Kadın, toplumdaki yeri, ona ataerkil düzende bahşedilen görevler ve tabii ki en önemlisi; tüm bu olayların içinde cereyan eden masumane bir sevgi. Küçük bir çocuğun, ilk aşkı olan teyzesini kendi gözünden anlattığı hikâye; gerek vermek istediği mesaj ile gerekse başından sonuna kadar devam ettirdiği rahatsız edici gerilimiyle sinemamızın en özel filmlerinden biri. Ümit Ünal’ın kendi teyzesinin hayatından esinlenerek kaleme aldığı hikâyenin yönetmenlik koltuğunda ise sinemamızın ustalarından Halit Refiğ oturuyor. Dönemin popüler oyuncularından Müjder Ar’ın başrolünde yer aldığı filmde ona; Mehmet Akan, Necati Bilgiç, Tomris Oğuzalp ve Yaşar Alptekin gibi isimler eşlik ediyor.
Umur; 6 yaşında, henüz hayatı bilmeyen, akrabalarını dahi tanımayan küçük bir çocuktur. Babasının siyasi suçtan dolayı aranması, onları Ankara’dan alıp; annesinin okumak için çıkıp bir daha da geri dönmediği İstanbul’a, baba evine geri döndürür. Umur’un burada tanıştığı teyzesi Üftade, daha en baştan Umur’un hayatında derin izler bırakacağının sinyallerini verse dahi hikâyenin bize vaat ettiği bambaşkadır. Film; Umur’u ilahi bir anlatıcı olarak belirleyip, Üftade’nin yaşadıklarından yahut yaşayamadıkları yüzünden geldiği durumun ortasına bırakır bizleri. Bir yanda küçük bir çocuğun, teyzesine karşı git gide artan karşılıksız sevgisi diğer yanda ise Üftade’nin varoluş sancısı.
Varoluşçu felsefe ilk ortaya çıktığı andan itibaren tanımı için birçok ifade kullanılmıştır. Kimi filozoflar varoluş sancısını bunalımla, kimileri hayata karşı bir başkaldırı ile kimileri ise bir iç karartma durumu olarak açıklamışlardır. Ancak varoluş felsefesinin en önemli düşünürü olan Jean-Paul Sartre’ın düşünceleri birçokları tarafından kabul görmüştür. Sartre; varoluşun özden önce geldiğini dile getirmiş, bunun neticesinde de insanların yaratılıştan sonra kimi zaman acı çekerek kimi zaman da kendi içlerinde bir savaş vererek; nasıl yaşayacaklarına karar vereceğini söylemiştir. Sartre’ın bu düşüncelerine paralel olarak, zaman zaman hepimizin de yaşadığı hayattaki amacımızı sorgulama durumunu varoluş felsefesine dayandırabiliriz. Bu durum, kimilerinde yumuşak bir şekilde devam etse de kimilerinde oldukça ızdıraplı bir şekilde baş gösterebiliyor. Nitekim Teyzem filminin odak noktasına yerleştirdiği Üftade’de olduğu gibi. O, çocukluğundan itibaren ne yapacağını bilmediği için oradan oraya sürüklenmiş, bunun neticesinde de kendine hep amaç aramış bir kadındır. Tüm film boyunca aradığını bulamama durumu ve bunun akabinde de yaşadığı sancının git gide artması onun bunalımlı halini daha açıklayıcı bir hale getiriyor. Film, her ne kadar biyografik bir öykü olsa dahi, Ümit Ünal’ın hikâyenin içine yerleştirdiği felsefi dokunuşlar, filmi bir bütün haline sokan en önemli rötuşlar oluyor. Üftade’nin aşkı, evlenmesi, baba evine geri dönmesi bu şekilde daha anlamlı bir hal alıyor.
Peki, Üftade’yi bu sancının içine bırakan neydi? Burada da aslında, kadına toplumda biçilen rol ve akabinde yaşananlar daha fazla önem kazanıyor. Özellikle ataerkil düzeni iliklerine kadar yaşayan bizim gibi toplumlarda, kadının gördüğü değer maalesef tarifi mümkünsüz yaralara yol açıyor. Üftade’nin henüz çocuk yaşlarda üvey babası tarafından tacize uğramış olması onun yaşadığı ilk büyük travma. Ancak sonrasında yaşanan her bir olay, onun bu travmasını tetikleyecek ve bir kadın olarak; tabir-i caizse onu bulunduğu evin bir eşyası haline getirecekti. Sevdiği adamın onu bir çırpıda terk edip gitmesi, gelin gittiği evde tek görevinin bir çocuk dünyaya getirmek olması; ona her daim, “Ben bu hayatta ne yapıyorum?” sorusunu sordurtuyor. Üftade bir birey mi yoksa erkeklerin buyruklarını yerine getirmek zorunda olan makinenin bir dişlisi mi? Filmin aslında en ilgi çekici noktası da tam olarak burada cereyan ediyor. Üftade’nin özelinde gelişen bir toplum eleştirisi. Ataerkil düzenin, özellikle kadınları ne denli modern köleler haline getirdiğine; bunun neticesi olarak da akıl sağlığının nasıl ortadan kalktığına bu şekilde şahitlik ediyoruz. Bir bireyin, böyle bir ortamda sağlıklı kalmasını kim bekleyebilir ki! Üftade, Ümit Ünal vesilesiyle bizim görebildiğimiz kadınlardan yalnızca bir tanesi. Peki ya diğerleri? Onun gibi bu hayatta eşyalaştırılmış diğer kadınlar. Aslında burada sinemanın ne kadar büyük bir güç olduğu bir kez daha karşımıza çıkıyor. Teyzem sayesinde ötekileştirilmiş kadınları, onların hayallerinin ne kadar yabana atıldığı gerçeği tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Belki herkesin hayatında bir Üftade yok ama ataerkil düzen böylesine şiddetli devam ettikçe Üftadeler de artacak. Bu yüzden de Teyzem, her daim güncelliğini koruyan ve her izlenildiğinde anlamını ikiye katlayan bir film olarak karşımızda belirecek.
Filmin ataerkil düzene ek olarak önümüze getirdiği bir başka konu ise, toplumumuzun kanayan yaralarından mahalle baskısı. Hani şu tecavüzleri bile, “Aman elalem ne der” mantığıyla meşrulaştıran mahalle baskısı. Nitekim filmin bir sahnesinde karşımıza çıkan bu durum, hem yaşanılan her olayda kadının suçlu bulunması sorunsalını gözler önüne seriyor hem de biz ne ara bu kadar kötü insanlar olduk dedirtiyor. Özellikle, Üftade’nin üvey babasının filmin başından itibaren çizdiği profil, ailesini düşünmekten öte, dışarıdaki insanların kendisi için söyleyeceklerine daha fazla önem verdiği yönünde. İşte halk arasındaki adıyla mahalle baskısı dediğimiz bu durum, çoğu zaman insanoğlunu yanlış kararlar almaya iten ve her acıya yenisinin eklenmesine sebebiyet veren bir durum. Aslında bu noktada filmin çok başlılığına da değinmekte yarar var. Hikâye, birden fazla konuya değiniyormuş gibi dursa da aslında temas ettiği her nokta birbirini tamamlayıcı nitelikte. Burada hikâyenin biyografik olmasının öneminin payı tartışılamaz. Ancak Ümit Ünal’ın bunları bir senaristlik yeteneği ile doğru bir şekilde iç içe geçirmesi; filmi adeta rayında seyreden yüksek hızlı bir tren edasına büründürüyor.
Filmin anlatmak istediklerini arka kapı aramadan, izleyiciye direk olarak aktarabilmesi ise başlı başına değinilmesi gereken bir konu. Daha ilk dakikadan itibaren Üftade’nin yaşadığı zorlukları, bu noktaya nasıl geldiğini adım adım aktarabilmesi aslında iyi senaryo-doğru yönetmen kavramını açıkça ortaya koyuyor. Bazı filmler; yönetmeniyle, bazıları oyuncularıyla bazıları da senaryosuyla ön plana çıkar. Ancak bu noktada Teyzem’i bir bütün olarak ifade edebiliriz. Her ne kadar, Ümit Ünal’ın kendi hayatından senaryolaştırdığı öyküsü, filmin en fazla göze çarpan kısmı olarak dursa da Halit Refiğ’in ustalığına yakışır anlatısı ve Müjde Ar’ın eşsiz oyunculuğu birleştiğinde film tam anlamıyla bir ekip çalışması halini alıyor. Karakterlerin hiçbirinin altının boş kalmaması, rol alan herkesin Üftade’nin yaşadığı sancılı ruh haline nasıl geldiğini betimler tavırları bir senaryo başarısı olsa dahi Halit Refiğ’in anlatıcı gözü burada es geçilmemesi gereken nokta. Özellikle yönetmenin başından sonuna kadar yaydığı gizemli atmosfer filmin anlatısını oldukça güçlendiriyor. Bununla da yetinmiyor, filmin vuruculuğunu belli bir çizginin aşağısına asla düşürmüyor. Tam burada filmin müziklerini yapan Atilla Özdemiroğlu’na da ayrı bir parantez açmak gerekir. Usta müzisyenin adeta tüyleri diken diken eden müzikleri, filmin rahatsız edici havasına oldukça katkı sağlıyor. Müjde Ar’ın performansı ise 80’lerin tamamında olduğu gibi göz kamaştırıcı. Yeniden toplumcu bir filmde, tüm güzelliği ve yeteneğiyle arz-ı endam oyuncu, altından kalkması oldukça zor olan bu karakteri, ismine yakışır bir şekilde ortaya koymayı başarıyor.
Teyzem, gerek dile getirdikleri gerekse Ümit Ünal gibi bir ismi sinemamıza kazandırması hasebiyle yeri oldukça ayrı olan bir film. 80’li yıllarda artan toplumcu filmlerin, en nevi şahsına münhasır işlerinden biri olan hikâye, hem Ümit Ünal’ın teyzesi ile olan hesaplaşmasını gün yüzüne çıkarıyor hem de ilk aşkın unutulmayacak olmasını bir kez daha gözler önüne seriyor. Halit Refiğ’in ustalık eserlerinden biri olarak sinemaya aktarılan hikâye, felsefi altyapısı, bir gerilim filmini aratmayacak derecedeki heyecanı ve gizemi ile sinemamızın ölümsüzleri arasındaki yerini çoktan almış durumda…