Morgan Spurlock, 30 gün boyunca sadece McDonald’s menülerinden “beslenmeye” karar verir ve bunu belgelemek için Super Size Me (2004) isimli filmi çeker. Film, şirket avukatlarının davayı saçma bulduklarını ve “Yiyeceklerin zararları herkes tarafından biliniyor. Bu çocuklar kilo ve sağlık problemlerinin nedeninin şirketimiz menülerinden kaynaklandığını ispatlayamazlar” dediğini aktarır. Avukatların, “özrü kabahatinden büyük” diyebileceğimiz, “yiyeceklerin zararlarını” herkesin bildiğine yönelik savunmaları, şaşırtıcı değil kazanç sağladığı sürece her şeyin yapılabileceğini meşru gören kapitalizmin özüne uygundur.
“En çok Manhattan’da McDonald’s var. Bu küçük ada sadece 36 kilometrekare. Ve bu bölgede toplam 83 tane McDonald’s var. Neredeyse her 1,5 kilometrekare başına dört tane. Burger King’in iki katı, KFC, Wendy’s, Popeye’s ve Taco Bell toplamından daha fazla. Bu çok fazla hamburger eder.” (filmden)
“Obezite, artık sigaradan sonra gelen en önemli ölüm sebebi. Her yıl 400 bin kişi, obeziteye bağlı hastalıklardan dolayı hayatını kaybediyor” diyen Spurlock, her dört Amerikalıdan birinin her gün herhangi bir fast-food restoranını ziyaret ettiğini, McDonald’s’ın tüm dünyada 30 binden fazla şubeye sahip olduğunu ve günde 46 milyon kişiye hizmet verdiğini ifade ediyor. “McDonald’s Amerika’da fast-food pazarının %43’üne sahip. Her yerdeler. AVM’lerde, havaalanlarında, benzin ve tren istasyonlarında, hatta hastanelerde, evet hastanelerde!”
“Amerika’da her şey daha büyüktür. En büyük arabalar, en büyük evler, en büyük şirketler, en büyük yemekler ve nihayet en büyük insanlar da bizde. Amerika, dünyanın en şişman ulusu oldu. Neredeyse 100 milyon Amerikalı, fazla kilolu ya da obez. Bu da Amerika’daki yetişkinlerin %60’ından fazlasına tekabül ediyor. 1980’den bu yana, fazla kilolu ve obez Amerikalı sayısı çocuklarda iki, gençlerde ise üç katına çıktı.” (filmden)
Filme başlamadan önce doktor kontrolünden geçerek, genel sağlığının “gayet iyi” olduğunu açıkça ortaya koyan ve “30 gün boyunca, günde üç öğün menüdeki her şeyi yiyeceğini” söyleyen Spurlock, ilk andan itibaren her gününü kayıt altına alır. Bütün fast-food çalışanlarının müşteriye daha büyük boy satmak için eğitildiğini söyleyen yönetmen, “fast-food şirketlerinin önceleri tek bir boy ürettiklerini” ancak zamanla büyük hatta süper boyların piyasaya sürüldüğünü gözler önüne seriyor.
“McDonald’s ilk açıldığında tek boy patates kızartması vardı. Şimdi bu boy, küçük boy. Orijinal boy hala burada ve yaklaşık 200 kalori. En büyük boyda 600’den fazla kalori var. Burger King ilk açıldığında 154 gram küçük boy, 205 gram da büyük boydu. Şimdi ise 154 gram olan en küçük, 205 gram olan boy ise küçük. Orta boy 410 ve büyük boy da 508 gram. Ve bütün fast-food şirketleri bunu yapıyor.” (filmden)
Ruhunu Şeytana Satmak
Kızların davasına bakan yargıcın, “Eğer McDonald’s, insanları günün her öğününde burada yemeye teşvik ediyorsa bu çok tehlikeli olur. Bu durumda haklarını talep edebilirler” dediğini aktaran yönetmen, sorumluluk açısından asıl hedefin McDonald’s olmasını doğru bulduğunu çünkü günümüzde “çocukların ilk sözlerinden birinin McDonald’s” olduğunu söylüyor. Filmin, çeşitli fast-food markalarının isimlerini neşeli bir şarkı gibi söyleyen küçücük çocukların görüntüleriyle başlaması, bu şirketlerin çocukları ne denli etkilediğini vurgulamaya yöneliktir.
“McDonald’s, çocukları diğer firmalardan çok daha fazla cezbediyor. Kapalı oyun mekânları var, doğum günü partilerine ev sahipliği yapıyor, çocuk menüsü hazırladılar. Yemeklerini küçük oyuncaklarla sunuyorlar. Ayrıca McDonald’s palyaçosu hatta çizgi filmi bile var. Tüm bunlar çocuklar için.” (filmden)
Bir çocuğun her yıl binlerce yemek reklamı gördüğünü, bunların %95’ini şekerli tahıllar, içecekler, fast-food ya da şekerlerin oluşturduğunu, bu reklamların anne-babalara “zorlayıcı” bir beslenme mesajı verdiğini söyleyen film, şirketlerin reklamlar için milyarlarca dolar harcadığını iddia ediyor. “2001’de McDonald’s, doğrudan reklamlar için dünya çapında 14 milyar dolar harcadı. Meyve ve sebze şirketlerinin, zirvede oldukları dönemde bile reklama yaptıkları harcamaların tümü yalnızca 2 milyon dolardı” diyen film, yemeğin reklamlarla pazarlandığını ve en çok reklamı yapılan “yemeklerin” en çok tüketilmesinin sürpriz olmadığını ifade ediyor.
“Reklamcılar uzun zamandır genç kitleye doğrudan erişimin yollarını aramışlardır. Genelde daha az bilgili ve daha çok yönlendirilmeye açık bir kitle olan gençler, hedef olarak son derece çekici olmuşlardır. Bir markayı bir yetişkine satmakla örneğin Coca-Cola ya da McDonald’s gibi bir markayla erken yaşlarda başlayacak sıcak ilişkilerin kurulmasını sağlamak bambaşka şeylerdir. Hayatın erken döneminde yaratılan marka algısı, hayat boyu kazanç imkânı sunar.” (Tim Wu, Dikkat Tacirleri)
Tim Wu, reklamların öğrencilerin çantalarına, okul dolaplarına, koridor zeminlerine kadar ulaştığını hatta Florida’da bir okulun McDonald’s logosunun karnelerde yer alması ve başarılı öğrencilere bedava çocuk menüsü vermek için anlaşma yaptığını yazar. George Ritzer, Toplumun McDonaldlaştırılması kitabında, “Çocukları fast-food tarzı beslenmeye çekme çabaları Illinois’da doruğa ulaştı. Illinois’da McDonald’s işletmesinin bir programının adı “Cheeseburger İçin A Notu” idi. Karnelerinde A olan öğrenciler bedava cheeseburger yiyebiliyordu” diye yazar ve “okuldaki başarıyla McDonald’s ödülleri arasında bağlantı kurulmasını” eleştirir.
“Fast-food’un darbesini vurduğu yerlerden biri de okullar. Öğrenciler öğle yemeği olarak patates kızartması alıyorlar” diyen film, okullarda sağlıklı yemek verilmediğini, yiyecek şirketlerinin okullar üzerinde baskı kurduğunu çünkü öğrencilerden çok fazla kazanç sağladıklarını iddia ediyor. “Çocukları hayatları boyunca bağımlı yapmak istiyorlar. İçecek şirketleri Amerikan eğitim sistemine katkıda bulunduklarını için böbürleniyorlar ama asıl yaptıkları, katkıda bulunmak değil halkın parasını sömürmek.”
“McDonald’s ile özdeşleştirilmiş sesler için ne düşünüyorsunuz?” diye soran Martin Lindström, “patatesler hazır olduğunda kızartma makinelerinden gelen bip-bip-bipler, pipeti plastik içecek bardağına daldırdığınızda çıkan iç gıcıklayıcı ses, çocuk haykırışları” gibi birkaç örnek verdikten sonra, “şu anda o sesleri duyduğunuza bahse girerim hatta canınızın buz gibi bir Coca-Cola’yla yanında büyük boy patates kızartması çektiğine de” der ve şöyle devam eder.
“On sekiz aylıkken logoları tanımaya başlayan çocuklar, yaşları ilerlediğinde sadece bu markaları tercih etmekle kalmıyor, aynı zamanda bu markaların kendi kişisel özellikleriyle (ya da arzu ettikleri kişisel özelliklerle) bağlantılı olduğuna da inanıyor. Örneğin, süper, teknolojik, güçlü, hızlı, sofistike olmak gibi. Daha da ürkütücü olan, henüz üç yaşındaki bebeklerin, belirli markaları kullanma konusunda bu yaşta bile üzerlerinde sosyal bir baskı hissetmeleri ve belli markalara sahip olmanın, onları üzerlerine giymenin ya da tüketmenin, hayat yolunda önlerindeki kapıları açacağına inanıyor olmaları.” (Martin Lindstrom, Brandwashed)
“Amerika McDonaldize olmuş durumda. Bu çok olağan bir hale geldi. Penceremden dışarı baktığımda billboardlar ve reklamlar görüyorum” diyen yönetmen, “Anne-babaların çocuk üzerindeki etkisi, yemek endüstrisiyle karşılaştırıldığında çok düşük kalıyor” dedikten sonra çocukların resimlerine baktığı eski başkanlar, tarihi isimler, hatta Noel Baba’yı değil de McDonald’s figürünü ve logosunu kolaylıkla tanıdığı bir sahneyi ekrana getirerek reklamların gücünü göstermeyi başarıyor.
“Yılda yaklaşık 40 bin TV reklamı seyreden 3 yaş altı çocukların bildikleri markalı karakterlerin sayısı, bildikleri hayvanlardan fazladır. Dünyanın her yerinde çocukların ilk anladığı sözcük artık anne veya baba değil McDonald’s olmaktadır. On sekiz aylık bebeklerin çoğu McDonald’s diyemez, doğru ancak fast-food zincirinin kırmızı ve sarı renklerdeki logosunu, çatısını, sarı kemerlerini tanıyabilirler. Böylece minik, tombul parmaklarını, arabanın arka koltuğundan McDonald’s’a doğru uzatabilirler.” (Martin Lindström, Brandwashed)
Nijerya’dan Suudi Arabistan’a kadar dünyada en çok tanınan ve sevilen kokunun “Johnson&Johnson” bebe pudrası kokusu olduğunu iddia eden ve “kaç yaşında olursanız olun bu pudranın kokusunu aldığınızda çocukluk döneminize ilişkin çağrışımlar zihninizde canlanır” diyen Lindström, şirketlerin anne sütünde bulunan bir bileşen olan vanilyayı ürünlerine eklendiğini yazar ve sorar. “Coca-Cola şirketi, yaratabileceği onlarca koku çeşidi varken niçin Vanilyalı Kola ürünlerini çıkarmayı tercih etti dersiniz?” Şirketlerin amacı sağlıklı beslenmek olsaydı, “çizgi film karakterlerine McDonald’s yerine portakal satan Michael Jordan’ı çıkarabilirler ya da Pepsi değil de marul satan Britney Spears reklamları yapabilirlerdi” diyen filmden hareketle, birçok şeyi salt reklam olarak görmenin safdillik olduğunu, bunun “şeytani” bir zihniyetin ürünü olarak gördüğümü söylemeliyim. Atıf Yılmaz’ın Arkadaşım Şeytan (1988) filminde, reklamcılığın özünün “insanları ulaşamayacakları yerlere özendirmeye çalışmak” olduğu, reklamcının ise “ruhunu şeytana sattığı” ifade edilir. Bu ne kadar doğrudur bilemem ancak azımsanamayacak bir kısmının ruhunun şeytanınkinden bile kirli olduğu çok açık değil mi?
“Çocuklar markaları ezberlemekle kalmıyor, markalarla ilgili tercihler de oluşturuyorlar. Pediatric dergisinin 2010’da yayınladığı araştırma sonuçlarına göre, okul öncesi yaşlardaki 63 çocuktan, birbirlerinin tamamen aynı yiyecek çiftlerini (hamburger, kızarmış tavuk parçaları, kızarmış patates, süt ve havuç) tatmaları istenmiş. Bu gıdaların ilk grubunu, logosuz, düz ambalaj kâğıtlarına; ikinci grubu ise McDonald’s logosunu taşıyan kâğıtlara sarmışlar. Çocukların çok büyük kısmı, McDonald’s tarafından üretildiğine inandıkları yiyecek ve içeceklerin tadını daha lezzetli bulmuş. Üstelik havuçlar için bile aynı beğeniyi ifade etmişler.” (Martin Lindström, Brandwashed)
Zulüm ve Sömürü
Küreselleşme ve fast-food gıda sistemlerini de yok etmekte ve tek tip bir hamburger kültürü üretmektedir. İnsanlığın binlerce yıldır ürettiği yemekler unutulmakta, kötülenmekte yerini birkaç ürüne bırakmaktadır. Gastro-emperyalizm olarak da tanımlanan bu durum hız kesmeden devam etmekte, doğa, hayvan ve insan sömürüsü; yenilenebilir ambalajlar, geri dönüşümlü peçeteler, hayvan refahının desteklenmesi veya yerel tedarikçilerden alışveriş yapılması gibi süslü cümlelerin arkasına gizlenmektedir.
“Yemeğin endüstrileşmesi hazır yemekle başladı. 1930’larda yeni bir restoran çeşidi ortaya çıktı. Arabaya servis yapılan türden (drive-in). McDonald kardeşlerin işlettikleri başarılı bir drive-in vardı. İşleri basitleştirip ucuzlaştırmaya karar verdiler. Bütün servis kızlarını kovdular, menüyü büyük anlamda kısalttılar ve restoran işletmeciliğinde bir devrim yapmış oldular. Fabrika sistemini aldılar ve mutfaklarına koydular. Her işçi sadece tek bir görev için eğitiliyordu. Böyle bir yolu seçen McDonald kardeşler hem maaşları düşük tutuyor hem de işçileri atıp yenisini almayı kolaylaştırmış oluyorlardı.” (Food Inc.)
“Araştırmaların çoğunda ani hastalıkların nedenleri arasında, diğer sebeplerden daha çok fast-food şirketlerinden bahsediliyor. Bu, diğer restoranlardan kaynaklanıyor olamaz. Onları yüzyıllardır kullanıyoruz. Evde yediğimiz yemeklerden de olamaz. Asırlardır evde yemek yiyoruz. Farklı bir şeyler var” diyen film, bunun sorumlusunun “zehirli yemekler” ve “zehirli çevre” olduğunu iddia eder. “Bu da hastalanmamızı garanti ediyor. İnsanların %100’ü hastalanmıyor ama bu oran çoğalarak artıyor. Her yerde şeker ve gazoz satılıyor. Bu ulus, 3 milyondan fazla gazoz makinesine sahip yani her 97 Amerikalıya bir tane düşüyor.”
“McDonald’s’ın sadece yedi çeşit yemeği şeker içermiyor. Diğer her şey hatta salatalar bile şeker içeriyor. Fast-food restoranlarındaki menülerin hepsinde bağımlılık yapan maddeler bulunuyor. Peynirle kaplanmış bir eti, şekerli sodayla sunarlar. Bu da bağımlılık yaratan kafein ve şeker içerir. Hiç kimsenin beyni bu kombinasyonla yarışamaz.” (filmden)
Dünya Sağlık Örgütü’nün açıklamalarına göre, dünyada obeziteden yani “fazla” yemekten kaynaklı hastalıklara bağlı ölümlerinin sayısı, açlıktan ölenlerin üç katını geçmiştir. Yüzyıllardır iktisadın bir kıtlık bilimi olduğunu iddia eden ancak insanların açlıktan değil oburluktan öldüğü bir sistemi yaratan kapitalizmin kıtlıktan anladığı, bir avuç şirketin kar hırsı uğruna yeryüzünün bütün kaynaklarının sömürülmesine, yağmalanmasına ve talan edilmesine bahane oluşturmaktan başka bir şey değildir.
“McDonald’s Amerika’nın en büyük kıyma alıcısı. McDonald’s, aynı zamanda en büyük patates alıcısı. Çok büyük bir domuz eti alıcısı. Tavuk, domates, marul, hatta elmanın da en büyük alıcısı. Büyük hazır yemek zincirleri büyük satıcılarla çalışıyor. Bunun sonucu olarak da, ne yediğimizi belirleyen birkaç şirket kalıyor. 1970’lerde, en büyük beş yemek şirketi, toplamda piyasanın %25’ine sahipti. Bugün ise en büyük dördü piyasanın %80’inden fazlasına sahip.” (Food Inc.)
Gıda endüstrisi, yalnızca şekerli, bağımlılık yapıcı ve “zehirli” yiyecek satmakla yetinmez. Etlerin geldiği endüstriyel çiftlikler, hayvanlar için bitmeyen bir zulüm demek. Üretilen tahıllar ve içme suları hayvanları beslemek için kullanılmakta, bu sözde çiftliklerden çıkan atıklar ise sürekli artmakta, toprak geri döndürülemeyecek şekilde bozulmaktadır. Kapitalizmin, insanları doyurmakla ilgili söylemleri inandırıcı değildir. Şirketlerin tek düşündüğü kendi sermayeleridir ve para etmediği an, bütün çiftlikleri kapatmaktan, bütün hayvanları öldürmekten çekinmez. Kapitalizmin derdi açlıkla mücadele de değildir çünkü her gün 15 bin insanın açlıktan öldüğü veya yüz milyonlarca insanın bir dilim ekmeğe muhtaç hale geldiği dünyayı yaratan zaten odur.
Gıda endüstrisi “hayvan refahı” der ancak daha çok “ürün” elde etmek için örneğin tavuk üretimini tamamen değiştirerek, daha geniş göğüslü olmaları için tavukları “tasarlar” ve 40 günde kesilecek hale getirir. Bedenlerinin üst kısmı çok ağır olduğundan, kemikleri kırılmadan ayakları üzerinde duramayan bu tavuklar günlerinin büyük bölümünü genellikle dışkıyla kirlenmiş talaşların içinde yatarak geçirirler. Kesime gönderilmeden önce geçen 40 günlük ömrünü daracık bir alanda kendi pisliği içinde geçiren, kanatlarını açamayan, eşinemeyen, yürüyemeyen, toz banyosu yapamayan, türüyle oyun oynamayan, kafeslere hapsedilen bu “civcivler” hayatlarında hiç güneş göremezler.
“Cobb 500 civcivimiz bacakları ağrıyarak, akciğerleri yanarak, asla gökyüzünü görmeden ya da çimenlerde yürümeden veya cinselliğini yaşayamadan ya da börtü böceği gagalamadan 42 günlük ömründe her Allah’ın günü aynı berbat kümes hayvanı yeminden yiyerek akla hayale gelmez bir sefalet içinde yaşayacak, ömrünü doldurduğunda ise bir kamyon kasasına tıkıştırılarak baş aşağı sallandırılacağı, elektroşoka maruz kalacağı ve boğazının kesileceği tesise nakledilecektir.” (Hal Herzog, Sevdiklerimiz, Tiksindiklerimiz, Yediklerimiz)
Peter Singer, “tavukların kesilinceye kadar tutuldukları kafeslerdeki samanların değiştirilmediği ve dışkıların atılmadığını” söyleyerek biriken amonyak, toz ve pisliğin tavukların akciğerlerine zarar vermesine, ayaklarında çıbanlar veya yanıklar oluşturmasına karşın bunların endüstri için hiçbir şekilde sorun oluşturmadığını çünkü ayakların kesimden sonra zaten kesilip atıldığını yazmaktadır. Peki, “kesilip atılan” ayaklar hayvan refahını desteklediğini söyleyen endüstrinin ne kadar umurundadır acaba?
“Amerikalı bir üretici aynı şeyi daha dolambaçsız bir şekilde ifade ediyor: Kimse bize duruşu düzgün hayvanlar ürettiğimiz için para ödemiyor. Paramızı kilo başına alıyoruz.” (Peter Singer, Hayvan Özgürleşmesi)
Bir marketin ışıltılı raflarında duran ve kandan, tüyden, kirden arındırılmış tertemiz ambalajlar, etin “kaynağı” olan hayvanların maruz kaldığı kötü muameleyi akıllara getirmez. Köfte, sucuk, kanat, bonfile, pirzola, hamburger olarak isimlendirilmiş, hayvanla bütün bağlantısı kesilmiş ve birer ürüne dönüştürülmüşlerdir. Carol J. Adams’ın da dediği gibi, kültürümüz “et” kelimesini anlaşılmaz hale getirir. “Böylece “et” dendiğinde aklımıza kesilmiş, öldürülmüş hayvanlar değil mutfak gelir.”
“Tavuklar ve hindiler çeşit çeşit şekillerde kesiliyorlar. Bazılarının ölene kadar kafasına beyzbol sopasıyla vuruluyor, bazılarının kafası kesiliyor. Ama çoğu fabrika çiftliklerindeki üretim hattına koyuluyor. Baş aşağı, hareketli şeride diziliyorlar ve boğazları kesiliyor. Sonrasında ise kanayıp ölmeleri bekleniyor.” (Earthlings)
Film, McDonald’s avukatlarının, “yemekler belli işlemlerden geçerek, belli işlemlerden geçmeyenlere göre daha az zararlı bir hale getiriliyor” dediğini aktarır. Daha az zararlı hale getirmek deyince yönetmen, McNuggetları örnek gösteriyor ve şöyle diyor. “Bunlar, artık yumurta vermeyen eski tavukların büyük göğüslerinin kullanılmasıyla yapılıyor. Patates püresine batırılmış kemiksiz tavuklar. Dengeleme aygıtları ve koruyucularla kombine edilmiş, parçalanmış, kızartılmış, dondurulmuş ve McDonald’s kalıplarına uydurulmuş. Yargı, onlara McFrankenstein yapımı ev yemeğinde kullanılmayan tavuklar dedi.”
“Tavuktan, tavuk nugget’a giden yolda hem hayvanların çektikleri acıları hem de kendi zevkimizi unuturuz. Ancak unutmak ya da bilmemek endüstriyel gıda zincirinin dayanağıdır; endüstriyel tarımın inanılmaz derecede yüksek duvarlarının ötesinin bu kadar bulanık olması endüstrinin temel amacıdır. Eğer duvarların ötesinde olanları görebilseydik yeme biçimimizi değiştirebilirdik.” (Michael Pollan, Etobur Otobur İkilemi)
Marx, “Egemen sınıfın düşünceleri, her çağda egemen düşüncelerdir yani toplumun maddi egemen gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen fikri güçtür” der. Günümüzün egemen gücü olan kapitalizm, endüstriyel çiftlikler yoluyla hayvanları değiştirirken, kültür endüstrisi yoluyla da insanları değiştirmektedir. Endüstriyel çiftlikler, bankacılık, reklamcılık, alışveriş merkezleri, yem sanayi, çok uluslu şirketler ve devlet kurumları ile iç içedir ve ekonomik olarak birbirlerine bağımlıdırlar. Hayvanların karşı karşıya kaldığı bu zulmün kamuoyu tarafından bilinmemesi, bilinse de umursanmaması kültür endüstrisi tarafından sağlanmaktadır. Tabii sadece hayvanlar da değil, doğa da acımasızca yok edilmektedir.
“Yarım kilo tavuk üretmek için 2,8 kilo mısır tüketilir. Folluklar için de 1,2 kilo mısır ve soya gerekir. Bir kilo domuz eti üretmek için yaklaşık 7 kilo mısır ve soya tüketilir. Hayvan çiftlikleri dünya tahıl üretiminin %40’ını tüketmekte, ABD’de tane tahıl üretiminin yaklaşık %70’i hayvanlara yedirilmektedir. Üretilen tane tahılın tamamının insanlar tarafından doğrudan tüketilmesi halinde, süt, et ve yumurtaya dönüştürüldükten sonra tüketilmesine nazaran beş misli daha fazla insan beslenebilecektir.” (Vandana Shiva, Çalınmış Hasat)
“Yemeğimiz” için acılar içinde “yetiştirilen” hayvanların sayısı çok fazla olsa da, bir ineğin, koyunun veya tavuğun “yaratılış” amacının bu olduğu düşünülür. Eğer bir insan onu “yemiyorsa” hayvan ne işe yarar değil mi? Ekosistemden herhangi bir bitkiyi veya herhangi bir hayvanı çıkardığımızda dünya geri döndürülemez şekilde bozulmakta oysa insanı ekosistemin dışına çıkardığımızda hiçbir bozulma olmadığı gibi her şey düzgünce işleyişine devam etmektedir.
Sonuç
“Amerika’da yemek endüstrisi çok büyük ve bizi alt ediyorlar” diyen film, şirketlerin değişmeyeceğini, onların “bizlere” değil paraya ve hissedarlarına sadık olduklarını, “sağlıksız yemekler satarak milyonlar kazandıklarını” iddia ediyor ve şöyle diyor. “Bunun değişmesi size bağlı. Kendinizi benim kadar hasta bulabilirsiniz. Sanırım en önemli soru şu: Kimin önce gittiğini görmek istersiniz? Sizin mi? Onların mı?”
“100 beslenme uzmanıyla konuştuk. Sonuçlar McDonald’s’ın iddia ettiği gibi çıkmadı. 45 kişi “asla” yemeyin derken, 95’i Amerika’nın obezite hastalığının temel nedeninin fast-food olduğunu söyledi.” (filmden)
McDonald’s menülerinde kahvaltıdan diyet menüye, kırmızı etten tavuğa, tatlılardan içeceklere çeşitli “yiyecekler” bulunuyor. Müşterilerini her öğün için kendine çekmek isteyen fast-food zincirlerinde yer alan salataların veya vegan-burger’lerin menüye dahil edilmesi sömürüyü gizleme maksatlıdır. Daha “sağlıklı” görünen bu seçenekler sayesinde hem fast-food yemek isteyen müşterilerin, bunları yemek istemeyen ve karşı çıkanlara “sen de salata yiyebilirsin” demelerinin önü açılmış hem de endüstrinin “çevreyi” düşündüğü kanıtlanmış olur.
“Ben sadece 30 gün boyunca McDonald’s’dan yiyerek, 10 kilo aldım. Karaciğerim yağa dönüştü. Ben, Mc diyetim boyunca 13 kilo şeker tükettim. Bu, günde yarım kilo eder. Ayrıca 5 kilo yağ aldım. Kolesterolüm yükseldi. Kalp hastalığı riskimi ikiye katladım. İki kez kalp yetmezliğiyle karşı karşıya kalıyordum. Çoğu zaman kendimi keyifsiz hissettim. Tavırlarım değişti ve seks hayatım bitti. Yedikçe daha fazla yemek istedim. Yemediğimde korkunç baş ağrıları çektim.” (filmden)
“Fast-food yemeğin ucuz halidir. Sizi bir süre tok tutar ama kalbinize, karaciğerinize ve kanınıza büyük zarar verir. Senin inandığın sistem kötü, ahlak dışı, yanlış ve zararlı. Sen de bunun bir parçası olacaksın. Neden bu seçimi yapmıyorsun? Bunun değişmesi size bağlı. Böyle yaşamak istiyorsanız, durmayın” diyen yönetmen “Peki, insanlar fast-food yemeli mi?” sorusuna doğrudan yanıt verir. “Hayır, cevabım hayır.”
Öteki Sinema için yazan: Salim Olcay