Bana Mantığın Sınırlarını Çizebilir misin?
Found Footage tandansının gerekliliği ya da gereksizliği üzerine yapılan geyikler, öyle sanıyorum ki önümüzdeki birkaç yıl boyunca da, hızını fazla kesmeden devam edecektir. Bir tarafta yeni makyajlar ile bu türü diri tutmaya çalışan, filmlerden esirgenen bütçeyi, ilgi çekici reklam kaynaklarına harcayan yapımcıların hamleleri; diğer tarafta ise bu hamlelere sırtını dayayıp sofraya hızlıdan kurulmaya çalışan çakallar! Türe duyulan hayranlığın da, beslenen nefretin de found footage janrına ilgiyi diri tuttuğu ortada! Neticede hemen hemen her ülke sinemasının elinde oyuncağa dönüşen bir kulvardan bahsetmiyor muyuz? 2009 yapımı Temple Of Trust ise, son dönemde REC 3 ’ün başvurduğu, buluntu ile kurgu evliliğinin, adam akıllı denendiği ilk filmlerden biri olarak değerlendirilebilir. Filmin gıda havuzunu ise, kapalı alan gerilimi, buluntu belgesel ve kuşkusuz karakter odaklı gerilim alt başlıkları dolduruyor.
Hollanda’nın Tv projelerinin aranan yüzlerinden biri olan Hans Breetveld ’ın yazdığı, çektiği ve oynadığı film, dünyeviyattan tamamen arındırılmış, kapılarında kilit bile bulunmayan bir terapi merkezinde; kabusa dönmeye başlayan 3 haftayı konu ediniyor kendisine. Ailevi ilişkileri tepetaklak olan David Keller, son çare olarak, psikolojik yardım almayı tercih ediyor. David, psikolojik külfetlerinden ilelebet arınmak için gittiği bu –bir nevi rehabilitasyon merkezinde olup biten her şeyi kameraya almayı ve böylece geçirdiği aşamaları belgelemeyi amaçlıyor. Zaman içerisinde, rehabilitasyon hocası olan Lucy ile yakınlaşan David, bir süre sonra Lucy’i de kendisine takıntı haline getiriyor. Öyle ki Lucy ile yakınlaşmalarının ardından, sevdiği kadının hayatına giren yeni erkek arkadaşı da David’in kırılmasına büyük etki ediyor.
Bambaşka sosyal statülere ve birbirinden farklı patolojik rahatsızlıklara sahip hastalar da, yavaş yavaş çığırlarından çıkmaya başlıyorlar. Bir yandan Lucy’e olan takıntısını ve arzusunu dizginlemeye çalışan David, diğer taraftan da rehabilitasyon merkezindeki hastalara karşı mesafesini korumak için çabalıyor. Sonunda farkında olmadan delilik çizgisini geçen genç adam, yavaş yavaş ortalığı mezbahaya çevirmeye başlıyor.
Hans Breetveld’ın bu ağır aksak found footage çeşitlemesinde, filmi sırtlayıp götüren isim ise hiç kuşkusuz, rehabilitasyon hocası Lucy’i ete kemiğe büründüren usta aktris Wendy Butterworth… Bu projenin Breetveld’in ilk sinema projesi olduğunu ve kameranın ardına ilk defa geçtiğini de hesaba katacak olursak, rehabilitasyon merkezindeki tüm karakterleri ve dahil oldukları ard hikayeleri yansıtma konusunda pek de sıkıntısı olduğunu söyleyemeyiz. Fakat bununla birlikte –hemen hemen her buluntu örneğinde olduğu gibi ciddi ritm sorunları var filmin. David’in mantık sınırlarını yavaş yavaş terk etme süreci, her ne kadar finalde büyük çaplı bir katliamla sonuçlanacak olsa da; Breetveld, bu süreçte rehabilitasyon merkezindeki karakterlere yaklaşmayı tercih ediyor. Dolayısı ile karşımıza çok karakterli ve biraz da bu sebeple hantallaşan bir kapalı alan gerilimi çıkıyor.
Temple Of Trust’ı pek çok açıdan Kim Ki Duk’un iç hesaplaşmasının mahsulü olan Arirang’a benzetebiliriz aslında. Breetveld’in filmi her ne kadar Duk’un yapıtından çok çok önce ortaya çıkmış olsa de, her iki hikayenin de rotasının zaman zaman benzeştiği noktalar var. Fakat Duk, nabzı yavaş yavaş atan bir girizgah sonrasında, izleyiciyi avucunun içine alabilen bir hikaye ile, salondan çıkan seyircinin hafızasında uzun süreli yer işgal ederken; Breetveld’in fazlasıyla klostrofobik hikayesi, özellikle ikinci yarıdan sonra teklemeye başlıyor.
Sözün özüne dönecek olursak eğer, buluntu türünün, hem bayağılaşıp hem de sinemaseverleri baymaya başladığı şu son yıllarda; çoğunlukla minör festivallerde seyirci karşısına çıkabilmiş Temple Of Trust gibisinden, deneysel niteliği olan gerilim çeşitlemeleri, sağ salim yarına kalır mı bilinmez. Ama Breetveld’in filminin geriye miras olarak bırakacağı en önemli hazinenin, filmin lezzetli müziklerinin olacağına hiç şüphem yok!