Derviş Zaim’in Kıbrıs’ın meşhur dolandırıcısı Mustafa Serttaş’ın hikâyesini anlattığı, çekimleri 5 yıl, kurgusu 3 yıl süren son eseri Tavuri (2023), sinemamızda pek karşılaşmadığımız türde çok özel bir belgesel. 55 yaşında hayatını kaybeden ve ömrünün 36 yılını cezaevlerinde geçirmiş olan bir suçlunun öyküsü giderek Kıbrıs tarihindeki en önemli kırılmayı ve hatta Derviş Zaim’in kişisel geçmişini aydınlatan ilginç bir yolculuğa dönüşüyor.
Evet, karşımızda sosyopat bir hırsız ve dolandırıcı var, eğitimsiz ama çok akıllı, tutuklanırım diye gerekirse Kuzey Kıbrıs’a gitmeyip Güney Kıbrıs’ta kalan (geçtiğinde hakikaten kodesi boylayan), parası olandan çalıp ara sıra parası olmayana verdiği için (Devlet hastanesine onlarca su sebili alan, kardeşlerine, akrabalarına bakan, bolca bahşiş ve harçlık veren) kendini Robin Hood gibi gören ama aslında paranın çoğunu kumarda ve lüks yaşamda ezen, bazen yaramaz insanlar olarak gördüğü Londra’daki kardeşlerinin yanına gidip aylarca kalan (onları paraya boğan), bazen KKTC’deki cezaevindeki televizyon kumandasına (“komuta” diyor) el koymaya çalışan, bazen arkadaşlarına saldıran ama duruşmada ya da şartlı tahliye komisyonunda sükûnetini koruyan, iflah olmaz bir yalancı, merhametsiz bir düzenbaz, durmak ve doymak-bilmez bir suçlu bu ama onun niye bu durumda olduğunu anlamaya çalışmak, Deleuze’cü manada bir minör-oluş’tan majör olanı aydınlatmaya giden bir yol vazifesi görüyor ki belgeselin en çarpıcı özelliklerinden biri bu. Bunu biraz açalım.
Mustafa Serttaş hakkında “Tavuri” adlı kitabı yazan Kıbrıslı gazeteci-yazar Aral Moral’ın Serttaş öldükten sonra verdiği röportajlarda özellikle vurguladığı bir duruma Derviş Zaim de belgeselde değiniyor. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra boşaltılan (yerleşime ve iskâna kapatılıp insansızlaştırılan) bölgelerde büyük bir yağma başlıyor. O dönem yoksul olan, açgözlü olan ya da kolay yoldan para kazanmak isteyen herkes terk edilmiş mülklerde yıllarca hırsızlık yapıyorlar. Yağma tipi hırsızlık, bölünmeden/parçalanmadan sonra adanın her iki tarafındaki halkın bir bölümünde normalleşiyor. Gazimağusa da bu dertten muzdarip. İşte Mustafa Serttaş’ın (annesinin bile karşı çıkmadığı) ilk hırsızlıkları böyle bir atmosferde gerçekleşiyor. Zamanın koşulları, eve nadiren uğrayan babasının yokluğunda aç kalan bu çocukta tamiri mümkün olmayan bir tahribat yaratıyor. Belgeselde bunu 4 şekilde görüyoruz: Bir, Mustafa Serttaş’ı ve erkek kardeşini çocukluğundan tanıyan Derviş Zaim’in onlarla ilgili hatırladığı ilk hatıradan, evlerinde çorba piştiğinde bunu herkese sesli bir şekilde duyurduklarını öğreniyoruz, “çorba kaynamış olmasıyla övünürlerdi” diyor. İki, Tavuri çocukken komşuları olan İngiliz hanımefendinin evini, tıpkı Maraş bölgesinde yabancılara ait olan terk edilmiş villalara yapıldığı gibi sürekli yağmaladığını öğreniyoruz, üstelik kadıncağız içerideyken. Üç, Derviş Zaim’in zamanında adliyede kayıt/zabıt kâtibi olan annesi bile komşularının oğlu olan bu küçük çocuğun hep aç gezdiğini bildiği için tutuklandığında ona hep yiyecek götürürmüş ya da gönderirmiş. Bunu hem Zaim’in annesi hem Tavuri anlatıyor/doğruluyor. Ve dört, Mustafa Serttaş’ı film boyunca ne zaman bir şeyler yerken görsek, neredeyse birazdan yemeği önünden/elinden zorla alınacak bir çocukmuş gibi saldırarak yiyor. Yoğurdu bile çatalla döke döke yiyen, eline tutuşturulan dürümleri üç gündür hiçbir şey yememişçesine tiksinti uyandırıcı şekilde tüketen, şekerini yükseltip ampüte olma riski taşımasına rağmen tatlıyı, meyveyi, çikolatayı, abur cuburu bulur bulmaz mideye indiren, sonunda bu yüzden sakat kalan, hatta dolaylı olarak da olsa bu yüzden ölen biri var karşımızda.
Tavuri’nin kişisel tarihi ve doymak bilmez açlığı, bize hem Kıbrıs’ın ve Mağosa’nın tarihi açısından hem de dönemin koşulları bakımından üstü biraz örtülü de olsa çok şey anlatıyor. Ben filmi İstanbul Modern’de seyrettim, filmden sonra yönetmenin de katıldığı bir söyleşi yapıldı ve Derviş Zaim 1974-76 arasındaki yağma döneminin yıkıcı etkisini biraz daha vurguladı. Aral Moral da bu dönem avantadan para kazanan, hatta servet sahibi olan insanların daha sonra Kıbrıs’taki ahlaki yozlaşmanın önemli bir parçası hâline geldiklerini vurguluyor. Şu bilgi sizi sarsmaya yeter: Mustafa Serttaş mahallesinde sıklıkla hırsızlık yapmaya başladığı sıralarda (1970’lerin ikinci yarısı), şehirde başka hırsız yokmuş. O yüzden polisler hırsızı aramıyorlarmış, kim olduğunu (Tavuri) zaten biliyorlarmış. Kimsenin evini, kapısını kilitlemediği bir kentin tek hırsızıymış yani. Derviş Zaim’in asayiş şube müdürü olan babasının da Tavuri’yi çocukluğundan tanıdığını, onu doğru yola çekmeye çalıştığını, hatta bazen kendisinden söz alıp ona kefil olduğunu öğreniyoruz.
Ancak Derviş Zaim etik bir tavır takınıp, Tavuri’yi kahramanlaştırmaktan, onu bir kurban olarak göstermekten bilinçli bir şekilde (montajdaki ustalığıyla) kaçınıyor. Bu amaçla, yaptığı dolandırıcılıkları (canlandırma yöntemiyle) gösteriyor; ne kadar yalancı (kardeşlerine söylediği yalanlar), hilebaz (kurbanlarına sıktığı palavralar) ve gaddar biri (babasına davranış şekli) olduğunu anlamamızı sağlayan sayısız görüntüyü belgesele dahil ediyor. Montajı yaparken elinde yüzlerce saatlik kayıt bulunan bir yönetmen olduğunu hatırdan çıkarmayınız. Bununla da kalmıyor, Tavuri’nin gerçek hayatta mağdur ettiği iki dolandırıcılık kurbanını belgesele (canlandırma usulüyle) ekliyor. Parasını kaptıran zavallılardan birinin, küçük kızı kanser tedavisi görmekte olan bir baba olduğunu öğrendiğinizde kanınız donuyor. Tavuri yaptıklarından zerre kadar pişmanlık duymayan, dolandırdığı insanlarla alay eden, onları hor gören, merhamet duygusundan nasibini almamış, antisosyal kişilik bozukluğu tanısı konmuş bir suçlu. Evet, fiziksel olarak şiddet uygulayan biri değil ama kaldığı hapishanenin çalışanları dahil, binlerce insanı dolandırmış bir sahtekâr. Filmden sonraki söyleşide Derviş Zaim, kendi adını kullanarak cezaevindekileri de dolandırmaya çalıştığını anlattı, gülmekten yerlere yattık. Cezaevindeki bazı mahkûmlara diyormuş ki, “Ben yönetmen Derviş Zaim’e iki milyon lira verdim, belgeselimi çektiriyorum. Kendisi arkadaşımdır. Senin de hayat hikâyen fena değil, bana şu kadar para verirsen onunla anlaşırım, senin de belgeselini çeker”. Böyle tehlikeli ve kurnaz bir tilkiden, lakabını böyle hikâyelerden alan bir dolandırıcıdan bahsediyoruz. “Tavuri” sözcüğü “Şeytan” demekmiş.
Derviş Zaim, Tavuri’yle yaptığı söyleşilerden, psikoloji, kriminoloji ve sosyoloji açısından değer taşıdığını düşündüğü kırkar dakikalık dört-beş bölümlük bir seri hazırladığını duyurdu. Belki matbu bir çalışma da gelebileceğini ima etti.
Tavuri belgeselinin bir diğer önemli özelliği, Derviş Zaim’i ve ebeveynini tanımamızı sağlayan bir araca dönüşmesi. Zaim’in hikâyesi, 40 yıl sonra ilk kez gördüğü Tavuri’nin geçmişiyle kesiştiği için bir ölçüde kendi hayat hikâyesine de dokunuyor. Zaim bu belgeselde sadece yazar, yönetmen ve yapımcı değil, aynı zamanda oyuncu (kendisi olarak) ve dış-ses görevleri de üstleniyor. Onun çocukken top oynadığı arsayı görüyoruz, küçükken tanıdığı simaları öğreniyoruz. Zaim’in kötülük problemine bakış açısı da bu bağlamda açımlanıyor. Kötülüğün kaynağı nedir, nasıl olup da kötü bir insanla yan yana yaşayabiliyoruz, kötülüğün sıradanlığı gibi meseleler Tabutta Rövaşata’dan beri Derviş Zaim sinemasının ele aldığı konulardandır. Zaim bu meselenin psikolojik, sosyolojik, siyasi, ahlaki, felsefi ve tarihi kökenlerini aydınlatmaya çalışır ve bunu yaparken bir sonuç, bir formül vermek yerine kanıtları sunmakla yetinir, büyük cevaplar vermeye kalkışmaz. Derviş Zaim, Tavuri’yi anlamaya çalışıyor, artısıyla eksisiyle bir karakterin portresini sunuyor, bunu yaparken etik konusunda büyük bir hassasiyet gösterdiğini vurgulamak lazım.
Tavuri’nin ailesi Derviş Zaim’i evlerine, aralarına kabul ediyorlar. Onların arasında çekim yapıyor. Yüzlerce mahrem şeye şahit olduğunu söylüyor ama bunları belgesele koymadığını belirtiyor. Söyleşide ilk seyirci sorusunu ben sordum: “Belgeselde niçin Tavuri’nin kızı Kader’in görüşleri alınmadı?” Halbuki Tavuri’nin onunla yaptığı sayısız telefon konuşması var ama biz sadece Tavuri’nin ne söylediğini işitiyoruz. Derviş Zaim soruma “Aslında Kader’le üç-dört kayıt aldıklarını ama mahremiyet nedeniyle bu görüntülere yer vermediğini” söyledi. “O görüntüleri koysam zengin olurdum” diye ekleyerek. Ben de kendisine o görüntüleri koymamasının (öz kızının yokluğunun yarattığı boşluk hissinin), belgeseli daha değerli kıldığını söyledim. Kızı Kader (isme dikkat), Tavuri denen zalim canavarın en büyük yara izi. Belgeseli izlerken, özellikle kızına telefonda “54 gündür hastanedeyim, bir kez bile gelmedin. Ne olursa olsun, ben senin babanım” dediğinde aklıma The Irishman filminde Robert De Niro’nun canlandırdığı Frank Sheeran karakteri geldi. Sheeran ve Serttaş, geri kalan hayatları boyunca öz kızlarının kalplerinde yarattığı devasa boşlukla başa çıkmak zorundaydılar, bu Sisifos’ların taşımakla yükümlü oldukları kaya buydu.
Derviş Zaim, Tavuri belgeselini “merhamet ve şefkat arayışı” şeklinde özetliyor. Zaim’in etik duruşu sonucu, bu belgesel hem kurmaca hem gerçek bir hüviyet kazanıyor. Zaim bazı sahnelerin mizansen (canlandırma) olduğunu görmemizi istiyor, yönetmeni belgeseldeki kişilere talimat verirken izliyoruz. Hastane girişi önündeki bölüm (babalarını görmeye giden abi-kardeş), hastane odasının önündeki bölüm (bir türlü içeri girip babasıyla yüzleşemeyen Tavuri) gibi birçok sahne resmen kurgulanmış. Derviş Zaim, Werner Herzog’un esrik hakikat (ecstatic truth) adını verdiği “görünür olanın ardında yatan gerçeğe” ulaşmak için -tıpkı Herzog gibi- mizansenler inşa ediyor, kurgu numaraları yapıyor. Burada farklı bir hakikate ulaştığını söylemek lazım. Filmde bu anlamda çok başarılı bulduğum iki montaj hamlesi var.
Bunlardan ilki, Tavuri’nin araları limoni olan babasını kaybettikten sonra düzenlenen cenaze töreninin hemen ardından göründüğü sahne. Burada Tavuri’yi deniz kıyısında görüyoruz. Unutmayın, Tavuri hislerini belli eden biri değil, onda merhamet yok, duygu yok, o bir sosyopat. Başkalarının hisleriyle hislenen bir insan değil, sadece kendini düşünen biri, yapısı öyle. Zaim cenazenin hemen ardından gelen bu sahnede konuşma kullanmıyor, Tavuri’de jest ve mimik yok, sadece şiddetli bir şekilde kıyıyı döven deli dalgaları izliyor. Dalgalar çarpıp dağılıyorlar ama köpükler saçarak gelmeye devam ediyorlar. Tavuri’nin içinde kopan fırtınayı eğretileyen, bastırdığı her türlü duygunun içsel yoğunluğunu yansıtan olağanüstü bir montaj.
Bir diğer sahnede Tavuri’nin cezaevinde dayak yediğini görüyoruz, içimiz cız ediyor, ayırmasalar ağır yaralanacak. Tavuri bozuluyor gibi, yüzü düşüyor. Burada çehresini yakın çekiyor Zaim, bir duygu arıyor orada, onun da insan olduğuna dair küçük de olsa bir emare. Heyhat, öyle bir şey yok. Hemen ardından ölü bir kuş ekliyor montajla Zaim. Daha güzel anlatılamazdı.
Derviş Zaim’in Kıbrıs’ın ünlü dolandırıcısı Mustafa Serttaş’ı anlattığı Tavuri (2023), Türk Sineması’nda pek rastlamadığımız ölçüde özgün ve yaratıcı bir belgesel. Herkese tavsiye ederim.
Öteki Sinema için yazan Ertan Tunç