The Exorcist (1973) ile en fevkalade örneğini veren ve ardından da tek başına bir alt türe dönüşen “demonic possession” filmlerinin, son yıllarda deyim yerindeyse iyice “ayağa düştüğü” görüşündeyim. Exorcist’i izlerken Ellen Burstyn’in ortaya koyduğu, iliklerimize kadar hissettiğimiz o çaresizlik hissini ve Linda Blair’in kan dondurucu dönüşümünü hiçbir possession filmi vermiyor artık ne yazık ki. “Gerçek kötülük” denen şeyin ete kemiğe bürünüşünü ve ellerimizin buz kesmesini sağlayan o etkiyi göremiyoruz.

Yeni nesil possession filmleri korkutucu olamadıkları gibi, sürekli bir birini tekrar eden sıkıcı birer prototipe dönüştüler. Yani ben şeytan olsam, possession müessesesini bu kadar sıkıcı gösterdikleri için, önce film yapımcılarını ele geçirirdim. Şeytanın, iblislerin ve bilcümle cehennemin izbe dehlizlerinden çıkma kötü varlığın yaptığı tek şey; artık konuşulmayan ölü dillerin birinde bir şeyler söylemek, kadın bedenini zaptetmişse erkek sesiyle, erkek bedenini hapsetmişse kadın sesiyle konuşmak, bir takım nesneleri telekinezimsi bir şekilde duvara atıp parçalamak. Bu kadar… En son, aslında fena bir yönetmen olmayan Mikael Hafström‘ün çektiği The Rite‘ta (2011) iblislerin önüne gelene girip çıktığını, en sonunda da bir de Anthony Hopkins‘e girelim bari dediklerini görüp duyduktan sonra, yıllar yılı hayranı olduğum bu türden iyicene soğuduydum. Yani bir filmde beş tane possession göstererek mi korkutacaksınız bizi? Nasıl bir esnaf kafasıdır bu anlamıyorum ki; sürümden mi kazanıyorsunuz? Makyajcıyla anlaşmanız mı var? Üç şeytan girme makyajına promosyon dördüncüyü bedava mı yapıyor? Aslında bu son dönem korku sinemasının da genel sorunu. Hikayenin özündeki korkuyu yansıtamadıkları zaman, abartı butonuna tıklayıveriyorlar hemen. Neyse ki dün gece The Atticus Institute‘u izledim de, bu türe olan hayranlığımda bir hareketlenme oldu.

The Atticus Instutute003

The Atticus Institute’u konusunu tam da okumadan ve açıkçası ortalama düzeydeki klasik bir “60’lı 70’li yıllarda Amerigan hükümetinin yaptığı gizli deneyler” filmi olduğunu düşünerek izlemeye başladım. Ama kısa sürede farklılaştı film. Temelde tam da öyle bir konuya sahipken, bu sefer işin içine “şeytan-girmesi” diye tabir edebileceğimiz evil possession da var. Şuanda kulağa hiç de hoş bir kombo gibi gelmediğini biliyorum, ama inanın bana hiç de fena değil.

Film 1976’da Pennsylvania‘daki çok gizli bir hükümet araştırma laboratuvarında geçiyor. Mockumentary tarzında çekilmiş olan film, aslında günümüzde yapılmış ve söz konusu deneylere iştirak etmiş kişilerle yapılan röportajları ve o günlerden kalan analog görüntüleri içeriyor. Aslında mockumentary filmleri pek sevmesem de, bu filmde gayet doğru bir tercih olduğunu düşünüyorum. Ayrıca olayların 1976’da cereyan etmiş olması da son derece yerinde bana kalırsa. Zira “60’larda, 70’lerde Amerika’da yapılan gizli deneyler” şehir efsanesi üzerinden düşünüldüğünde, daha uygun bir zaman dilimi seçilemezdi diye düşünüyorum. 70’lerin atmosferinin yaratılmasında falan hiçbir sorun yok, zaten hepimizin bildiği gibi Amerikan sineması bu konuda ustalaştı. En bağımsız filmler bile, hatta düşük bütçeli filmler bile bu konuda sorun yaşamıyor artık. Dolayısıyla bu çok büyük bir başarı sayılmasa da, filmin bütünlüğü açısından önemli.

The Atticus Instutute006

Başrol oyuncuları, göz aşinalığımızın olduğu, ama aslında isimlerini hatırlayamayacağımız seviyedeki oyunculardan seçilmiş. Judith‘i Rya Kihlstedt, Dr. Henry West‘i William Mapother canlandırıyor. İkisi de hiç de fena değil. Yani performanslar Oscarlık olmasa da, ortalamanın üstü denebilir. En azından bu türde gördüğümüz vasat oyunculuklardan sonra, gayet de yeterli olduklarını söylemek gerek. Ama bana kalırsa daha az tanınan oyuncular seçilseymiş, bu tür için çok daha doğru bir tercih olurmuş.

Filmin yönetmeni daha önce Buried‘i (2010) ve ATM‘i (2012) yazan Chris Sparling ve film, yönetmenin çektiği ikinci uzun metrajlı film. Bu bağlamda ortalama olduğu söylenebilir. Yönetmenlik açısından son derece “geçer” bir iş çıkmış, ama en azından vasat değil. Ancak filmin en önemli olayı, possession meselesini ele alıştaki başarısı.

Az önce de dediğim gibi, aynı filmde sekiz tane possession göstermenin bir numarası olduğunu düşünmüyorum. Ya da tek yaptığı eski lahit dilinde küfürler savuran ve ortalığa salya-sümük gibi çeşitli vücut sıvıları saçan bir şeytan modelini, bir birinden farklı ama temelde aynı bir sürü filmde bir takım insanların içine sokup çıkarmanın da bir numarası yok. Bu şeytanlar o bedeni işgal ettiklerinde neler yapabilirler, asıl güçleri nedir ve küfür duymaktan aşırı derecede rahatsız olmuyorsak, bizi gerçek anlamda nasıl incitebilirler görmek istiyordum ben şahsen. Atticus Enstitüsü gösterdi.

The Atticus Instutute001

Film, para-psikoloji alanında araştırmalar yapan devlet destekli bir enstitüye başvuran tuhaf görünüşlü Judith‘in giderek daha da tuhaflaşmasının ürkütücü hikayesini anlatıyor. Judith, önceleri nesneleri yerinden oynatması ve bilmemesi gereken şeyleri bilmesi ile araştırmacılarının bir numaralı denek tercihi haline geliyor. Ama zamanla Judith’in sadece özel para-psikolojik yeteneklere sahip bir kadın olmadığını anlıyorlar. Ancak bu onları durdurmadığı gibi, aksine, devam etmelerine ve Judith’in içindekini (o her ne ise) daha da zorlamalarına neden oluyor. Onlar zorladıkça bizler de bir vücudu işgal eden kötü bir varlığın, hiç tükürmeden ve hiç küfür etmeden nasıl da korkunç olabileceğine ve gücünün nerelere uzanabileceğine tanık oluyoruz.

Ben dediğim gibi, evvel ezel bu türü çok seviyorum. Psikopat ruhlu bir annem ve teyzem olduğu için de, 5-6 yaşından beri izliyorum. Ancak özellikle 2000’lerden sonra çevrilen neredeyse hiçbir şeytan kaçması filmini sevememiştim. Bana göre ne Last Exorcism, ne The Rite, ne de The Devil Inside bu meselenin psikolojik yanını yeterince yansıtıyor. The Atticus Institute elbette The Exorcist kadar ya da Possession (1981) kadar etkili bir film değil. Ancak neredeyse son on yılın saçma sapan şeytan kaçması filmlerinden kesinlikle en az bir adım önde.

blank

Ezgi Aksoy

Sinema yolculuğu 80’li yıllar korku filmleriyle başladı. Ucuz filmlerle büyüdü. Sinema, yazından sonraki en büyük tutkusudur. Şuan LeMan, yeniHarman ve Bayan Yanı’nda araştırma dosyaları ve populer kült yazıları yazmakta ve medeniyet üzerine kafa yormaktadır.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Asla Unutulmayacak Bir Klasik: A Nightmare on Elm Street (1984)

Nasıl ki Wes Craven, korku sinemasının en önemli yönetmenlerinden biriyse,
blank

Greystone Park / Tımarhane (2012)

2012 yılı mahsulü Greystone Park, Oliver Stone'un oğlu Sean Stone