Yerli malı “Süpermen Dönüyor” filmi ile ilgili bir karşılaştırma yazısı yazmaya karar verdiğimde, yazının kendi içerisinde hayli komik olacağını, 1978 yılı yapımı “Supermen” filminin kopyası olan “Süpermen Dönüyor (1979)” filminin ucuzlukları, abuklukları ve mantık hatalarını sıraladığımda yazının kendiliğinden çıkacağını öngörmüşüm. Yıllar önce seyrettiğim Superman’i iyi hatırladığımı, çok da müthiş bir film olduğunu düşünmüştüm. Fakat yazıyı yazmak için iki filmi de alıp detaylı izlediğimde, filmin orijinal versiyonunun da biteviye mantık ve devam hataları ile dolu olduğunu, sonuçta Türk versiyonunda bir saçmalık varsa bunun Amerikalı ağabeyinden kaynaklandığını gördüm. Kaldı ki bizim süpermenimizin korkunç gözlüklerini saymazsak Christopher Reeve’den daha yakışıklı ve yapılı olduğu tartışılmaz bir gerçek! O halde, gelsin Türkiye’nin ilk uçan süpermeni Tayfun.
“Türk milletinde akıl çok para yok, Amerikalı’da akıl yok para çok!”
Kunt TULGAR
Kendi anlatımına göre yönetmen, yapımcı ve oyuncu Kunt Tulgar, 1978’de eşi ve babası ile birlikte Paris’te “Superman”(1978) filmini izler. Filmi izledikten sonra babası “Böyle bir film çeksene!” diyerek kendisini yüreklendirir. Kunt Tulgar “Bakarız” şeklinde cevap verir çünkü o dönemde Türkiye’de çekilmiş “Süpermen”li filmler olsa da uçabilen bir Süpermen yapmak, dönemin teknik imkânlarıyla (ya da imkânsızlıklarıyla) çok da mümkün görünmemektedir. Türkiye’nin ilk uçan “Süpermen” filmi fikri böylece ortaya konulur.
Esasen Türkiye’nin Süpermen macerası yeni değildir. Örneğin “Süper Adam” (Cavit Yörüklü, 1971), “Süper Adam Kadınlar Arasında” (Cavit Yörüklü, 1972) “Süper Adam İstanbul’da” (Yavuz Yalınkılıç, 1972) gibi filmler, “Süpermen Dönüyor” öncesi yapılmış çalışmalardır. Ancak Tulgar versiyonunun farkı, Süpermen’in uçabilmesinde gizlidir. Zamanın olmayan teknik imkânlarında, yönetmen tamamen kendi yaratıcılığını ve zekâsını kullanarak Süpermen’ini uçurmayı başarmış, altına koyduğu İstanbul Belgeseli görüntüleri hayli sakil ve gerçeklikten uzak görünse de teknik olarak Süpermen uçmuştur.
Filmleri incelemeden önce bir gerçeği akılda tutmakta fayda görüyorum. Zamanında çok değer verdiğim İngilizce öğretmenim Müjdat Sönmez, “Her filmi kendi mantığında kabullenip izlemek gerekir, aksi halde filmin mantıksız yerlerini eleştirmekten filmden zevk alamazsınız” diyerek bana son derece güzel bir film eleştirme mantığı yerleştirmişti. Bu çıkarımdan hareketle, Süpermen filmlerini kendi mantığı içinde izlemek gerektiğini değerlendiriyorum. Süpermen Süpermendir. Adı üstünde süperdir. Bizimle aynı şekilde hareket etmesi beklenemez, etse zaten süper olamaz. Diğer türlü eleştirel bakış açısı ile izlendiğinde her iki filmde de manasızlık had safhadadır, bu bakımdan Türk Amerikan filmi farkı yoktur.
Filmin orijinalinde, o dönem için hayli dikkat çekici, yaklaşma efekti verilmiş bir şekilde jenerik yazıları uzayın derinliklerinden gelecek tarzda görülür. Orkestra müziği eşliğinde siyah uzay görüntüsünde beliren yazılar, filmin bir bilim kurgu eseri olduğu izlenimini ilk dakikalardan itibaren vermektedir. Tulgar aynı görüntüyü daha basit bir teknikle ele almıştır. Bir Türk ezgisi eşliğinde, siyah zemin üzerinde portakal rengi yazılar yaklaştırılarak benzer bir efekt elde edilmiştir.
Superman filmi, merhum Marlon Brando’nun ağdalı İngilizcesi ile attırdığı bir tiradla başlar. Kriptonlular son derece gelişmiştir (Brando’nun giydiği fosforlu, S amblemli kıyafetten ve Konsey’in duvarlara yansıyan hologramlarından da anlaşıldığı üzere) ve ortalama zekâya sahip bir Amerikalı için bu İncil İngilizcesiyle konuşması son derece mantıklı gelir. Sahne vatana ihanet ve darbe girişimi(!!) nedeniyle tutuklanan General Zod ve iki ortağının mahkemesidir. Superman’in babası, namı diğer Jor El, Konsey’i General ve arkadaşlarının suçlu olduğuna ikna eder ve ceza olarak bir cam levhaya hapsederek uzay boşluğuna yollar. Bu hareketle ne kadar gelişmiş bir uygarlık olduklarını gözümüze bir kez daha sokar.
İkinci planda ise Jor El Konsey üyelerine Kripton gezegeninin patlamak ve yok olmak üzere olduğunu, derhal terk etmeleri gerektiğini anlatır ancak Konsey üyeleri ona inanmaz. Üstelik ülkede panik ortamı yaratırsa ihanetle suçlanacağını bildirir. Jor El çaresiz kabul eder ve karısı ile kendisinin gezegeni terk etmeyeceğine söz verir. Halen bir bebek olan oğlu Kal El yani bizim ileride Superman’imiz olacak şahsiyeti kar tanesine benzer bir uzay aracına bindirir, nedense bebek çıplaktır ama sadece ileride kullanacağı pelerini sarılıdır. Ona iyi dileklerini ileterek araca bindirir ve Dünya’ya yollar. Araç gezegeni terk ederken Kripton gezegeni patlar ve buna hazırlıklı oldukları her hallerinden belli olan Kal El ve karısı sıfır panik düzeyinde nereyeyse artık koşmaya başlarlar. Superman’in yolculuğu, yolculuk esnasında babasının kaydettiği Dünya’ya ait bilgilerin dinlenmesi bilmem kaç tane galaksinin geçilmesi derken filmin 22 dakikası geçer ve Superman’in biraz palazlanmış hali yeryüzüne gürültüyle düşer. Tam da kendisini evlat edinip büyütecek olan ve Allah’ın hikmeti ile çocukları olmayan ailenin az ötesine.
Yorulduk mu? Kunt Tulgar bu çileli ve uzun planları kaç dakikada halletmiştir? Tastamam 51 saniyede. Üstelik siyah bir zemin üzerinde yılbaşı süsleri asarak kendi uzayını yaratmış ve mikrofonik bir sesle hikâyeyi anlattırmıştır. Orijinal Superman’de Kripton’un neden parçalanacağı izah edilmezken, bizim versiyonda sebebi de açıkça anlatılır: ”Bir gün aniden çıkan gazlar patlamalara neden oldu ve Kripton’u evrende sildi”. İşte konu aslında bu kadar basittir. Aslında uzay görüntüsü de hiç fena olmamakla beraber gezegenlerin ve yıldızları sallanması filmin ne kadar aceleyle çekildiğini gözler önüne sermektedir.
İki filmin de aile evinin arazisi birbirine benzer. Boş bir arazinin ortasında bir çiftlik evi. Ev oldukça fakir ve bakımsızdır. Yakışıklı ve bütün sinema hayatı tek filmden oluşan Süpermen’imiz Tayfun eve girer, annesini öper, yemeği tırtıklar. Odada oturan babasının yanına girdiğinde kalplerimizi fetheden hareketi yapar, her iyi terbiye almış Türk çocuğu gibi babasının (Reha Yurdakul) elini öper! O Clark Kent değildir, Tayfun’dur O, bizim yerli Süpermen’imiz. Annesi ve babası ona gerçeği anlatırlar. Tayfun bir şeyler anlatılacağını anlamıştır zaten, çünkü zihin okuyabilmektedir. Gerçekte Amerikalı Süpermen de zihin okur, Lois Lane (Margot Kidder) Yengeyi gökyüzünde geziye çıkardığında, Lois’in tüm saçma düşüncelerini okuyabilmesinden anlarız bunu. Tayfun’a annesi, yıllar önce onu “rokete benzer” bir şeyin içinde bulduklarını anlatır. Roketi bu gariban kadının nerede gördüğü ve rokete benzediğini nasıl anladığı da ayrı bir muammadır. Sandıktan kendisi ile birlikte gelen yeşil Kripton taşını sarılı olduğu bohça ile birlikte çıkartır ve oğluna verir. Oğlan taşla telepati kurar, öz babasının sesini takiben yollara düşer. Vedalaşırken baba Reha Yurdakul “bundan sonraki hayatında başarılar diler”. Yalnızlık Kalesi olmasa da Yalnızlık Mağarası’na yürüyerek gider. Superman ise babasının ölümünün ardından ne hikmetse ahırda gömülü olan Kripton taşını bulur, yürüye yürüye Kuzey Kutbu’na kadar gider.
Tayfun evden çıkarken annesi (Şeref Çokşeker) önüne çıkar ve kâğıda sarılı bir paket uzatır. “Al yavrum, acıkırsan yersin” sözünden yiyecek paketi olduğunu anlarız. Türk annesi her yerde Türk annesidir, anamızı hatırlarız gözlerimiz dolar. Bir şeyi daha hatırlarım ben. Sevgili Hocam Ahmet Şerif İzgören’in “Süpermen Türk Olsaydı, Pelerinini Annesi Bağlardı” isimli kitabını. Ne diyor Hocam: “Süpermen Türk olsaydı pelerinini kesin anası bağlardı. Bir de uçarken arkasından bağırır: -Varınca çaldır oğlum!. Bırak uçsun artık! Süpermen o, çocuğun kriptonu olma.” İşte aynen Şerif Hoca’nın betimlediği sahne meydana geliyor. 1.90’lık minik yavrusu Süpermen’in ardından gözyaşı döküyor Tayfun’un gözü yaşlı anası.
Tayfun yürüye yürüye mağaraya varır ve mağarada dış sesin talimatına uyarak taşı önüne atar. Taşın düştüğü yerden kazağının üstünde S harfli simgesiyle merhum babası (Oktar Durukan) peydahlanır. Ön dişlerinin yarısı olmayan babası aslında kim olduğunu Tayfun’a anlatır. Baba çekimden önce yönetmen tarafından tembihlenmiştir aslında, yarım ağız konuş da dişlerin olmadığı görülmesin diye ama nafile! Bir iki değil, adamcağızın dişlerinin yarısı eksiktir. Hey gidi Yeşilçam! Öldükten sonra bile oğluyla konuşabilen teknolojiye mi yanarsın, o teknolojinin adama gram faydası olmamış, ona mı? Tayfun’a kendini Süpermen olarak tanıtan baba, Tayfun’un “Nereden çıktın sen?” sorusuna “Maziden çıktım evladım” diyerek bizi bir kez daha bitirir. Clark da aynı şekilde taşı fırlatır, taşın düştüğü yerden Yalnızlık Kalesi çıkar, babası kazakla filan değil yine teknik bir hologramla görünür. Oğluna uzun uzun kim olduğunu anlatır, uzayda gezdirir, vs. Tayfun’un babası bir dakikada her şeyi anlatırken, çok konuşan Kal El’e ancak dört dakika yeter.
Tayfun’a babası konuşması esnasında güçlerini örnekler vererek betimler. Bu hayli ilginç bir bölümdür çünkü orijinal filmde böyle bir konuşma yoktur. Aynen şöyle: ”Ne kadar kuvvetli, kudretli ve faziletli olduğunu sana söyleyeceğim. Hazreti Süleyman’ın zekâsı, Herkül’ün kuvveti, Atlas’ın tahammülü, Zeus’un selameti, Aşil’in cesareti, Merkür’ün sürati. Bunlar senin vasıfların”. Ama ekler: ”Ama onları kötü yollarda kullanırsan Kripton’un bütün laneti senin başına yağar”. Superman’in babası ise güçlerini böylesi bir betimlemeden ziyade ima etmiş, normal insanlardan çok daha güçlü olduğunu ancak bu gücü insanlık tarihini değiştirmede kullanmamasını salık vermiştir. Süpermen güçlerinin tarifine bir yerde daha rastlıyoruz. Ünlü yazar Umberto Eco, muhtemelen boş kaldığı bir dönemde Superman mitini, mitolojide ve edebiyatta geçen kahramanlarla karşılaştırdığı uzun bir deneme yazmıştır. Bu yazıda Superman’in gücünü şöyle tarif eder:
“Superman Dünyalı değildir; buraya genç yaşta Kripton gezegeninden gelmiştir. Dünyada büyürken, insanüstü güçlere sahip olduğunu keşfeder. Gücü gerçekten sınırsızdır. Uzayda ışık hızında uçar ve bu sayede zaman sınırını aşarak başka bir zaman dilimine geçebilir. Yalnızca ellerinin gücüyle kömürü elmasa çevirecek ısı düzeyine ulaştırır; süpersonik hızla bir kaç saniye içinde bütün bir ormanı kesip, ağaçlardan kereste üretip, bir gemi ya da bir kasaba inşa edebilir; dağları delebilir; dev gemileri kaldırabilir; baraj inşa edip yıkabilir; delici bakışları herhangi bir nesnenin içinden sınırsız uzaklıktaki şeyleri görmesine ve bir bakışta metal nesneleri eritmesine olanak tanır; süper işitme yeteneği, ne kadar uzaklıkta olursa olsun bir konuşmayı dinleme avantajı sağlar. Kibar, yakışıklı, alçakgönüllü ve yardımseverdir; yaşamını kötü güçlerle savaşa adamıştır ve polisin yılmaz yardımcısıdır.”
Her iki filmde de bu hayali baba sahnesi geçtikten sonra Superman ve Süpermen nereden geldiği belli olmayan bir şekilde mavi üniformayı giymiş olarak seyircinin karşısına çıkarlar ve sanki yıllardır uçuyormuşçasına hiç yalpalamadan uçmaya başlarlar.
Burada uçma hadisesini karşılaştırma zamanıdır. Daha önce de belirttiğim gibi, Süpermen Tayfun, bizim ilk uçan Süpermen’imizdir. Uçması tamamen Kunt Tulgar’ın yaratıcılığında gizlidir. Şimdi şunu kabul etmek gerek. Evet, Süpermen’in uçuşu son derece yapaydır, sabit olduğu her halinden bellidir, akşam lodosuna yakalanmış gibi pelerini bir kalkar, bir iner, buraya kadar bir sorun yok. Fakat, o müthiş teknik imkanlarla çekilen Superman’e ne demeli? Superman, her ne kadar ışık hızında uçsa da süper saçları (bir çizgi roman macerasında süper saçlarından bahsetmektedir) asla kımıldamaz. Bir milim bile saçları titremez. O koca pelerini uçuran rüzgar, saçlarını bir kez bile titretmez. Peki buna ne demeli? Türk Sineması deyince tu kaka yapan sözde izleyiciler, acaba bunu hiç görmez mi? Süpermen’in uçuşu bence tam anlamıyla güzel, tek sorun tek açıdan çekilmiş olması ve altından kayan görüntüler. Bilhassa aynı tekneden el sallayan tipler her uçma sahnesinde görülünce bir tuhaf kaçmaktadır. Tulgar aynı sahneyi şimdi çekse, eminim çok farklı sonuçlar alacaktır.
Gelelim filmin kötü adamlarına. Süpermen, Amerikalı benzeri gibi kendi yaşadığı şehrin sorunları ile ilgilenmektedir. Umberto Eco Süpermen’i sadece yaşadığı şehir olan Metropolis dahilinde ve yalnızca mülkiyete karşı işlenen suçlarla mücadele etmesi nedeniyle eleştirmektedir. Lex Luthor (Gene Hackman), Amerikalı, dahi bir kötü adamdır. Kelimenin gerçek anlamıyla yer altında yaşar. Lüks içinde yüzerken teknik araçları saymakla bitmez. Yamağı olan Otis (Perry White), şişman ve son derece zekâsı kıt, bir o kadar da beceriksiz bir adamdır. Luthor, orduya ait roketleri Kaliforniya eyaletine yöneltip yerle bir etmek ve çölde satın aldığı değersiz arazilerden emlak zengini olmak gibi saçma bir hevesin peşine düşmüştür. Yani bildiğiniz arsa vurguncusudur.
Gelelim yerli versiyona. Ekrem (Yıldırım Gencer), son derece sıradan bir apartman dairesinde yaşar. Elindeki su motorundan bozma alete kripton taşı koyup bir mercek ekleyerek bu aletin içinden geçen güneş ışınını herhangi bir metale doğrulttuğunda o metalin altına dönüşeceğini iddia etmektedir. Yani bildiğiniz simyacıdır. Üstelik kripton elementi daha çok yeni keşfedilmiştir. O yılların siyah beyaz televizyonundan renkli yayın yapmayı başaran TV haberine göre 20’inci yüzyılın “atomdan”!!! sonra en büyük enerji kaynağı olabilecektir. Peki, daha yeni keşfedilen bu enerji kaynağını kullanacak alet ne zaman icat edilmiştir. Kim icat etmiştir, Ekrem mi? Ekrem, etrafındaki adamlarıyla tam bir mafyözi karakter iken onu bu kripton elementi keşfinde çalışan Prof. Çetin El ekibine kim koymuştur, bunlar filmin içerisinde cevaplanmayan ve izleyicinin hayal gücüne bırakılan konulardır. Otis karakterinin yerini bu filmde Haydar (Nejat Özbek) alır. Ancak Otis kadar eblek değildir ve aslında acımasız bir canidir. Kripton ile ilgili evrak ve materyal bulma görevi ona aittir.
Tayfun ve Clark gazetede çalışmaya başlar. Clark “Daily Planet”, Tayfun onun Türkçesi olan “Dünya” gazetesinde. Burada Lois Lane karakteri devreye girer. Lois, Umberto Eco’ya göre “anaerkil” bir karakterdir. Dünya gazetesinin ise Alev’i vardır ve o nedense daha Türk bir karakterdir. Anaerkil oluşundan pek de söz etek mümkün değildir. Alev, Süpermen ile karşılaşmasında çok sakil bir şekilde bayılır. Tam eleştirecekken Lois’in de aynı şekilde bayıldığını görür ve vazgeçeriz. Alev, aynı zamanda Prof. Çetin El’in kızıdır ve onun yüzünden başına gelmeyen kalmaz. Alev’in kaçırıldığı ce Süpermen tarafından kurtarıldığı bir bölüm vardır ki kelimelerle tarif etmek çok zor, ancak yaşanır. Alev’in arabasıyla Alev’i kollamak için Tayfun tarafından peşine takılmış olan Naci (Orijinal filmde Jimmy Olsen karakteri)’nin arabası arasına bir kamyon dalar. Yolun ilerisinde de kapalı kasa bir kamyon yolu kapatmıştır ve yerden rampa uzatılmıştır. Alev silah zoru ile arabasını kamyona bindirir ve böylece kaçırılır. Naci ise aradaki kamyondan dolayı hiçbir şey göremez. Ne yaratıcılık ama.
İki kadın da Süper adamlara âşıktır ama onların gizli kimliği olan gazetecilerden zerre kadar haz etmemektedirler. Üstelik sevdikleri adamlar maske filan da takmazlar, taktıkları sadece çirkin bir gözlüktür. Clark Kent ayrıca saçını diğer yana tarar. Fakat ne kadar hızlı bir şekilde olaya gitse de saçını eski haline getirmeyi unutmaz. Her iki filmin bir sahnesinde süper kişi dayanamaz ve sevdiği kadına aşkını ifade etmeye karar verir. Ani bir hareketle gözlüğü çıkarır, sesini kalınlaştırmak normale dönmesi için yeterli olur. Buna rağmen bu kadınlar sevdiklerini iddia ettikleri adamı nasıl tanımazlar, bu da ayrıca tartışılması gereken bir sorundur.
Gizlik kimlikten bahsedince Kill Bill filmindeki müthiş Süpermen konuşması ile Bill’i (David Carradin)’i anmadan olmaz. Ne diyordu üstat: “Örümcek Adam ya da Batman, süper kahraman olmak için özel kostüm giymek zorundadırlar. Oysa Süpermen, sabah Süpermen olarak uyanır. O, kimliğini gizlemek için Clark Kent kostümü giyer.”
İki süper şahsiyet de hormonları süper kişiliklerdir. Tayfun filmin bir yerinde gazete koridorunda yürürken karşıdan gelen kadının iç çamaşırlarını süper gözleri sayesinde görür. Görmekle kalmaz, şaşkınlıktan düşüverir. Süper bilinci bu görüntüye dayanamaz. Ne de olsa bir köy çocuğudur. Neden çamaşırlara kadar görür, altını neden göremez, Alev’i neden öyle görmez, bunlar ilgi çekici sorulardır. Lois de Superman ile geceliklerini giymiş vaziyette gerçekleştirdiği bir röportajda çapkın bir şekilde iç çamaşırının rengini sorar. Superman de masum bir tarzda pembe renkli olduklarını bizle paylaşır.
Filmin bundan sonrası süper şahsiyetlerin kötülerle mücadelesi ve aşklarıyla devam eder. Süpermen, Ekrem’in adamlarını pataklar, giyotinleri parçalarken, Superman, zengin devletine yakışır işler yapar, parçalanan hidro elektrik santralinden insanları kurtarır, magma tabakasına iner, kopan rayların yerine geçer. Bunlarla uğraşırken sevdiceğini ihmal eder, O da yarılan yer kürenin içine düşer ve ölür. Superman çaresizdir, bu kadar güce rağmen sevdiği kadını kurtaramamıştır. Babasının “Dünya tarihini kurcalama evlat” nasihatini bile göz ardı eder, Dünya’nın dönüşünü geriye çevirir, zamanı geri alır ve kadınını kurtarır. Superman filmin sonunda bu ilişkiye devam edeceği sinyalini verir.
Süpermen cephesinde konu daha farklıdır. Süpermen aslında Tayfun olduğunu itiraf eder. Üstelik ilişkisine devam etmeyecek ve nedense parçalanan gezegeninin peşine düşecektir. Kötüler cezasını bulmuştur artık.
İki filmi de izledikten sonra, Süpermen Dönüyor filmine bakış açım tamamen değişti. Aslında Superman filminin de kendi mantığı içinde son derece tutarsız olduğunu gördüm. Bilimsel konuları absürd bir şekilde izah etme kaygısı orijinalinde de mevcuttur. Örneğin Jor El, karısına oğlunun yoğun moleküler yapısının onu güçlü kılacağını anlatırken ne alaka demek zorunda kalırız. Benzer şekilde Luthor, Kripton taşının özellikli radyoaktivitesinin Kriptonlu biri için öldürücü olacağını söylerken biz de Otis gibi ağzımızı açarak bakarız. Elbette bu bir filmdir ve bize fizik dersi vermekle vakit geçiremez. Ancak söylemek istediğim, filmi kendi mantığı içinde izleyerek keyif almak yalnızca Hollywood filmlerine özgü olmamalı. Türk Süpermen filmlerini izlerken de, Battal Gazi ya da Tarkan filmlerini izlerken de aynı hoşgörüyü içimizde barındırmalıyız. Kemal Sunal filmlerinin gün aşırı tekrar edildiği televizyonlarımız da en azından yılda bir kez bu ve benzeri fantastik filmleri yayınlayarak unutulmamasını sağlamalı ve ustalara saygı göstermelidirler. Dönemin imkân ya da imkânsızlıkları içerisinde, aslında hakkıyla çekilmiş bir filmdir Kunt Tulgar’ın “Süpermen Dönüyor” filmi. Hintli Bollywood örnekleri ile karşılaştırıldığında haysiyetli bir taklit sayılabilir. Kaldı ki Amerikan sineması kendi filmlerini defalarca taklit etmekte bir sakınca görmediğine göre bizim de bir sakınca görmemiz, eleştirmemiz ya da aşağılık kompleksine kapılmamız gereksizdir. Kendisi de aynı şeyi söylemekle beraber, ben de şu anki teknik imkânlar ve uygun bir bütçe ile Kunt Tulgar’ın aynı filmi çok daha başarılı çekeceğinden eminim. Haddim olmayarak Usta’yı bir kez daha tebrik ediyor ve uzun ömürler diliyorum.
Emrah AKÇAY