Sydney Underground Film Festivali 2021 Günlüğü

1 Ekim 2021

2009 yılından bu yana her sene düzenli olarak gittiğim Sydney Underground Film Festivali (SUFF), 2020 yılında pandemi yüzünden çevrimiçi olarak gerçekleşmişti ve programında yalnızca kısa filmlere yer vermişti. Eventive adlı platform üzerinden festival biletlerimizi alıp evimizin konforunda ve yalnızlığında “LSD Factory”, “Ozploit!”, “Sh!t Scared” gibi başlıkları olan kısa film seçkilerini izlemiştik.

Avustralya’da pandemi uzun süreli tam kapanma kararlarıyla idare edildi ve 2020’nin ikinci yarısından 2021 Haziran ayına kadar benim yaşadığım New South Wales eyaletinde neredeyse sıfır COVID19 vakası görüldü. Bu sebeple SUFF’ın bu sene her zamanki mekanı Factory Theatre’da gerçekleşeceğini umuyorduk. Festivalin diğer müdavimleriyle hasret giderip izlediğimiz filmleri konuşmak hepimize iyi gelecekti. Lakin Haziran sonunda başlayan Delta varyantı sayesinde hızla yayılan ikinci büyük COVID dalgası yüzünden festival bu sene de Eventive üzerinden izleyicisine ulaşmak zorunda kaldı.

9 Eylül-26 Eylül tarihleri arasında gerçekleşen bu senenin çevrimiçi festivali, geçen seneye kıyasla daha dolu dolu idi. Kısa film seçkilerinin yanında pek çok uzun metrajlı film ve belgesel de programda kendine yer buldu. Aşağıda izlediğim filmler hakkında aldığım notları bulabilirsiniz.

Açılış filmi: Sweetie, You Won’t Believe It – Yernar Nurgaliyev

blank

Festivalin “açılış filmi” olarak tahayyül edilen Kazakistan yapımı Sweetie, You Won’t Believe It’i (2020) ben, anarşizan bir tavırla, festivalin üçüncü ya da dördüncü gününde izledim. Rotten Tomatoes’da %93 reyting almış bu korku/aksiyon/komedi filmi, üç eski arkadaşın balık tutma bahanesiyle çıktıkları günübirlik bir gezide başlarına gelen akıl almaz olayları konu alıyor. Mali sorunlarından ve 9 aylık hamile olan eşinin eleştirilerinden bunalan Dastan (Daniyar Alshinov), polis arkadaşı Muram (Yerlan Prynsetov) ve Kazakistan’ın köylerine minibüsüyle şişme bebek ve seks oyuncakları servisi yapan Arman (Azamat Marklenov) ile çıktıkları gezi esnasında, bir cinayete tanıklık ediyor ve katil çeteden kaçmaya çalışıyorlar. Yönetmen Yernar Nurgaliyev, 90 dakikalık süre boyunca tempoyu hiç düşürmeden, dozunda şiddet, gore ve komedi sunarak izleyiciye iç ısıtan (!) bir arkadaşlık hikayesi sunuyor. Açıkçası çakma Kazakistanlı Borat filmlerinden daha eğlenceli bir iş.

Ukrayna seçkisi: Stranger – Dmitry Tomashpolskyi (ve üç kısa film)

blank“Focus on Ukrainian Cinema” adlı seans, Maria Stoianova’nın deneysel kısa belgeseli The Second Wave (2020) ile açılıyor. Film, dalgalar, dalga boyu, ve yönetmenin büyükbabası arasındaki mesafe hakkında kişisel ve görsel bir deneme niteliğinde. Onun ardından, Vladlen Odusenko’dan 15 dakikalık, sert, acımasız ve kalp kırıcı bir tecavüz ve intikam öyküsü olan Maria (2021) geliyor. Üçüncü ve son kısa film, Mariia Ponomarova’nın Good Boy’u (2021) ise babasına düşkün bir iş adamı olan Andriy’in bir iş seyehati sırasında babasının bir isteğini yerine getirmeye çalışırken başına gelen aksilikleri anlatıyor.

Seansın ana menüsündeki Dmitry Tomashpolskyi imzalı, 2019 yapımı Stranger, benim için festivalin öne çıkan yapımlarından biri oldu. Film, Lovecraft’ın Yabancı öyküsünden bir alıntıyla açılıyor ve 93 dakikalık süresi boyunca, tuhaf kurbağa adamlar ve bir kütüphanenin tozlu raflarında bulunan Necronomicon gibi çeşitli Lovecraftiyen klişelerle bize göz kırpıyor. Yüzme havuzunda gerçekleşen bir yarışma esnasında gizemli bir şekilde kaybolan bir senkronize yüzme takımı ile bir hidroterapi merkezinin küvetinden iz bırakmadan yok olan bir hasta arasındaki gizemi araştıran Glukhovska adlı bir dedektifin (Anastasiya Yevtushenko) hikayesi anlatılıyor. Hidroterapi merkezine bir hasta olarak kayıt olan dedektif, araştırması boyunca, soğuk ve tekinsiz doktorlar, kendi kendine hareket eden, gerçek insan saçına sahip bir oyuncak bebek, hapşırık falına bakan iki yaşlı kadın gibi sıra dışı öğeler, araştırmasını gitgide daha karmaşık bir hale getiriyor. Stranger, lineer ve kolay anlaşılabilecek bir dedektiflik öyküsü yerine, stilistik bir görsellik, hüzünlü bir atmosfer ve bir tuhaflıklar silsilesi sunarak izleyiciyi perde karşısına kilitliyor.

Ve kapalı mekanların tuhaflıkları…

Bir underground film festivali, izleyiciye “az önce ne izledim ben” hissi yaşatmıyorsa orada bir sorun var demektir. Henüz Stranger’ın küflü ve nemli tadı damağımızdayken kendimizi Belçika yapımı Hotel Poseidon’un (2021, Stefan Lernous) grotesk dünyasında buluyoruz. Baba mirası oteli Poseidon’u çürümeye bırakmış Dave, her ne kadar yatağından çıkmak istemese de, yan odada yüksek sesle porno film izleyen komşusunun verdiği motivasyonla kendini yeni bir güne hazırlıyor. Otel halka kapalı olmasına rağmen, birbirinden tuhaf misafirlerini geri çevirecek gücü kendinde bulamıyor, Dave. Alkol su gibi akıyor, ölen teyzesi, arkadaşları tarafından küçük parçalara ayrılıyor, blender’dan geçirilip lavaboya dökülüyor, bir iç mimar, Dave’i otel odasında kurduğu bir terrarium’a hapsederek (sanki yıllarca ıssız bir adaya hapsolmuş biri gibi) nasıl hayatta kaldığını gözlemliyor. Hotel Poseidon, ateşli bir gecenin kabusu gibi bir film.

O ateşli uykudan kısa bir süreliğine uyanıp tekrar uykuya daldığınızda görme ihtimaliniz olan bir başka kabus ise Walerian Borowczyk’in Robert Louis Stevenson’ın kitabından uyarladığı The Strange Case of Dr Jekyll and Miss Osbourne (1981) adlı filmi. Hotel Poseidon’dan çıkıp, Viktorya döneminde, büyük bir malikanenin klostrofobik ortamında buluyoruz kendimizi. SUFF, bu kült klasiğin 40. yılı şerefine, sansürsüz, 2k olarak restore edilmiş bir versiyonunu programına dahil etmiş.

blank

Stevenson’ın bastırılmışın bedenlenişi hakkındaki klasik öyküsünü, erotik ve sapkın bir istismar filmi olarak yeniden yorumlayan Borowczyk, orijinal öyküde açık şekilde anlatılmayan fakat ima edilen cinsel şiddeti ön plana çıkarıyor. Başrollerde Udo Kier ve Marina Pierro, filmin tuhaflığına yaraşır performanslar sergiliyorlar. Yaşlılıktan mı bilmiyorum ama bu film beni epey zorladı. 90 dakika boyunca kapalı bir mekanda estetize edilmiş bir dizi tecavüz ve cinayet izlemek pek bana hitap etmiyor sanırım. Ama bu kült filmi de görmedim demem artık.

Rock’ın öncü kadınları!

Sydney Underground Film Festivali, müzik belgeselleri konusunda her zaman tatmin edici seçimler yapar. Bu sene de rock müzikte farklı şekillerde öncülük etmiş kadınlar hakkında üç belgeseli programlarına dahil ederek seyircilerini (en azından beni) memnun etmeyi başardılar.

Bobbi Jo Hart’ın yönettiği, Fanny: The Right to Rock (2021), maalesef hak ettikleri itibarı kazanamamış, 1960’larda kurulan, tamamı kadınlardan oluşan ilk rock grubu Fanny’ye bir saygı duruşu niteliğinde. Basçı, gitarist ve vokalist Filipinli-Amerikalı Jean ve June Millington adlı iki kız kardeşe yine Filipinli-Amerikalı bir davulcu olan Brie Darling’in katılmasıyla Los Angeles’ta kurulan grup, 1970’lerde özellikle İngiltere’de bir hayli ilgi çekse de kısa ömürlü oluyor. 1970’lerde toplumun genelinde olduğu kadar rock müzik ortamlarına da hakim olan blankcinsiyetçilik, grubun öneminin ve yeteneğinin anlaşılmasına müsaade etmiyor. Neyse ki belgesel 60’lı yaşlarının sonlarındaki grup elemanlarının yeniden bir araya gelerek yeni bir albüm kaydetmesine ve yıllar sonra hak ettikleri ilgiyi görmelerine de tanıklık ediyor.

Lydia Lunch: The War is Never Over (2019), Cinema of Transgression akımının önemli yönetmenlerinden Beth B’yi, No Wave müzik akımının kraliçesi, şair ve performans sanatçısı (ve Cinema of Transgression filmlerinin gözde oyuncusu) Lydia Lunch ile bir araya getiriyor. Beth B, 40 yıllık arkadaşı Lydia’nın hikayesini, onunla, yakın çevresi ve grup arkadaşlarıyla yaptığı röportajlarla ve 70’lerden bu yana gerçekleştirdiği müzik ve diğer performansların görüntüleriyle anlatıyor. Lunch’ın toplumla, iktidarla, ahlaki normlarla olan kavgasının hala 70’lerin sonunda olduğu kadar güçlü olduğunu görüyoruz.

Poly Styrene: I am a Cliche (2021), İngiliz Punk akımının efsanevi gruplarından X-Ray Spex’in İskoç-İrlandalı-Somalili vokalisti Poly Styrene (Marianne Joan Elliott-Said) hakkında, kızı Celeste Bell ile Paul Sng’nin yönettiği bir belgesel. Annesinin 2011’deki ani ölümünün ardından yaklaşık beş sene boyunca annesinin arşivlerine bakma gücünü kendinde bulamayan Bell, bu belgesel ile hem annesini onurlandırmak hem de aralarındaki çatışmayı bir çözüme ulaştırmak istemiş. Genç yaşta kimlik politikaları, ırkçılık, feminizm, tüketim toplumu gibi konular hakkında yazdığı şarkılarla üne kavuşan Poly Styrene’in kariyerindeki yükseliş, kendisine konulan yanlış bir şizofreni tanısı yüzünden (daha sonra bipolar bozukluk sahibi olduğunu öğreniyor) sekteye uğruyor. 1980’lerde Hare Krishna hareketine katılan Poly, kızının bakımını ihmal ettiği için Celeste’i anneannesi yetiştiriyor. Bell, filmde annesinin hayat seçimlerinin kendisinde açtığı psikolojik yaralardan bahsediyor, fakat yine de böylesine yaratıcı ve kültürel hayatta büyük bir etkisi olan birinin kızı olmaktan dolayı ne kadar gurur duyduğunu da belirtiyor.

SUFF’da izleyemediğim, fakat ileride bulup izlemeye çalışacağım filmler ise şöyle:

  • Alien on Stage (2020), amatör bir tiyatro topluluğunun Alien’ı sahneye uyarlama çabası hakkında belgesel
  • An Ideal Host (2020), Avustralya yapımı, düşük bütçeli indie bilmkurgu/korku filmi
  • Kratt (2020), Estonya yapımı folk korku/komedi filmi
  • Shit & Champagne (2020), John Waters sinemasının takipçisi, “dragsploitation” polisiye komedi filmi

Yazının başında ev konforundan bahsettik. Bir bakıma gidiş-dönüş toplam üç saat yol kat etmemek, gece trenlerinde yorgun argın eve dönmemek, filmleri istediğim gibi durdurup, başa ya da ileri sarıp izlemek de iyi bir deneyim oldu. Tabii umudumuz yine de 2022’de SUFF’ı Factory Theatre’da eski dostlarla birlikte izlemek.

Öteki Sinema için yazan: Can Yalçınkaya

blank

Can Yalçınkaya

Müzmin öğrenci, Punk Akademik. Avustralya'da yaşıyor ve Türk sineması ve popüler müziğinde melankoli üzerine çalışıyor. Çizgi romanlar, filmler, kitaplar, fanzinler ve saireyle haşır neşir olmayı, yazmayı ve çizmeyi seviyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Maalesef Sundance’ten Eli Boş Döndük!

Sundance Film Festivali dünkü ödül töreniyle tamamlandı. Ülkemiz Sarmaşık ile
blank

Sitges Fantastik Film Festivali 2010

Sonbahar'da Çeşme Altınyunus Oteli'ni düşünün. Ama otelin içinde bir de