1920’lerin İngiltere’sindeyiz. Sanayi devrimi ile sıçrama yapan ve bireysel tüketime sunulan teknoloji sayesinde insanlar ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. İş o hale gelmiş ki, fotoğraf makinesi yaşayanlardan çok ölülerin suretini yakalamak isteyenlerin oyuncağı olmuş. Tabi teknolojiye bulanmış ama maneviyatını güçlü bir şekilde koruyan dönem insanlarının tek isteği kayıpları ile yeniden buluşabilmek… Yüzyılın başındaki grip salgını ve 1. Dünya savaşı yüzünden çoluğu, çocuğu, eşi ölmeyen kalmamış gibi… İklim böyle olunca ve insanlar çılgınlar gibi spiritüalizm (Ruhçuluk) ile ilgilenince sahtekarlar her yerde cirit atar olmuş.
Filmimizin kahramanı Florence Cathcart (Rebecca Hall) hayatını bu tür sahtekarları ortaya çıkarmaya adamış, hayalet, ruh saçmalıklarına zerre inanmayan, oldukça başarılı bir yazardır. İyi eğitim almış bir öncü feminist, süfrajet’tir. Filmin başında onu böyle bir sahte ruh çağırma seansının ipliğini pazara çıkarırken görüyoruz. Bu genç, güzel kadının bir sonraki görevi ise Çoğunluğunu yetim öğrencilerin oluşturduğu, İngiltere kırsalındaki bir okuldaki hayalet vakasını araştırmak olacaktır. Dönemi düşünürsek “Hayalet Avcıları”nı bile kıskandıracak deneysel teknolojik aletlerini yüklenen Florence, muzip çocukların işi olduğuna emin olarak vakaya el koyar ama okuldaki çocukların ödünü patlatan bu olayın paranormal samimiyeti bambaşkadır. Derken sömestr gelir ve tüm çocuklar okulu terkeder. Okulda sadece ailesi Hindistan’da olan Tom, öğretmenlerden Robert Mallory (Dominic West) ve okulun hademesi kalır. ve bir de hayalet….
The Awakening, orijinal olmak yerine türün gerekliliklerini yerine getirerek kıymetlenmek isteyen bir yapım ve bunu büyük ölçüde başarıyor. El Espinazo del Diablo’dan, The Changeling’e (evet, o ünlü top sahnesi) ve hatta El Orfonato’ya kadar sevdiğimiz ne kadar film varsa The Awakening’de izlerini görmek mümkün… Buna hiç de fena olmayan oyunculuklar eklenince, en azından epeydir izlemeye hasret olduğumuz oldschool bir korku filmi… Ben kendi hesabıma, her yerin kana bulandığı slasherlardan ve tekno kabuslardan daha çok seviyorum böyle işleri… O buram buram supernatural (dizi değil tür ismi olarak kullanılmıştır) kokan atmosfere bayılıyorum. Zaten The Awakening’de bir yerden sonra korkutma işini bir kenara bırakıp olayın drama tarafına yükleniyor ve iyiden iyiye El Espinazo del Diablo etkisine giriyor ve muallak finaliyle de kafama soru işaretlerini çakarak bitiyor.
İzlemezseniz çok şey kaçırırsınız diyebileceğim kadar iyi bir film değil çünkü tüm fikirler başka filmlerden toplanmış ama ışıkların karatıldığı bir gece izlemesinde de pek keyifli bir seyirliğe dönüşecek kadar oyalayıcı… Bir kez daha “hayalet dediğin nedir ki..?” diye sormaya varsanız buyurun The Awakening’e…
“Ben kendi hesabıma, her yerin kana bulandığı slasherlardan ve tekno kabuslardan daha çok seviyorum böyle işleri…”
Aynı şekilde düşünüyorum.
İzlediğimde bana da doğrudan Şeytanın Belkemiği filminin kötü bir kopyası yerine, ayakizlerini başarılı bir şekilde takip eden bir film hissiyatı verdi. Her ne kadar artık korku ürünlerine karşı yüksek derecede bağışıklık kazanmış olsam da, film bazı yerlerinde oldukça gerici hâl aldı. Tabi bu tarz bir filmin sonlara doğru hikâyeye ve drama geçeceğini tahmin etmek zor değil.
Ters köşeye yatırma gibi bir durum olur mu acaba diye bekledim; ama olmayışı hiç de hayal kırıklığı yaşatmadı. Temposunun biraz ağır olması bazılarını sıkabilir; ama ben zaten ağır tempolu filmleri daha çok sevdiğim için daha çok hoşuma gitti.
İzlenilmezse bir şeyler kaçırmış olunur demekten ziyade, izlenilmesi gereken bir film diyorum ben.