*** Dikkat: Bu yazı Trainspotting, T2: Trainspotting ve Irvine Welsh romanı Porno hakkında sürpizbozanlar içerir. ***

Shallow Grave’i bir tesadüf eseri izlemiştim. ’96 sonbaharında aynı ekibin yeni bir filmi geliyormuş diye duyduk. Cool görünümlü bir grup gencin yan yana durup çeşitli el kol hareketleri yaptıkları turuncu/gri tonlu afişi bizi anında cezbetmişti. Sinema koltuklarına gömüldük. Iggy Pop’un Lust for Life’ı hoparlörlerde gümbür gümbür patlarken, genç ve sıska bir grup adam, perdede var güçleriyle topuklamaktaydı. Başkarakter Mark Renton, üst seste bir manifesto haline gelmiş “Hayatı seç” tiradını atıyordu. Koltuklarımıza mıhlanmıştık.

Trainspotting, 90’ların efsane filmlerinden biriydi. Kült bir romandan uyarlanmıştı, sıkı bir senaryosu, yenilikçi bir anlatımı, muhteşem oyunculukları vardı. Soundrack’i, kurgusu, temposuyla çığır açtı. İşsizlik, yoksulluk, uyuşturucu bağımlılığından kırılan bir nesilin karanlık ama cezbedici yaşamlarını anlatıyordu.

blank

Trainspotting’i izledikten sonra, uyarlandığı romanın yazarı Irvine Welsh, en sevdiğim yazarlardan biri oldu. Acid House, Ecstasy, Filth, Glue derken Trainspotting’in devamı niteliğinde olarak yazdığı Porno adlı romanı çıktığında, eski dostlarla yeniden buluşacakmış gibi şendim. Porno’da, Trainspotting’in deneyselliği yoktu. Daha geleneksel bir romandı ve sevdiğimiz karekterlerin Trainspotting’deki olaylar vuku bulduktan on yıl sonra bir araya gelerek, hesaplaşmalarını ve beraber bir porno film işine girmeye çalışmalarını anlatıyordu.

Irvine Welsh, Trainspotting ve Porno’dan sonra Skagboys adlı bir “prequel” yazarak, ekibin gençliklerini ve eroine nasıl başladıklarını da anlattı. Glue ve A Decent Ride gibi romanlarda da onlara yan karakterler olarak yer vererek, Edinburgh, Leith’de geçen bir nevi “Trainspotting Evreni” de kurdu.

Porno, 2002 yılında yayımlandığından beri, Trainspotting hayranlarının kafasını kurcalayan konu, Danny Boyle’un orijinal kadroyu toplayarak bir devam filmi çekip çekemeyeceğiydi. Bilenler bilir, Renton rolünü oynayan Ewan McGregor’la Danny Boyle’un araları, Boyle The Beach filminde McGregor’a değil de Leonardo DiCaprio’ya başrol verdiğinden beri, bir hayli açıktı. Her ne kadar Boyle, Porno’nun film uyarlaması için çeşitli girişimlerde bulunsa da, McGregor bu teklife pek yanaşmayacak gibiydi. Fakat nasıl olduysa, birkaç sene önce uzayda bir yeşil ışık hasıl oldu ve pre-prodüksiyon çalışmaları başladı.

Bu uzun girizgahtan sonra, asıl konumuz olan T2: Trainspotting’e gelelim. 2016 sonunda izlediğimiz fragman birçok insana bu devam konusunda umut verdi. Porno’yu okurken kapıldığımız “eski dostlar” hissini bize yeniden yaşattı. Filmin kendisi de, fragmanın bize verdiği umudun boşa olmadığını gösterdi.

T2: Trainspotting, Porno’nun serbest bir uyarlaması. Kitaptakinden farklı olarak,  aradan 10 değil 20 sene geçmiş. Karakterlerimiz artık 40’lı yaşlarının ikinci yarısındalar. Bu da filmin tonunu, kitaptan biraz farklı kılıyor. Porno film çekip voliyi vurmak isteyen 30’lu yaşlarındaki adamların değil, hayatlarını boşa harcadıklarını, aldatıldıklarını hisseden, gençlikleri yitip gitmiş adamların hikayesini izliyoruz.

blank

Trainspotting’in sonunda uyuşturucudan kazandıkları parayı, Sick Boy ve Begbie’den çalan (ama Spud’a payını gizlice veren) Renton, T2: Trainspotting’in başında 20 yıl aradan sonra ilk kez Leith’e geri dönüyor. Önce, eroin bağımlılığından hiç tam olarak kurtulamamış ve eşi ile çocuğu tarafından terk edilmiş Spud’ı ziyaret ediyor. Ona eroin bağımlılığını fitness bağımlılığıyla değiş tokuş etmesini salık veriyor. Sonra, kendisini hiç affetmemiş ve intikam planları yapan Sick Boy’u buluyor. Tabii bu arada, yirmi yıldır hapiste olan psikopat Begbie’nin kaçmasıyla, Renton’ı daha büyük bir tehlike bekliyor. Porno çekmeye dayanan olay örgüsünün yerini, Sick Boy’un (Simon) işlettiği pub’ı bir sauna/geneleve dönüştürmeye çalışması, Renton’ı bu işe ortak etmesi almış.

T2’nin kurgusu, öncülü filmle kafiyeli: bölük pörçük ve episodik bir olay örgüsü, tarihin defaatle tekerrürü, orijinal soundtrack’ten şarkıların oyunbaz yinelenişi… Renton yine Edinburgh sokaklarında koşuyor, eski günlerin hatırına, Simon’la beraber damarına eroini basıyor, instagramlı, reality şovlu yeni bir “hayatı seç” tiradı patlatıyor, 20 sene önce ölen arkadaşları Tommy’yi anmak üzere ilk filmde gittikleri İskoç kırsalı mekanı arkadaşlarıyla yeniden ziyaret ediyor. Sick Boy’un filmde söylediği gibi kendi gençliğinde bir turist gibi takılıyor. Bir nostalji tribi yaşıyor.

T2’nin merkezinde Sick Boy’la Renton’ın bu aşk/nefrete dayalı dostlukları var. Bu, 20 yıl sonra bir araya gelen iki arkadaşın yeniden genç olmaya çalışmalarının öyküsü. İlk filmin sonunda hayatı seçen Renton, bundan pişmanlık duyuyor gibi. Amsterdam’daki eşi onu bırakmış, çalıştığı ofis işinden kovulmuş, gençliğinin heyecanlarının peşine düşmüş tekrar. T2’nin görselliği ve kurgusu da Renton ve Simon’ın bu ikinci bahar hevesleri gibi, bir bakıma. Danny Boyle, 90’lar video klip estetiğini turboya takmış -başdöndüren kamera hareketleri, tuhaf açılar, ekranda beliren yazılar, snapchat filtreleri, super8 çocukluk videoları, duvarlara yansıyan filmler ve resimler… Ağırbaşlı ve oturaklı değil, enerjik ve genç işi bir film yapma çabasında yapım ekibi.

Tam da bu yüzden, bu tercihler yüzünden belki de, T2 ilk filmin gölgesinde kalıyor. Evet, ilk filmdeki hikayeyi bir iki adım öne taşıyor, fakat ilk filme olan hayranlığı öyle bir halde ki, onun gibi olmaya çalışırken tökezliyor. Trainspotting üzücü ama cool bir filmdi, T2 ise sadece üzücü olabiliyor.

Filmin, Begbie’yi bir bölüm sonu canavarına dönüştürmesi ve ilk filmin kadınları Diane ve Alison’ı ikişer replikle bırakması eleştirilebilir, fakat başta söylediğimizi yeniden söyleyelim, T2 bizi eski dostlarla bir araya getiriyor. Her ne kadar arada 20 yıllık bir kızgınlık ve intikam duygusu da olsa, bu bir araya gelişin karakterlerin çoğu için iyileştirici bir etkisi de oluyor. Artık orta yaşlı olan biz ilk filmin hayranları da, bu ikinci bahar hissiyle bir bağ kurabiliyoruz ve filmin sonunda hayatı bir kez daha gençliğimizin şehvetiyle kucaklıyoruz.

Öteki Sinema için yazan: Can Yalçınkaya

blank

Can Yalçınkaya

Müzmin öğrenci, Punk Akademik. Avustralya'da yaşıyor ve Türk sineması ve popüler müziğinde melankoli üzerine çalışıyor. Çizgi romanlar, filmler, kitaplar, fanzinler ve saireyle haşır neşir olmayı, yazmayı ve çizmeyi seviyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Dead Shack (2017)

Dead Shack, ormanın derinliklerindeki kulübede bekleyen tehlikeyle yüzleşen karakterler temasını
blank

Detective Dee: Mystery of the Phantom Flame (2010)

Detective Dee and the Mystery of the Phantom Flame, Tsui