Tayfun Belet ile sevgili hocam Ertuğrul Karslıoğlu sayesinde tanıştım. Belgesellerinin bir kısmından haberim vardı ve sorularımı kendisine yönelttim. Tayfun Belet hem akademisyen hem de belgeseller çekiyor, sektör içinde de çalışıyor. Bundan sonrasını da kendisinden dinleyelim.
Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir
Merhaba Tayfun, bize kısaca kendini tanıtır mısın?
Merhaba, ben Tayfun Belet. 2006 yılından bu yana film yönetmenliği yapıyorum. Serilerle birlikte 40’ın üzerinde belgeselin yönetmenliğini yaptım. Bunun yanında reklamlarda ve dizilerde de yönetmenlik yaptım. 70’li yıllarda ailem Urfa Siverek’ten İzmir’e göçmüş. Ben İzmir’de doğdum. İki kardeşten büyük olanıyım. Çocukluğumdan beri babam büyük bir sinema hayranıydı. Çok sevdiği filmleri tekrar tekrar izler, özellikle çok etkilendiği sahneleri bizim de izlememizi isterdi. O günlerden beri hep bir şekilde sinemanın içinde kaldım. Sinema yaşantımı sektör haricinde akademide de sürdürmeye devam ediyorum. Şu anda İstanbul Kültür Üniversitesi radyo televizyon bölümünde öğretim görevlisi olarak görev yapmaktayım.
Film çekmeye yani yönetmen olmaya karar verdiğin bir olay ya da anı var mı? Yoksa tesadüfler mi itti seni bu noktaya?
Dediğim gibi babamın sinemaya olan aşkı, onunla birlikte film izlemek itti belki de beni yönetmen olmaya… Aslında en büyük nedeni Yılmaz Güney’di. Yılmaz Güney baba tarafından akrabam olur. Benim babam da Yılmaz Güney gibi derin bakar. Küçüklüğümden beri babamın duruşunu, tavrını hep ona benzetirim. Annem de Siverekli. Doğulular akrabalarına ve kendi topraklarında yetişen insanlara daha bir hayran olurlar ya da onları güzel yerlerde görünce sanki kendileri oralardaymış gibi gururlanırlar. Belki de bundandır neredeyse tüm akrabalarımın evlerinde Yılmaz Güney posterleri, fotoğrafları vardır. Daha 6-7 yaşlarındayken “ben büyüyünce bu adam olacağım” dermişim herkese. Çocuk aklı işte, ne zaman televizyonda Yılmaz Güney’in bir filmini görsem sanki babam çıkmış gibi heyecanlanırdım. Hâlâ da etkisi devam eder bende Yılmaz Güney’in. 14-15 yaşlarımda ailemin de desteğiyle girmiş bulundum bu yola ardından devamı geldi. Belgesele ise Ertuğrul Karslıoğlu’nun Keçenin Teri filmiyle heves ediyorum. Onu da babam izletmişti. Bunlar somut olaylar. Bir de güneydoğudan batıya göç eden büyük bir ailenin çocuğu olunca insan, gelenekler ve modern yaşam arasında kalıyor. Tam bocalayacağı sırada gözlemlemeye başlıyor ve çevresini çözümlüyor. Bu bakımdan çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Okuduklarım, izlediklerim ve ailemde gördüklerim beni ya edebiyatçı yapacaktı ya da sinemacı. Bu ülke inanılmaz bir coğrafya ve bu coğrafyada var olduğunu iliklerine kadar hissettiğin anda aktarma duygusu bir refleks olarak gelişiyor. Küçükken okul gezisiyle ailesinden ayrı tura giden çocukların eve döndükten sonra haftalarca o geziyi ailelerine anlatma isteği gibi düşünebiliriz bu durumu.
Filmlerinden gördüğüm kadarıyla farklı meslekler ve onların insanlar üzerindeki etkilerinden yola çıkıyorsun, bu hikâyelerin seni etkileyen yanı nedir?
Uzaktan baktığımda, kendi filmlerimde insan-mekân-meslek üçgeninde kalmaya çalıştığımı görüyorum aslında. Mutlaka her filmde bu üçgenin farklı bir kenarı daha uzun oluyor yani ya meslek ön planda görünüyor ya insan ya da mekân. Mutlaka üçü de var ama az önce de söylediğim gibi bunun somut bir nedeni yok, bilinçli olarak seçmiyorum konularımı. Aktarma içgüdüsüyle meydana gelen bir refleksin sonucu olarak kendimi her seferinde bu üçgenin içerisinde buluyorum. Yolculuklarımda gördüğüm insanların hayatlarından, hikâyelerinden, yaşantılarından ya da yaşadıkları mekânlardan etkileniyorum ve bunu başkalarına da aktarmak istiyorum. (Tıpkı az önce verdiğim okul gezisine giden çocuk örneğinde olduğu gibi.) Bir de mesleklerini icra ederken gözlemlediğim insanlar beni estetik bir yolculuğa sürüklüyor. Hemen fotoğraflamalıyım bu gördüklerimi diyorum. Sonra tanışıklık, sohbet muhabbet derken en sonunda birbirine hikâyelerini anlatan insanlar olarak buluyoruz kendimizi o insanlarla. Çünkü dünyada insanlar ama maddi ama manevi kaygılarla bir meslek icra ediyorlar ve bu onların hayatlarını, yaşantılarını etkiliyor. Dinlediklerim arasında beni çok etkileyenlerin filmi oluşmaya başlıyor böylece.
Kadınlar da bir hayli yer kaplıyor belgesellerinde. Biraz da erkek işi dediğimiz, toplum tarafından öyle nitelendirilmiş işleri yapan kadınları anlatmışsın. Bu belgesellerde çıkış noktan neydi, kadına yüklenen toplumsal misyonu mu sorguladın, yoksa kadının azim ve gücünü mü?
Akrabalık bağlarının kuvvetli olduğu bir ailede büyüdüm. Güçlü kadınların içinde. Buradaki gücün çok farklı anlamları var. Biraz açmak istiyorum; mesela babaannem öldüğünde sanki tüm akrabalarım dağılmış gibi hissetmiştim ki öyle de oldu; herkes bir tarafa dağıldı ve daha az görüşür oldu. 9 çocuk büyütmüş bir kadın hem de güneydoğunun çetin şartlarında. İzmir’de bile herkesin ona duyduğu saygıyı hissedebilirdiniz tanısaydınız. Komşular, akrabalar kısacası onu tanıyan tüm insanlar. Çünkü çok büyük bir kadındı. Annem de öyledir. 17 yaşında evlenmiş, yıllarca birçok zorluk karşısında susmak zorunda kalmış bu sırada da büyümüş. Kendi büyürken bizi de büyütmüş. Biz büyürken o güçlenmiş, en azından çocuklarım var motivasyonuyla. Genç yaşta gelen o kötü hastalık. Bunu bile yenmiş o gücüyle, azmiyle. Bir şekilde hatta çok güçlü bir şekilde var olmuş. Ki benim sinemacı olmamdaki en büyük desteğim annemdir kuşkusuz. Anneannem, teyzem, halalarım… Hepsinin kendi içinde çok büyük hikâyeleri var. Ben bunları dinleyerek, gözlemleyerek büyüdüm. Bu kadınlar fedakârlıkları sayesinde kazanıyor aslında bütün bu saygıyı, gücü. Ama erkekler öyle değil. Kadınlar büyük bedeller ödüyorlar toplumda kendilerini kabul ettirebilmek için. İşte ben bu kadınlara hayranlıkla büyüdüm. İçinde yetiştiğim ülkenin tüm kadınlarına. Ben aslında filmlerimde inanmış kadınların, inandıkları uğurda yaptıkları fedakârlıkları ve verdikleri mücadeleyi aktarmaya çalıştığımı düşünüyorum kısaca özetlemek gerekirse.
Belgesellerde insanları hayatlarını çekmeye nasıl ikna ediyorsun, sonuçta hayatlarıyla ilgili kalıcı bir belge bırakıyorlar ve bu teklifle ilk karşılaşma anları ve sonrası nasıl gelişiyor, biraz gözlemlerini alsak?
Her filmde birbirinden farklı tepkilerle karşılaştım. Ama genelde karşılaştığım durumla başlayayım anlatmaya: Aslında hayatlarını çekmeye karar verene kadar uzun bir tanışma sürecinden geçiyoruz birbirimize karşı. Onlar beni ben onları tanıyorum. Yavaş yavaş bir dostluk oluşuyor aramızda. Acele etmiyorum. Bu sırada bir kısmı kafamda kurgulanmış bir hikâye çıkarsa onlara filmlerini çekmek istediğimi söylüyorum (bu genelde olan). Eğer bu hikâyelerden bir film hikâyesi çıktığını hissetmiyorsam yeni dostlar, insanlar kazanmış oluyorum. İkisi de güzel. Bazı zamanlarda ise hikâyelerini bilerek gidiyorum ve filmlerini çekmek istediğimi anlatıyorum. Kabul etmeyenler oluyor. Çünkü artık insanlar eskisi gibi kameraya karşı bir heves beslemiyorlar. Bir de zorluysa hayatları tabii ki haklı olarak benim sanatım ya da çekeceğim film onların umurlarında olmuyor. Neden olsun ki? Mesela Akvaryumda Sessiz, Sakin filminde. Teknede yaşıyor insanlar. Çok zorlu bir yaşantı. Çekiniyorlar, hikâyelerini anlatmak istemiyorlar. Sonunun nereye gideceğini kestiremiyorlar. Bir de özellikle son yıllarda ülkenin üstüne çöken paranoya hali insanları çok etkiledi, insanlar kendilerini sıradan görüyor ve kim neden izlesin benim olduğum bir filmi diye düşünüyorlar. Ben onlara herkesin hikâyesinin kendi içinde özel olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Kabul etseler bile çok utanıyorlar, dediğim gibi acele etmiyorum bir süre onları kameraya alıştırmaya çalışıyorum. En doğal hallerini bulmaya çalışıyorum bu yüzden çekimler biraz uzayabiliyor ama en doğal hallerini filme almak en büyük amacım oluyor. Bu yüzden onlara asla komut vermiyorum böylece zamanla üzerlerindeki utangaçlık hali kayboluyor.
Çırak karatabak işçiliği yapan bir kadının inadını anlatıyor. İşini seven ama yaşadığı yeri sevmeyen bir kadın. Ona rağmen ısrarla devam ediyor, belgesel çektikten sonra çektiğiniz insanların yaşamlarını takip ediyor musunuz?
İnsan ağaca inanıyor, toprağa inanıyor, rüzgâra inanıyor, kendine inanıyor, başka bir insana inanıyor ya da herhangi bir şeye… Bir şeye inanmamız için illaki bir sebebe ihtiyacımız yok. İnanmak motive ediyor insanı, güçlü kılıyor. Ben Çırak filminde, kendi motivasyonunu evinden çok uzakta bulan bir kadını anlatmaya çalıştım. İnandığı bir uğurda ailesinden, yuvasından ayrılan bir kadın, kendine yabancı bir coğrafyada bir mesleğin son ustası olmaya çalışıyordu. Çok canlı, yaşayan bir hikâyeydi Çırak. Anavatanı Bergama’da, bulunduktan yüzyıllar sonra bile parşömeni imal etmeye devam eden 82 yaşında bir adam. Anadolu’nun son karatabağı. Ama neden hala bu işi yapmaya çalışıyor? Mesleği bırakmak, devretmek istiyor birine. Bir kadın çıkıp geliyor “bana el ver usta” diyor. Ama neden? Bakar mısınız sorulara? Demin de söylediğim gibi illa bir sebebe mi ihtiyacımız var? İnsanlar bir şeylerin çevresinde toplanıyor, deneyimliyor, birbirlerinde izler bırakıyor kısacası yaşıyorlar. Gördüklerimi, şahit olduklarımı aktarmaya çalıştım ben de. Muhteşem bir deneyimdi benim için Çırak filmi. 2013 yılında çekmeye başlamıştım 2014’te bitti film ama hikâye hâlâ yaşıyor. Belgeselin en güzel yanı da bu işte; film perdede bitiyor ama hikâye devam ediyor. Ben hepsiyle görüşmeye devam ediyorum. Çok güzel dostluklarım oluştu hikâyelerini aktardığım insanlarla hatta Çırak filminin başkahramanı Demet Sağlam’la kardeş gibi olduk desem yeridir. Filmden bir süre sonra evlendi, Londra’ya taşındı ama parşömene olan aşkı hâlâ devam ediyor, üretiyor. Erkek işi denilen bir mesleğin dünyadaki son ustası olmayı başardı. Hem sadece ben takip etmiyorum bu insanların hayatlarını, seyirci de merak ediyor. Dünyanın dört bir yanından mesajlar aldığını söylüyor Demet. Çok fazla ülkede gösterildi Çırak. Düşünsenize dünyanın öbür ucundan bir insan Demet’i inancı ve azmi için kutluyor ve onu örnek aldığını söylüyor. Söyleşilerde bana da soruyorlar “şimdi ne yapıyorlar?” diye. Bunlara şahit olmak muhteşem bir duygu.
Kocalarıyla denize açılan kadınlar da bir yandan dertli ama. Bizim duygusal bir bakış açısıyla denizde olmak olarak nitelediğimiz şeyden pek memnun değiller, daha normal işler istiyorlar kendileri için. Belgeselci nereye kadar kendi görüşünü koyar belgesele, kendi açısını… Çıkan malzemeyi nasıl değerlendirir yani?
Hayatlarında denizi görmemiş kadınlar tekneye gelin gidiyorlar Akvaryumda Sessiz, Sakin’de. Denizin üstünde sallanıp duran tekneleri kendilerine ev bilmek zorunda kalan bu kadınlar sessiz, sakin bir şekilde kaderlerine razı olsalar da mutlaka söylemek istedikleri bir şeyler vardır diye düşündüm. Film böyle ortaya çıktı. Dediğiniz gibi denizler, denizde olmak bizlere çok şiirsel gelen şeyler. Belgesel az da olsa romantizmden uzak durmalıdır diye düşünüyorum. Çünkü bu tarz öyküler romantizmi oldukça iştahlandıran öyküler. Belgeselcinin bir etiği olmalı her şeyden önce. Olmayanı sırf etkili olsun diye varmış gibi gösterdiğin an bu etiği yitirmiş oluyorsun. Tabii ki şahit olduğun hikâyeleri kendi yaratıcılığınla anlatacaksın, aktaracaksın fakat belli bir oranda dokunabiliyorsun bu hikâyelere. Gerçeklik illüzyonu kırıldığında ortaya melez bir şeyler çıkıyor. Belgesel olmuyor o ortaya çıkan şey. En azından ben bu illüzyonu korumak için çabalıyorum. Belgeseli olabildiğince kurmaca sinemaya yakınlaştırmaya çalışsam da bu gerçeklik olgusuna sadık kalmaya çalışıyorum. Sinemaya yakınlaştırmaya çalışmamın sebebi de kesinlikle akıcılık. Ortaya çıkan film tabii ki benim gözlemlerim ve tamamen gerçekler fakat bunun bir sanat eseri haline dönüşmesi için kurmaca sinemanın ve edebiyatın hikâye anlatıcılığından da faydalanması gerektiğini düşünüyorum. Aslında bütün iş kurguda bitiyor. Kurgu, belgeselin her şeyi bana göre. Çekim süresince topladığın bütün malzemeyi kurguda anlamlı bir bütün haline getirebiliyorsun. Yoksa ne kadar etkili görüntüler çekersen çek, masa başında onları doğru bir şekilde sıralamadığın takdirde o görüntüler ne yazık ki bir tanıtım videosuna dönüşebiliyor.
Yazlık sinemaları anlattığın Çekirdek ve Makara var bir de! Yitip giden değerlerden birisi daha! Sinema doludizgin giderken yazlık sinemalar da bitişe doğru gidiyor. Ters bir orantı var. Belgesel zor bir alan, gösterim alanı da kısıtlı. Çektikten sonra sizde kalan duygusu ne oluyor?
Çekirdek ve Makara filminde Türkiye’de son kalan yazlık sinemayı ayakta tutmaya çalışan üç yaşlı adamın hikâyesini aktarmaya çalışıyorum. Az önce de söylemiştim; belgesel filmdeki hikâyeler perdede bitse de yaşamaya devam ediyor. Biz bu filmi çektikten sonra, filme konu olan Elif Sineması kapandı. Sinemanın sahibi Tarık Vardar, kızı Elif’e ev almak için sinemanın arazisini satmak zorunda kaldı. Teknolojiye ve büyük sermaye sahiplerine yenik düştüler. Oysaki hâlâ 1973 model Türkel marka film makinasıyla 35mm gösterim yapan ve normal sinemaların dörtte biri ücretle bilet satan son yazlık sinemaya sahip çıkılabilirdi. Film çıktıktan sonra konu; medyanın, belediyenin ve önemli kişilerin ilgisini çekmişti fakat bu ilgi sinemayı ayakta tutmaya yetmedi. Bundan 20 yıl sonra gelecek olan nesil için belki de yazlık sinema kavramı hiçbir şey ifade etmeyecek. Çünkü bilmeyecekler. Benim içinse bu hikayeyi en son belgelemiş olmak muhteşem bir motivasyon. Düşünsenize Tarık Vardar diye bir adam yaşadı bu ülkede. Altın Portakal’ın kurucularından, çok güzel eserlere yapımcılık yapmış, onlarca sinema salonu işletmiş bir Tarık Vardar yaşadı ve son kalan yazlık sinemayı kalan son imkânlarıyla ayakta tutmaya çalıştı. Gelecek nesil bu filme ulaştığında bunlara şahit olacak. Hem de benim gözümden. Belgeselci sorumluluğu diye bir şey duymuştum Ertuğrul Hoca’dan (Karslıoğlu). Çok değerli bir kavram bu aslında. Evet, belgesel, sinemanın üvey evladı fakat bu sorumluluğu yerine getirmek belgeselcinin en büyük motivasyonu olmalı. Geleceğe hikâyeler aktarmak, tarihe iz düşmek.
Ve Film İcabı… Onun farklı bir öyküsü var sanırım, kısaca sizden dinlesek?
Film İcabı belgeseli, tarz olarak benim diğer filmlerime pek benzemiyor. Diğer filmlerimde insanların hikâyelerine şahit olurken burada bizzat hikâyenin içinde yer alıyorum. Beş otizmli gencin baştan sona bir film çekme sürecine girmelerini aktarıyorum Film İcabı’nda. Önce senaryo yazıyorlar ardından provalar. Kendileri oynuyor kendileri çekiyorlar. Çok keyifli bir hikâye. Baştan sona ben de oradayım kameramla. Ekip yok, tek başımayım. Bir yandan çekiyor bir yandan onlara yardımcı oluyorum. Diğer filmlerimde kendi bakış açımdan olayları anlatmaya çalışırken bu filmde baştan sona tüm film yapım sürecini kronolojik bir sırayla gösteriyorum. Çocuklar ara ara kameraya laf atıyorlar, “Tayfun abi kolay gelsin” diyorlar. Cevap veriyorum, hepsi var filmde. Tek dokunuşum şu oldu diyebilirim: Konu ajitasyona çok müsait bir konuydu ve ben bunu istemiyordum, keyifli bir iş olsun istedim. Kurguda en eğlenceli hallerini vurgulamak ve keyifli müziklerle desteklemek istedim. Yurt dışında çok sevildi seyircilerin baştan sona tebessümle izlediğine şahit oldum. Ben bu filmde yolda olmanın güzelliğini, değerini aktarmaya çalıştım aslında. Çünkü otizmli çocukların ortaya çıkardıkları filmin niteliği hiçbirimizi ilgilendirmiyordu. İnandıkları yolda gösterdikleri azmi görmek ve yolda olmak çok güzeldi.
Yurt içi festivallerine pek fazla film göndermediğinizi söylüyorsunuz. Bunun nedeni nedir? Bizdeki festivalleri nasıl buluyorsunuz?
Birkaç tane festival haricinde bizdeki festival mantığını oldukça amatör buluyorum. Önceleri jüri üyesi olarak gittiğim bazı festivallerde pek hoşuma gitmeyen şeylerle karşılaştım. Çok özür dileyerek bunu anlatıyorum ama şöyle bir durum gördüm çoğunda; “bu festivalde ben jüriyim sana ödül vereyim sonraki festivalde sen jürisin bana ödül ver”. Bu sayede ortalama bir film senede 10 küsur tane ödül alıyor. Oysaki festivallerde mantık; ödül almak, ödül vermek yerine gerçekten iyi hazırlanmış yapımları seyirciyle buluşturmak olsa hem nitelikli yapımlar çoğalacak hem de Türkiye’de film festivalciliği profesyonelleşecek. Ahbap çavuş ilişkisiyle ne sinema gelişebilir ne de film festivalleri. Koca koca adamlar öğrenci kategorilerine film gönderiyorlar sırf para ödülü ya da heykelcik almak için. Bunlar çok yanlış. Çok kötü üretimlere verilen ödüller o insanları çok erken bir zaman içerisinde “ben oldum” kafasına getiriyor ama ortada ne sinema var ne de başka bir şey. Öğrenmeye kapatıyor böylece insanlar kendilerini. Oysa yurt dışındaki festivallerde öyle filmler izliyoruz ki imrenmemek elde değil. Gerçekten iyi işlerin önü tıkanıyor durum böyle olunca. Tanıdığım çok iyi yönetmenler var Türkiye’deki festivallere sırf bu yüzden filmlerini göndermeyen. Hem yarış sevmiyorlar hem de sonucun belli olduğu yarışlarda bulunmak istemiyorlar. Öğrencilerimin filmlerini bile yurtiçi festivallerine göndermesine pek olumlu bakmıyorum. Bir de farkındaysanız onlarca festival ismi türedi son dönemlerde. Hem devlet destekleri hem belediyelerin destekleri var. Film çekenler de festival organizatörlüğüne soyunuyorlar. Takip ediyorum elimden geldiğince festivalleri ama festival organizasyonları konusunda da çok yetersiz kalıyoruz. Bilemiyorum belki de bu destekler yetersiz kalıyor olabilir. İlk başta söylediğim gibi birkaç festivali ayrı tutarak söylüyorum bunu (çünkü gerçekten çok profesyonelce düzenlenen iyi festivaller de var) ama bu konuda uzun bir zamana ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Tabii eleştirmek kolay olan ama bu konuda iyileştirmeler, düzenlemeler olacaksa ben de bir yönetmen olarak elimi taşın altına koymaya her zaman hazırım. Çünkü sırf bu durum yüzünden Akvaryumda Sessiz, Sakin 20 ülkeden sonra Türkiye’de izlenebildi. Ben ister miyim böyle olmasını?
Yurt dışı festival deneyimleriniz nasıl peki, bizim festivallerden farklı yanı nedir?
Bizde olduğu gibi yurt dışı festivallerinde de amatörlükler var tabii ki ama bize göre çok daha iyiler bu konuda. Festivallere tek bir tıkla film gönderilebildiği için festivaller üzerine internet platformları kuruldu ve bu durum yüzlerce yeni festivalin başlamasına neden oldu. Bu durumun iyi ve kötü yanları var. Festival sayısı çoğaldı fakat nitelikli festival sayısı azaldı. Nitelikli festivaller çok büyük ücretler alarak başvuruları kabul etmeye başladı. Benim filmlerim yüzün üzerinde yurt dışı festivalinde gösterildi ve ödüller aldı. Müsait oldukça katılmaya çalışıyorum bunlara. Hem farklı coğrafyalarda filmlerimi izleyen insanların tepkilerini merak ettiğim için hem de oralardaki festival organizasyonlarını görmek istediğimden gidiyorum fırsat buldukça. Yurt dışında, çektiğin filmlere duyulan saygıyı daha fazla hissediyorsun, sen bir üreticisin ve insanlar büyük emekler sonucu ortaya çıkan bu eserlerin kıymetini çok daha iyi biliyorlar orada. Oysa Türkiye’de katıldığım neredeyse tüm festivallerden ödül aldım ama filmlerimi birer eser gibi değil yarış atıymış gibi hissettim. Ben bunca filmi yarışsın diye değil insanlar izlesinler, etkilendiğim hikâyelere şahit olsunlar diye çektim. Festivallere göndermemin tek nedeni de bu. Her ne kadar filmlerim yabancı kanallarda ve TRT’de gösteriliyor da olsa sizin de bildiğiniz gibi belgesel sinema pek televizyon formatına uygun bir tür değil artık. En azından son zamanda buna dönüştü. Belgesel kanalları TV programı formatında türlere daha açık halde. Kanal yöneticileri sayesinde oldu bu. Bu yüzden festivaller çok önemli bir mecra belgesel sinema üreticileri için. Bir de seyircinin katılımı çok daha fazla oluyor yurtdışında. Genci yaşlısı her yaş grubundan insanı görmeniz mümkün bu festivallerde. Türkiye’de boş salonlara film gösteren festivaller de gördüm ne yazık ki. Umarım hem ülkemizde hem de yurt dışında nitelikli festivaller artmaya devam edecektir.
Sanırım bu aralar uzun metraj bir belgesel hazırlığı içindesiniz, vizyona girme ihtimali de var. O da İMÇ’de kaldığı kadarıyla müzik piyasasını anlatıyor. Biraz ondan bahsetseniz, ne aşamadasınız?
Birkaç günlüğüne tatil için İzmir’e gitmiştim. Durduk yere aklıma “Unkapanı Plakçılar Çarşısı diye bir yer vardı sahi n’oldu orası?” diye bir düşünce geldi. Döner dönmez ziyaret ettim Unkapanı’nı ve anında kafamda film oluşmaya başladı: “UNKAPANI”. Kasetten CD’ye geçişi öngörmüş fakat CD’den dijitale geçişe yenik düşmüş yapımcılar, birer birer kapatılmış dükkânlar, bağlamasını sırtına alıp da taşradan albüm yapmaya gelenler, albümler yapıp tutunamamış ama umudunu da asla yitirmemiş sanatçılar ve Unkapanı’ndan pavyonlara, türkü barlara uzanan yolculuklar… Eski şaşasını kaybetmiş olsa da hâlâ yaşayan bir yer Unkapanı. Bu muhteşem mimari ve hikâyeler içinde kaybolmamaya çalışıyorum, çekimleri 3 aydır devam ediyor. Gerilla taktikle oradaki günlük rutini kaydediyoruz. Şimdilik her şey yolunda gidiyor, nasıl bir film ortaya çıkacağını ben de heyecanla bekliyorum. Eğer dilediğim gibi bir film olursa vizyona girecek. Diğer filmlerde olduğu gibi Unkapanı’nda da acele etmiyorum ama sanıyorum ki Aralık-Ocak gibi bitmiş olacak. Umarım güzel bir film izleriz.
Hayatınızda kurmaca olacak mı yoksa hep belgesel sinemadan mı devam edeceksiniz?
Kurmaca hep vardı aslında hayatımda. Dizi yaptım ve çeşitli senaryo ekiplerinde çalıştım bugüne kadar ama belgesel yolculuklarımda karşılaştığım hikâyeler beni çok fazla cezbetmiş olacak ki belgesele ayırdığım gibi vaktimi kurmacaya pek ayıramadım. Bir de haddimi bilmeye çalıştım. Çünkü sıradan bir film yapmak kolay olandı. Çok fazla teklif aldım kurmaca sinema konusunda. Çocukluğumdan beri bir sinema filmi yapma hayalim vardı ama beni gerçekten heyecanlandıracak bir hikâye olsun istedim. 3 yıldır üzerinde çalıştığımız bir senaryoyu nihayet tamamladık. Yine belgesel yolculuklarımda şahit olduğum bir hikâyeyi senaryolaştırdık hayranı olduğum edebiyatçı İbrahim Metin’le birlikte. Filmin ismi İhtiyar Atlar Ülkesi. Uygun şartlar oluştuğunda çekimlerine başlayacağız. Sinemaya adım attığım ilk günden bugüne kesinlikle beni en çok heyecanlandıran proje İhtiyar Atlar Ülkesi. 3 yıl boyunca onunla yatıp onunla kalktık diyebilirim. Hazırlıkları sürüyor şu anda. Yakın zamanda çekimlere başlamayı umut ediyorum.
Kültür Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak belgesel sinemayla ilgili neler yapıyorsunuz, yaptığınız şeyler var mı?
Çalıştığım üniversitelerde kurmaca sinema ile ilgili de dersler verdim hep fakat belgesel sinemanın yeri bende daha başka olduğundan ve mesleğin yetkin insanlar kazanmasını istediğimden öğrencileri hep belgesele yöneltmeye çalışıyorum. En azından belgeseli bilsinler istiyorum. Mesela Yaşar Üniversitesi’nde görev yaptığım dönemde belgesel sinema dersi yoktu ama verdiğim diğer derslerde konu dışı da olsa mutlaka belgeseli anlatıyordum. Çünkü belgeseli iyi bilenlerin sektörün her alanında yetkin bir şekilde çalışabildiklerini gördüm. Buna ben de bir örneğim aslında. Belgesel ile başladım fakat dizi ve reklam yönetmenlikleri de yaptım. Kurmacada oluşturmaya çalıştığımız gerçeklik illüzyonunun belgesel sinemada ta kendisi var. Kurmacada kendi yazdığımızı filme döküyoruz fakat belgeselde gerçekte olan bir hikâyeyi akıcı bir biçimde anlatmaya çalışıyoruz. Bu zorlu bir yolculuk. Bu yolculukta yoğrulmaları gerek. Bu yüzden belgesele ilgili öğrencilerimi kendi filmlerimin çekimlerine götürüyorum, onlara sorumluluklar veriyorum ve kendilerinde olanı bulmalarına yardımcı olmaya çalışıyorum. Bununla birlikte Ertuğrul Karslıoğlu, Süha Arın gibi geçmişteki usta belgeselcilerin, ustalarımızın belgesellerini ve yeni dönemde dünyada ve ülkemizde çekilmiş iyi belgeselleri izletiyorum onlara.
Son olarak neler söylemek istersiniz?
Öncelikle röportaj için çok teşekkür ederim. Çok keyif aldığımı belirtmek isterim. Son olarak da Türk sineması adına nitelikli yapıtların çoğalmasını ve bilinçli izleyicilerin günden güne artmasını diliyorum. Çünkü bu coğrafya muhteşem bir coğrafya ve her noktasında inanılmaz hikâyeler barındırıyor. Yaşasın sinema!