“İnsan mı suretten, suret mi insandan?“
Suret denen şey, yeni değil aslında. Binyıllardır var. Hepimiz tiyatrolarda, filmlerde, romanlarda, bilgisayar oyunlarında suretlerin bizim yerimize yaşadığı şaşkınlıklara, öfkelere, sevinçlere, aşklara, mücadelelere ve savaşlara şahitlik etmekten keyif almıyor muyuz? Garip gurup bin bir tane kadın programında bizim hissetmediğimiz acıları anlatanları medya aracılığıyla suretleştiren biz değil miyiz? Toplum içerisinde daha iyi görünmek, daha fazla kabullenilmek için farklı davranmıyor muyuz? Kendimizi pazarlamamızı sağlayan “image maker”lık adında bir meslek, kusurlarımızı örten “kozmetik” adında bir sektör yok mu? İnternetin çeşitli ortamlarında bizi temsil eden “avatar”lar kullanmıyor muyuz? Suretler icat edileli çok oluyor. Yazının bulunması kadar, hatta belki insan kadar eskiler. Sadece caddelerde dolaşanlar suretten ibaret değil. Şimdilik…
Suretler, insanların evden çıkmadığı, her işlerini robotik suretleri üzerinden hallettikleri bir alternatif ortamda, günümüzde geçiyor. Şehirler içerisinde suret kullanmayan, kurtarılmış bölgelerde yaşayan ve “korkuluk” tabir edilen insanlar olsa da caddelerin çok büyük bir bölümü suretlere ait. VSI adı verilen bir şirket bu yoldan büyük paralar kazanmış ancak suretlerin mucidi ve şirketin yönetim kurulu üyelerinden biri olan Canter’la vizyon farklılıkları sebebiyle yolları ayrılmış. İki suret yok edildiğinde gözler korkulukların üzerine çevriliyor. Ancak daha sonra sadece suretlerin değil, operatörlerinin de öldüğü anlaşılıyor ve olay kısa sürede basit bir vandalizmden cinayet vakasına doğru gidiyor. Araştırmayı yapan dedektifler Greer ve Peters, işin içinde bir silah olduğunu keşfediyorlar. Ancak silahı kullanan adamın peşinden polisin yetkili olmadığı “korkuluk” bölgesine girince her şey berbat oluyor. Greer’ın sureti yok ediliyor, vakadan alınıyorlar. Tabii bu iş Greer’ı durdurmuyor. Araştırmaya devam ediyor ve ikiyüzlü insanların, gizli ilişkilerin bulunduğu sır perdesi yavaş yavaş aralanıyor.
Gel de şimdi Isaac Asimov’u yâd etme. Suretler, bilim-kurgu edebiyatının bu usta ismine çok şey borçlu. Akla ilk gelen kitap “Ben, Robot” olsa da film, “Çelik Mağaralar” romanından da pek çok unsur barındırıyor bünyesinde. Daha önce “Ben, Robot’un” film uyarlaması da aynı yolu izlemiş ve iki kitabı harmanlamıştı. Çelik Mağaralar’ın baş kahramanı Elijah Bailey’in robotlardan pek hazzetmemesi, ancak vakayı bir robot olan R.Daneel’in yardımı olmadan çözememesi, “Ben, Robot”un film uyarlamasında robotlardan nefret eden Del Spooner’ın bir kolunun robot olması sayesinde hayatta kalabilmesi gibi, Suretler’in kahramanı Tom Greer da pek hazzetmemesine rağmen suret kullanmaktan geri durmuyor. Silahın peşinde yaşanan kovalamaca sahnesinde bu durumun kendisine fiziksel avantajlar sağladığını da görüyoruz. Greer’ın diğer karakterlerden en önemli farkı, bu çelişkiyi diğer karakterlere nazaran daha kolay çözmesi. Şartlar ve çeşitli duygusal sebepler bir araya gelince suret kullanmaktan bir çırpıda vazgeçebiliyor Greer. Böylece filmin süresi de uzamamış oluyor.
Suretler, Brett Verdele ve Robert Venditti’nin çizgi-romanından Michael Ferris ve John D. Brancato tarafından senaryolaştırılmış. Çizgi-romanı okumadığım için ne kadar iyi uyarlandığı konusunda bir yorum yapamayacağım ama bir sinemasever olarak senaryo için “inişli çıkışlı” yorumunu yapabilirim. Film, inandırıcı bir ortam yaratmakta son derece başarılı. Böyle bir icadın liberal bir toplumda nelere yol açabileceği konusuna bir hayli kafa patlatılmış. Sonuçta varılan noktalar gayet hoş. Suretlerin çeşitli modellerinin olması, suretlere has kozmetik salonları ve eğlence mekânları olması, filmin geçtiği ortamın inandırıcılığını arttıran hoş dokunuşlar ve filme derinlik katıyorlar. Film, insanların tanrılık özentisine ve liberal ekonominin aksayan yanlarına da değinerek suya sabuna dokunmayı ihmal etmiyor. Suretleri kullanan insanlar istediği kılığa girebiliyor, istediği hayatı yaşayabiliyor, suretlerine her türlü eziyeti yaptırabiliyor. Ayrıca ABD’nin her şeyi suretlerin mucidi olan VSI şirketine devredilmiş. Greer’la birlikte olayı çözerken, bu durumun yarattığı çarpıklıklara da şahitlik ediyoruz. Kısacası ortam, yaratılan düğümün karmaşık ve inandırıcı olmasını sağlıyor.
Mühim not: Bu paragraf filmin bazı sürprizlerini tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir.
Ancak iş bu düğümü çözmeye geldiğinde senaryo fena çuvallıyor. Süre kısıtlamaları, kahramanlık takıntısı ve Amerika propagandası, bir çuval inciri berbat ediyor. Korkuluklar, VSI, Greer’ın oğlu, Canter’ın motivasyonu gibi şeylere “şöyle bir” değinilip geçilmesi, yaratılan ortamın seyirciye aksettirilme çabalarına sekte vuruyor. Hikâyedeki önemli unsurların layığıyla irdelendiğini söylemek güç. Film boyunca herkesin peşinden koştuğu prototip silahın insanî nedenlerle üretilmediğini söylemekse tek kelimeyle komik. Çok değil, sadece 65 yıl önce iki sivil hedefe atom bombası atmış bir devletin merhamet adına savaş alanında düşmanın sadece suretlerini değil, operatörlerini de ortadan kaldıran bir silahtan vazgeçmesi gibisinden inandırıcı olmaktan uzak propaganda çabasına gülüp geçiyoruz. Suretlerin, operatörlerinin beyin frekansına kilitlenmesi filmin sonunu da mantıksız kılıyor. Canter’ın Dedektif Peters’ı öldürüp suretini çalması, suretin frekansının değiştirilmesi şeklinde açıklanıyor. Buraya kadar tamam. Ancak finalde Greer’ın da aynı sureti kullanması senaryo açısından affedilmeyecek bir boşluk olarak göze çarpıyor. Sırf “işi kahraman çözsün” takıntısıyla yazılmış bu acemice sahne filmin geneline yakışmıyor. Canter’ın suretlerinden biri olduğu ortaya çıkan Kâhin’in, Canter başka suretlerle iş görürken nasıl çalışabildiği, yine Kâhin’in yaşlanmamasının, yara almamasının, saçlarının beyazlamasının nasıl dikkat çekmediği, tüm suretleri gözetleyebilen FBI’ın kendilerinden biri olan Dedektif Peters’ın bir suret tarafından öldürülmesini nasıl fark edemediği senaryodaki diğer boşluklar olarak göze çarpıyor. Neyse ki Kâhin’in suret taramalarından nasıl geçtiğini filmin içerisinde bir mantığa oturtmak mümkün: Başlangıcından beri direniş hareketinin liderliğini yapan biri hiç taranmamıştır ki. Aslında biraz daha derine inilse, söz gelimi Kâhin gerçek bir insanken Canter’ın intikam planı çerçevesinde yakın zamanda öldürülüp yerini bir suretin aldığı ortaya çıksa, suretler de beyin değil, özel koltukların frekanslarına kilitlense durum çok daha inandırıcı olacak. Milyon dolarlarla çalışan senaristlere senaryo yazmayı da biz mi öğreteceğiz yani?
Filmin oyunculuk anlamında bir sıkıntısı yok ancak bir başarısı olduğunu da söylemek güç. Tüm isimlerin karakterlerinin suretleriyle asıl halleri arasındaki farkı vermekte başarılı olduğunu söylemekle yetinelim sadece. Suretler ışıl ışılken insanlar hırpani. Suretler güler yüzlüyken insanlar somurtkan. Suretler metrelerce havalara sıçrayabiliyorken insanlar ayakta zor duruyor, yürüyemiyor. Maalesef filmin bu alandaki başarısı bu kadarla sınırlı. Bruce Willis’le Rosemund Pike’ın karı koca performansı inandırıcı, kimyalarının da tuttuğunu söylemek mümkün ama bu konuya adanmış her sahne en fazla 30 saniye sürüyor. Filmin içinde toplasanız 5 dakikayı bulmaz. Ving Rhames’in Kâhin rolünde yapabileceği bir şey yok, çünkü ortada bir karakter yok. Artık iyice birbirine benzer rollerde izlediğimiz James Cromwell perdede göründüğü sürenin kısalığının kurbanı oluyor (en azından öyle düşünmek istiyoruz). Yan rollerdekiler için de benzer şeyleri söyleyebiliriz. Yalnız dikkatimi çeken bir nokta var, Yıldızgemisi Askerleri’nden (Starship Troopers) beri bu kadar “parlak” insanı bir arada görmemiştim. U-571 ve Yok Edici 3: Makinelerin Yükselişi (Terminator 3: Rise of the Machines) filmlerinden tanıdığımız Jonathan Mostow’un ibresi aksiyondan başka yönlere bakan bir filmi yönetmeye karar vermesi cesurca bir adım. Ancak Mostow’un henüz James Cameron olduğunu söylemek de imkânsız. Dramatik yapı oluşturma konusunda biraz daha mesafe kat etmesi lazım ama düşündüğümden daha iyi çıktığını söylemezsem, gösterdiği cesarete haksızlık etmiş olurum.
Suretler, sırf yarattığı ortamın hatırına “ortalama” payesi verebileceğim bir film. Senaryonun ve yönetmenin kısa düştüğü yerler, çok iyi olabilecek bir filmin potansiyelini kullanamamasına sebep olmuş. Harcanmış bir fırsat daha.
Filmi izlemedim çünkü yeni bir Island vakasıyla karşılaşacağımızı tahmin ediyordum. Yazıdan anladığım kadarıyla pek de yanılmamışım. Hollywood bildik formülleriyle artık gerçekten kendi kuyusunu kazmaya başladı. Muhtemelen film, ilk yarım saati “Böyle bir teknoloji dünyayı ne hale getirir” sorusu üzerine gayet zekice fikir yürütmelerle geçtikten sonra cılkı çıkmış patlama ve kovalamaca sahneleriyle dolu, sonunda ne olacağını bile bile izlenen bir kandırmacaya dönüşmüştür.
Ayrıca daha derinlemesine analizlerde bu tür filmlerin genellikle Amerikan dincilerinin düşünce kalıplarını insanlara empoze ettikleri görülüyor. Bilmem dikkat ettiniz mi, yaşamlarımızı kökünden değiştirebilecek bu gibi teknolojiler hayal edilebildiğinde derhal birileri bizleri korkutmak ve en iyisinin mevcut halimiz olduğunu, modern toplum denen yüz karasından da bir zahmet kurtulabilirsek her şeyin çok iyi olacağını hissettirmek derdinde filmler yapıyor.
Oysa teknolojik ilerlemeleri ve daha özgür bir insanlığı konu alan Star Trek kurgusu 1966’dan bu yana dimdik ayakta duruyor. The Next Generation’da bu modelin tam aksini, hisli robot Data kardeşimizi görüyoruz. Ve Data kontrolden çıkıp insanlığı yok edecek bir tehdit haline falan da gelmiyor. Hatta bilakis, pek çoğumuzdan daha insanca davranıyor. Neden olmasın ki? Neden yeni teknolojiler bize bir Data armağan edemesin ki?
Sözün özü, ben bu filmde herhangi bir fırsatın kaçtığını düşünmüyorum. Aksine, Nazi kafalı bir grup Hıristiyanın, bunları son derece bilinçli olarak kurguladığı izlenimine sahibim. Bizdeki malum kanalların ilkokul düzeyinde mesajlar veren, beyin yıkayıcı dizileri gibi bunlar da iyi bir öykü anlatmaktan ziyade propaganda malzemesi üretmek maksadını taşıyor.
Filmin durumu o kadar kötü değil, sevgili Aydın. Fikir üretimi zamanla azalsa da filmin geneline yayılmış, ayrıca sadece 2 aksiyon sahnesi var. Onlarda da patlama yok. :) Bir ufak not, “eskiye dönüş” teması, Isaac Asimov’un Çelik Mağaralar kitabında da var olan bir şey. Yalnız orada bu durum eleştiriliyordu. Yani yeniliğe karşı olan gelenekçiliği pazarlamıyordu Asimov. “Ben, Robot”un filmi için de aynı şeyi söyleyebilirim. Orada da bir eski robot modeline dönülüyor ama robotlar, kendilerini kabullenemeyen insanların varlığına rağmen ortadan kalkmıyordu (gerçi mesih söylemi biraz karıştırıyordu ortalığı). Ancak Suretler’in söylemi konusundaki eleştirilerinizde haklısınız.
Çok güzel bir yazı olmuş tebrik ederim.Filmi izledim baştan sona imgelerle ve yalan yanlış aceleye getirilmiş senaryosuyla son derece muazzam bir bilim-kurgu olayını 60 larına gelmiş zoraki kahramanın bilindik işleyişiyle son buluyor.Amerikan sinema formulleri duygusal-romantik-komedi gibi türlerde otursada bunun dışındaki türlere uygulayınca ters sonuçlar veriyor..
Madem vasat bir film… zaten piyasa filmi… neden Öteki Sinema’ya yazılır acaba bu yazı?…
Bu gibi filmleri Öteki Sinema’ya yazmak bence Öteki Sinema’nın arşivini boğuyor ister istemez. Hani çok güzel bir film olsa (yazarın çok sevdiği bir film) anlicam. Ama bu direk haftasonu gazetenin sinema ekine yazılmış (çok da güzel yazılmış lütfen Kaan yanlış anlamasın beni) bir yazı.
Öteki Sinema’ya b-filmler, gizli saklı filmler ve ”öteki filmler” yazmak yerine bunları yazdıkça site biraz boğuluyor mu acaba diye düşünüyorum.
Wanted yazısına yazıcaktım böyle bir yorum ama yanlış anlaşılmak istemedim. Ama bakıyorum şimdi Kaan Zambakçı’dan mütemadiyen fantastik öğeli vasat gişe filmleri geliyor. Bir yorum yapmadan duramadım. Eminim Kaan’ın da bize öğreteceği 80li 70li yıllardan pek kimsenin bilmediği garip filmler vardır. Keşke onlardan da yazsa biraz
Hahah. :D
Ben erkenci davranıyorum sevgili Can. Zira onca ışıltılarının, şişirilmiş bütçelerinin ve milyon dolarlık pazarlama kampanyalarının ardında bu filmlerin pek çok B filminden farkı yok. Belki de 15-20 yıl sonrasının “öteki”leri bunlar. Ben şimdiden yazıyorum. Ama madem istiyorsun, gelecek sefere pek bilinmeyen bir film yazarım. Veya 80’lerde Yıldız Savaşları ve Tron gazıyla bolca çekilen ikinci sınıf bilim-kurgu filmlerinden olabilir. Caiz midir? :D
valla caizdir kaan :) süper olur bence.
can’a da katıldığımı belirtmeliyim yaptığı yorumla ilgili.
Bence Kaan gayet yerinde ve güzel bir iş yapmış arkadaşlar…
Editör olarak henüz hiçbir yazarın yazısını geri çevirmedim ama bir gün yazarlarımızdan biri “Dün Transformers 3’ü seyrettim yok böyle bişey abiii!” diye bir yazı yollarsa o gün “Öteki”nin gazının kaçtığı gündür!
Bu tarz blockbuster’lar (gişe filmleri) sayfalarla birlikte 600 makaleye ulaşmış “Öteki” külliyatında %1’lik bile alan işgal edemiyorlar. Site sayenizde inanılmaz bir doğal seçilime bağlı olarak ilerliyor ama “gişe filmi yazıları” siteye çok fazla hit kazandırıyor (acı ama gerçek)
Daha da önemlisi, reklam ilişkileri yüzünden samimiyetini tamamen kaybetmiş major site ve dergilerde aylar geçmeden bu filmlerle ilgili olumsuz bir şeyler okumak mümkün değil… Yazılan film değilse bile yaklaşım “Öteki” olduğu sürece hiçbir sorun görmüyorum. Bence “gişe filmleri” ile ilgili yazdığımız yazılar bizim nerede durduğumuzu çok iyi belirliyor ve bir sinema sitesi olarak ruhumuzu şeytana satmadığımızın ispatı oluyor. Ayrıca bu filmi okumak için siteye ilk kez giren insanları B kütüphanemizle tanıştırmak açısından iyi bir yem bu tür yazılar :)
Biraz itirafcı bir yazı oldu ama öyle :)
Can, sen G.I. Joe’nın çizgifilmini yazmıştın, pespaye beyazperde versiyonunu yerden yere vursan zevkle yayınlarım mesela…Yakında “Moon” gösterime girecek mesela… Çok ümitliyim o filmden ve mutlaka yazacağım :)
Moon’u yazmadım, direk sana bıraktım Murat Tolga. Beklentilerini çok yükseltmeyeyim ama kesinlikle hoşuna giecek bir film olduğunu düşünüyorum.
G.I.Joe’nun filmini ise ben çok sevdim!! O yüzden yazmaya çekiniyorum buraya : )
Ben Moon için biletimi aldım bile. Filmekimi bir güzellik yapıp programa almış. Filmi zaten merak ediyordum, Can’ın District 9 altına yazdığı yorumdan sonra merak katsayım hızla yükseldi. : )
Moon, kesinlikle District9 gibi bilimkurgu kisvesi altında saklı bir Michael Bay filmi özentisi eğil, Asimov ve Arthur Clarke’ı anımsatan çekirdek bir bilimkurgu hikayesi