Gösterime giren bir filmle ilgili aynı yıl (hatta aynı ay) içinde yazı yayınlamayalı 11 yılı geçti. Bu süre zarfındaki çalışmalarımda eski(meyen) filmlere odaklandım ve yazının yazılma yılı ile filmin çekilme yılı arasını uzak tutarak, denklemi klasikler lehine bozdum. En son 2006 yılında, Andy Garcia’nın yönettiği (ve yapımı aşağı yukarı 16 yıl süren) “The Lost City” (Kayıp Şehir, 2005) filmini yazmıştım beyazperde.com’a. Son vizyon eleştirim oydu. Film, gösterime 11 yıl önce dün, yani, 7 Temmuz 2006’da girmiş. Açıkçası, o zaman her hafta her hafta vizyon filmlerini yazmaktan bunalmıştım ve kendi kendime uzun bir yasak koymuştum. En az 10 yıl vizyon filmi, yakın tarihli film yazısı yayınlamayacağım diye. Kendime verdiğim sözü tuttum ve zor da olsa yasağa uydum. Bugün bu yasağı kaldırıyorum, bunun şerefine de eski dostlarımı yazıma misafir ediyorum. Uzunca bir süredir, bu tarz bir yazı yazmadığım için biraz hamlamışımdır, o nedenle affınıza sığınıyorum. Yazı, yer yer filmden çok özyaşamsal bir denemeye dönüşebilir, bunun için de hepinizden özür diliyorum. Film, öyle gerektiriyor.

blank

1999 Eylül’ünde üniversitede okumak için İstanbul’a gitmiştim. Hatırladığım kadarıyla Kanal E, henüz CNBC-e’ye dönüşmemişti. Demek ki, 2000’lerin başı olmalı. Büyük ihtimalle öyle. Kanal E, “Trainspotting”i (1996) yayınladığı zaman, onu kirada oturduğumuz bodrum katındaki evde izlemiştim. Çocukluk arkadaşımla paylaştığım tek odadan ibaret olan evimiz miniminnacıktı. Benim yatağım oturma odasındaydı hatta oturma odasından çok bir giriş, bir hol diyebiliriz. Masamız, televizyonumuz, sandalyelerimiz, kanepemiz ve geri kalan çoğu şeyimiz de öyle. Filmi yatağımın önündeki halının üstünde ayaklarımı uzatarak izlemiştim. Yanımda bir kız arkadaş vardı. Kanepeye oturamamıştık çünkü kanepede bize misafir olan bir başka arkadaşımız uyuyordu. Umarsızca geleceğe baktığımız bir zaman diliminde “Trainspotting” ailesi de bizi kalbimizden yakalamıştı. Ekranda, farklı bir coğrafyada ve farklı bir formda kendimizin izdüşümlerini görür gibiydik. O karakterlerin hemen hepsini tanıyorduk biz ve onlar da bizi tanıyordu. Renton ve arkadaşlarını salt bir sinema karakteri olarak görmememizin sebebi oydu.

20 yıl geçmiş aradan. Yine koşuyor açılışta Renton. Lakin bu sefer, bir beyaz yaka hastalığı bağlamında, o hiçbir halta yaramayan spor salonlarındaki bir koşu bandında. Koşu bandı ne mi? Hani şu koşuyu bıraktığın zaman hiçbir “yeni” şey görmeden aynı yerde indiğin şey. “Yeni kapitalizm”, zamanı dairesel bir döngüye kilitleyen ve bizi içine “gönüllü” hapseden (hatta çoğu zaman üstüne bir de bize para ödeten) bu tür naneler buldu. Sanki bir çeşit hamster’a dönüştürdü bizi. Renton da bundan payını almış. Kendimi kurtaracak değilim, ben de almıştım. Siyah takım elbise, beyaz gömlek, kırmızı kravat, siyah kemer, siyah ayakkabı, siyah cüzdan, siyah cep telefonu, briyantinli kısa saç, mutsuz bir ilk uzun ilişki (veya evlilik), ilk önemli unvan, şirket otomobili, bitmek tükenmek bilmeyen kredi ödemeleri, bir adada veya sahil şeridinde pahalı bir yaz tatili (mümkünse, iki), yurtdışı gezmeleri, pahalı kıyafetler, kayak, scuba diving, konserler, gurme görünme çabaları, pahalı zevkler, tekne hayali, yeni bir unvan, mutlu bir ikinci uzun ilişki (veya evlilik), hususi otomobil, mortgage ve siyah takım elbise, beyaz gömlek, kırmızı kravat… Hiçbir yere varmayan bir hiçlik’e dönen hayatlarımızı bir koşu bandı sembolize etmeyecekti de, ne edecekti? Renton da koşuyor işte. Ya da koştuğunu sanıyor. Ama “koşarak kaçtığın çöl” demiş şair, “gül bahçesi olmayacaktır asla”. Kısa kesmelerden oluşan çapraz bir kurguyla Renton’ın Amsterdam’da olduğunu anlıyoruz. Saçlar uzamış. Yüzünde bir yerlere varacağını zannetme yanılgısından kaynaklanan bir his var. Ama mutlu değil, orası belli. Kendi delikanlılık imajı gözünün önüne gelince dünyadan kopuyor ve bir anlık dalgınlık küçük bir kazaya sebebiyet veriyor. Koşu bandı kendine yapılan ihaneti anında cezalandırıyor. Kapitalizmin göbeğindesin. Şuursuzca koşmaya devam etmeli ve bir şey düşünmemeliydin Renton. Hele mutlu olmadığını, asla!

Renton yerde. Spor salonundakiler şaşkın şaşkın etrafa bakıyor. Yardım eden falan yok. Hiç şaşırtıcı değil. Mal gibi bakıyorlar. Tablo tanıdık çünkü o insanlar tanıdık. Renton sadece fiziksel açıdan değil, belli ki zihinsel açıdan da “yerde”. Çökmüş. Ana rahmindeki bir bebe gibi kıvrılmış. Çocukluğu geliyor aklına. İnsan her düştüğünde aklına çocukluğu gelir zaten. Geçmişi gelir. Herkesle birlikte yaptığı bir spor, tabii ki, futbol geliyor aklına Renton’ın. Spor, aynı zamanda, başkalarıyla (diğer sporcularla) birlikte ve başkaları (seyirci) için de yapılan bir şeydir. Geriye-dönüşler (flashback) bunu mimliyor. Spor, devasa bir spor salonundaki onlarca yüzlerce kişinin arasında “birey” olarak takılarak yapılacak bir şey değildir. Öyle olursa, sadece “fizik” gelişir, “zihin” aynı yerde kalır. Spor, aynı zamanda bir paylaşma edimidir. “Modern” insanın yaptığı sporu, başkalarına bir takım rakamlarla göstermeye gayret etmesinin altında yatan zavallı nedenlerden biri de budur. Yok şu kadar ağırlık bastım, şu kadar koştum der, anlatırlar. Kaç kilometre koştuğunu sosyal medyadan paylaşan mı istersin, yaptığı sporu (o sporu yaparken çekilmiş) bir fotoğrafla ilan etmeye çalışan mı? Bu benim aklıma, oldum olası, vücudunun sınırlı besin kaynaklarını büyük ölçüde dişine yönlendiren Afrika fillerini getiriyor. Bir süre sonra hayvanın devasa dişleri oluyor ama hayvan dengede duramıyor, sık sık düşüyor. “Sistem” bize trend, moda ve benzeri kavramlarla kendi dengesizliklerimizi ve anomalilerimizi kendi elimizle yaratma ve besleme fırsatı veriyor. Görünürde zorlama yok. Her şey “gönüllü kulluk” esasına göre ilerliyor. Renton hâlâ yerde. Milyonlarca insan gibi. Yardım eden yok. Aynı durumdaki milyonlarca insanda olduğu gibi. Renton’ın belleği geçmişi yeniden inşa ediyor. Çocukluk arkadaşlarını görüyoruz. Ve hepsini tanıyoruz. Geçmişi onu yanına çağırıyor. Yeniden. Anlıyoruz, su biraz da gerisin geriye akacak. Daha güzel bir açılış olamazdı.

Şimdi Begbie’deyiz. Tabii ki, herif cezaevinde. Onu görür görmez aklımıza gelen ilk şu oluyor. Neden kelepçeli değil ki bu? Sizin hiç Begbie gibi bir arkadaşınız oldu mu? İki saniye sonra ne yapacağı belli olmayan, sözlü ve fiziksel şiddeti adeta bir gök gürültüsü gibi patlayan biri? Hayatının hiçbir aşamasında tek bir hata bile yaptığını kabul etmeyecek kadar kibirli ve bu uğurda her şeyi ama her şeyi göze alabilecek biri? Benim oldu. Bu tip adamlardaki hayat enerjisi, çevresindekileri adeta sarhoş eder. Onun yaşadığını hissedersiniz. Gündelik hayatta sıklıkla karşılaştığınız zombilerden biri değildir o. Sizin bir birim bile ses çıkaramadığınız çok büyük bir haksızlığa karşı, onlar çok küçük bir eşitsizlik hâlinde yüz birim karşı-koyuş sergilerler. Bu, orantısız tepki verme hâli kişide korku ve endişeyle karışık bir tür saygı uyandırır. O saçı sakalı ağarmış bir aile babası olsa da, bu durum değişmez. Yanardağ, patlamayı bekliyordur. Siz de bunu gayet iyi bilirsiniz. Begbie’nin avukatı bilmiyormuş, o başka. O da onun sorunu. Şartlı tahliye görüşmesinde azaltılmış cezai sorumluluktan bahsetmeyi unutmak, kabul edilebilir mi? Hele Begbie açısından, adam kendi oğlunu bile sallamayan biri. Üniversitede okuyan oğlu hakkındaki tek hayali, babası gibi suç alanında kariyer yapması.

blank

Spud gibi tuhaf bir arkadaşınız oldu mu? Saçma prensipleri ve akıl almaz gerekçeleri yüzünden hayatı fırtınalı bir denizdeki zavallı bir tekne gibi bata çıka ilerleyen? Tam, işte bütün işleri yoluna girdi derken, peşpeşe yaptığı akıl sır ermez hatalarla bir çuval inciri berbat eden. Benim, ahir ömrümde, böyle birkaç ilginç arkadaşı tanıma fırsatım oldu. Spud yaz saati uygulamasını yok saymaya karar vermiş, ne gam? Benim tanıdığım bir arkadaş, bir gün, ortada hiçbir sebep yokken bir daha kamu kurumlarına fatura ödememeye karar verdi. Tabii, bir süre sonra evinin suyunu ve elektriğini kestiler. Suyu ve elektriği kesilmiş bir evde yıllarca yaşadı adam. Piyasadaki her parfümün tadına bakmaya karar veren birini de tanıdım bu geçici konuklukta, kırkından önce içkiden ölmeyi kafasına koyanı da. Tek amacı bir an evvel içkiden ölmek olan biri. Bunu anlayabilmek mümkün mü? O arkadaş amacına ulaştı da. Çevremizdeki kişi, olgu ve olayları belirli bir rasyonel aklın süzgecinden geçirerek okuma eğilimindeyiz. Daha doğrusu, aklımızın kısıtları bizi buna mecbur bırakıyor. O nedenle, farkında olmadan kurduğumuz bir empati, alınan her türlü kararı ve sergilenen her türlü davranışı “biz olsaydık nasıl yapardık” testinden geçiriyor. Böyle bir durumda, Spud gibi (aklı havada) birini anlamamız pek olası değil. Böyle birine, “Yahu senin bir ailen var, eşin var, oğlun var, o iş olmazsa başka bir iş bulursun, asılsana şu hayata” demenin faydası yok. Onu ve onun gibileri, tıpkı, dünyevi mantık dizgeleri çerçevesinde tam olarak anlayamadığımız, kavrayamadığımız ama (var) olduğuna emin olduğumuz (ya da en azından buna inandığımız) bazı hisler gibi görmeliyiz. Olduğu şekliyle kabul etmeliyiz. İrrasyonel ya da metafizik olgular gibi. Evet, böyle birileri var. O kadar.

Simon gibi birini tanımayan yoktur. Bu pragmatist ve amacına ulaşmak için ilke falan dinlemeyen çıkarcı tiplerle örülü dünyamız. Hadi itiraf edelim, bu ne mal olduğu bir kilometreden belli olan insanların da en az bizim kadar çevresi olduğunu görmek bizi şaşırtıyor. Hatta bizim kadar seveni olması da bizi üzüyor ve umutsuzluğa sevk ediyor. Nasıl olur böyle bir şey? Onu seven annesi, dayısı, halası, teyzesi ve çocukluk arkadaşı var, tamam, eyvallah. O olur. Ya hep kendine bağlı (hatta onu kendisinden bile fazla seven) bir yakın çevre edinebilmeleri? Güzel bir sevgili, anlattıklarına inanmaya devam eden arkadaşlar… Parayı da hep bu içten pazarlıklı kurnaz tipler kazanır ha. Bu tip insanlara ne kadar kızsak da, ayakları yere en sağlam basan onlardır. Hayatın gerçekleriyle kendi gerçeklerini örtüştürmede pek mahirdirler, boşlukları görürler ve onu ama iyi ama kötü doldururlar. Başarılarının sırrı budur. 20 yıl geçmiş, Simon kokaine terfi etmiş. Simon’ın sırtından para kazandığı kadın ise, sevgilisi ya da ortağı diyelim, Bulgar hayat kadını Veronika. Evet, Bulgar. Lafını pek esirgemeyen, yerinde tespitleriyle hikâyeye düşünsel bir yön ve ivme kazandıran güçlü bir figür. Simon’ın adaptasyon gücüne kimsenin bir diyeceği yok. İçinde yaşadığımız “ifşaatlar çağı”nda, ekmeğini gizli arzuların (gizlice kaydedilmiş) görüntülerinden çıkarıyor. Ondan da bu beklenirdi.

Francis Begbie (Robert Carlyle), Mark Renton (Ewan McGregor), Daniel Murphy (Ewen Bremner) ve Simon Williamson (Jonny Lee Miller). Yani; Begbie, Renton, Spud ve Simon. Ateş, su, hava ve toprak. Yaşamın olmazsa olmazları. “T2”de bu dörtlü tekrar bir araya geliyorlar. Tabii, bu filmi ilk filmden bağımsız düşünebilmek mümkün değil, hatta iki film, bir noktadan itibaren iç içe geçip sarmal bir yapı kuruyor ve tek bir filme eviriliyor. “T2 Trainspotting”, salt eski filmi yüceltmek için çekilmiş bir “reunion” değil. Her iki film de birbirini besliyor, büyütüyor. İlk filmdeki formül burada yeniden karşımıza çıkıyor. Ama ilk filmin finalinde yaşanan dramatik bir kırılma (ihanet) filmin finaline kadar süren bir gerilim sağlarken, “Hayatı/nı Seç” (Choose Life) düsturu, bu filmde adeta metamorfoz geçiriyor ve çağa ayak uyduruyor. Hemen her şey gibi.

Renton memleketinin havalimanına inince, Starbucks’ın önünden geçiyor. “Edinburgh’ya hoş geldiniz” diyen Slovenya’lı bir güzelle birlikte, kaldığı yerden sistem eleştirisine devam ediyor Danny Boyle. Artık hem biz hem onlar farklı bir dünyadayız. Şahsi kanaatimce, Boyle’un filmdeki en büyük başarılarından biri, hikâye boyunca, çağın eğilimlerine, trendlerine ve zamanın ruhuna nüfuz edebilmesi oluyor. Filmde bir dirilik, bir gençlik, bir dinamizm var. Bu konuda, John Hodge’un senaryosunun hakkını teslim etmek lazım. Welsh’in karanlık, karamsar ve uzlaşmaz mizacıyla dönemin atmosferini aynı potada eritmeyi başarabilmiş. Bizim hayatımızda artık ne varsa, (anti) kahramanlarımızın hayatında da onlar var. Mesela; akıllı telefon, Twitter, Facebook, Instagram, Snapchat bu seferki manifestoya dahil ediliyor. Aslında, profilini update etmek (güncellemek) yani çağa ayak uydurmak (ya da uyduruyormuş gibi gözükmek veya en azından gözükmeye çalışmak) üzerine bir film “T2”. Update edenler kazanıyor, Spud gibi edemeyenler ise kaybediyor. Kocaman ekranlı televizyonlar, tasarım harikası bilgisayarlar, iPhone’lar, iPad’ler, flashdiskler, janti arabalar, lüks evler ve tertemiz ve modern bir İskoçya. Ve bütün bu değişimin içinde, oldukları gibi yaşamaya alışmış, tavizsiz insanlar.

İlk filmden farklı olarak, bu sefer kahramanlarımız orta yaşlı sayılırlar. Dertleri form değiştirmiş ama ilkeleri değil. Begbie’nin avukatına (filmin kesilen görüntülerinde daha da acımasız) olan öfkesi sınır tanımıyor, ayrıca Renton’ı bir an evvel ortadan kaldırma fikriyle yanıp tutuşuyor. Asıl kini ve nefreti kendisine. Artık iktidarsız, muhtemelen gizli eşcinsel, bu düşünce de onu yiyip bitiriyor. Şaşırtıcı olmayan bir narsizm örneği olarak kendi adını verdiği oğlu için kurduğu hayal, yarım bırakmak zorunda kaldığı suç yaşamına oğlunun devam etmesi. Evet, üniversitede otel işletmeciliği okumakta olan oğlunu aşağılamasının yegâne sebebi bu. Simon ise bitmek tükenmek bir “yırtma” hissiyle adeta kuşatılmış durumda. Bedeli ne olursa olsun, parayı vuracak. Hedefi o. Spud ise tahmin edebileceğiniz üzere kendini öldürmeye çalışıyor. Ailesini yitirmiş, çareyi dayanışma gruplarında aramış ama bulamamış biri o. Onun için çıkış yok.

Peki, “T2 Trainspotting”in (2017) hikâyesi, Spud’ın yazdığı (ve Renton’ın uzun yıllar sonra eve dönüşünü ve son anda kendisini ölümün soğuk ellerinden kurtarışını anlattığı) bir öykü mü yoksa Renton’ın spor salonunda düştüğünde aklından geçenleri mi anlatıyor? Filmin anlatısı, tıpkı ilk filmde olduğu gibi, bir ana hikâyeden yoksun sonsuz derinliklere uzanma potansiyeline sahip, iç içe geçmiş onlarca kısa ama vurucu hikâyeden oluşuyor. Tabii, bu çok katmanlı, parçalı format ilk filmde uyuşturucu kullanan keşlerin zihinsel yapısını yansıtan bir taslak olarak kendini göstermişti. Güzel. Buradan bir yerlere varabiliriz. Ama şimdilik bu kadar. “T2 Trainspotting”i (2017) incelemeye devam edeceğiz, hem belki kendimize dair bir şeyler daha buluruz.

Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç

[box type=”info” align=”” class=”” width=””]

KAYNAKLAR:

[/box]

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

The Adventures of Tintin / Tenten’in Maceraları (2011)

Tenten mantığından fazla kopmayan ancak çizgi romanı da birebir uyarlamayan
blank

Kara Kentin Çocukları (1999)

Çekim öncesi Kara Kentin Piçleri olarak duyurulan fakat fazla sert