Birth_of_a_Nation_theatrical_posterÜç saati geçen süresiyle o güne dek çekilen en uzun film olan D.W. Griffith’in 1915 tarihli The Birth of a Nation’un Hollywood’un standartlarını belirlediği genel kabul gören bir yaklaşımdır. Bu “belirleme” sadece sinema dilinin kullanımı yani çekim ve anlatım teknikleri değil, kitlelerin sömürü ve ırkçılığın doğal olduğuna inandırılması yönünde de Hollywood’un yozlaşmış zihniyetini şekillendirdiğinin inkâr edilemezliğinin ifadesidir. Yönetmenin, ifrat derecesindeki zihniyeti sonucu hiçbir siyah oyuncuya yer vermediği bu filme çok gecikmiş bir yanıt olan Nate Parker’in 2016 tarihli aynı isimli filmini merakla beklediğimi söyleyerek yazıma başlamak istiyorum.

Koloniler henüz kurulurken bile işgücü alanında vazgeçilmez oldukları iddiasıyla, zencilerin köleleştirilmesinin Kilise inançlarına uygun olduğu iddia edilmişse de, Allah’ın takdiri ile el değmemiş olarak bırakıldığına inanılan “kutsal kıta” üzerinde köleliğin meşru görülmesi sıkıntılara sebep olacağından, zencilerin insan ile hayvan arası bir tür olarak görülmesi tercih edilmiştir.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Batı sömürgeciliğinin ve emperyalizminin doğal dinamiği olan ırkçı öğretilerin öncülüğünü yapan Kilise, yerlilerin “insan olmadıkları” tezini benimsemişti. İspanyol tarihçi Oriedo yerlileri “Doğuştan tembel, kötü, melankolik, korkak ve genellikle yalancı, dönek, şehvet düşkünü ve homoseksüel… İspanyolların kendileriyle savaşırken, körelmesin diye kılıçlarını kafalarına vurmamaya çaba göstermelerine yol açacak derecede kalın kafalı bir halktan ne beklenir ki” diyerek anlatmıştır. İspanyol sömürge ideoloğu Sepulveda ise “İnsanlar maymunlardan ne kadar farklıysa, İspanyollardan o kadar farklıdır” diyerek yerlileri insan ile hayvan arası bir tür sayıyordu.” (Alaeddin Şenel, Irk ve Irkçılık Düşüncesi)[/box]

“Yalnız insan kulağında meme olduğu ileri sürülmüştür ve işittiğime göre zencilerde kulak memesinin bulunmaması hiç de seyrek rastlanan bir olgu değildir” gibi, bir ırkı insan yerine koymaktan kaçınan ve bilimsel nesnellikten alabildiğine uzak “ileri sürülmüştür”, “işittiğime göre” gibi kolayca inkâr edilebilecek sözlerle ifade ettiği teorisini burjuva ideallerine göre kuran Darwin doğal seçilim olmasaydı günümüzdeki aşamaya gelinemeyeceğini iddia eder. Yeryüzüne hâkim olmak için gerekli üstünlüklere sahip ırk Anglosaksonlar ile onun Amerikan koludur diyen ve Batı’nın ortaya çıkmasıyla evrimin son halkası tamamlanmıştır diyen Sosyal Darwincilerin fikirlerinin yakın tarihimizde Jön Türkler arasında da yaygın olduğunu bilmek şaşırtıcıdır.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Hiç kimse en kötü hayvanını damızlıkta kullanacak kadar bilgisiz değildir. Oysa biz uygar insanlar, elenme sürecini engellemek için geri zekâlılar, sakatlar ve hastalar için bakımevleri kurarız; yoksulları koruma yasaları çıkarırız, böylece uygar toplumların zayıf bireyleri kendi soylarını sürdürür. Bütün olaylar ancak Anglosaksonların Batı’ya olan büyük göç akını ile bağlantılı, daha doğrusu, onun yardımcısı olarak düşünülünce amaçlı ve önemlidir. Uzun bir dönem boyunca, çok zeki, enerjik, yiğit, yurtsever ve iyiliksever insanları en çok sayıda yetiştiren bir ulus, bu bakımdan geri kalmış uluslara egemen olur.” (Charles Darwin, İnsanın Türeyişi)[/box]

Filmin başlangıcında yer alan “Savaşın yıkıcılığını vurgulamak istediğimiz bu çalışmamız savaştan nefret edilmesini sağlayarak sonuçlanırsa çalışmamız boşa gitmemiş olacaktır” temennisinin, genel anlamda insanlığın içine düştüğü savaşları lanetleme maksatlı değil “üstün Aryan ırka mensup iki kardeşin bir daha savaşmaması” için konulduğunu düşünüyorum. Çünkü bu temenninin hemen ardından gelen “Afrikalıların Amerika’ya getirilmesi birliğin bozulmasının ilk tohumlarını attı” sözleri bu düşüncemi doğrulamaktadır.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Amerikan imparatorluğu sömürge sistemi ile bütünleşen muazzam bir köle ticaretine dayanıyordu. İnsan hırsızlığını örgütlü bir biçimde işleten Avrupalı sömürgeciler Afrika’nın kanını emdiler. Ortalama 350 yılda Afrika’dan 12 milyona yakın zenci taşındı. Buna yola çıkmadan ve yolda ölenler de eklenirse, akıl almaz rakamlara varılır. Köle ticareti yapanların özellikle en sağlam, en güçlü, en genç ve en sağlıklıları aradıkları göz önünde tutulursa Afrika’nın nasıl bir güçten yoksun bırakıldığı görülür.” (Raimondo Luraghi, Sömürgecilik Tarihi)[/box]

Abraham Lincoln’ün, seçimleri kazandığı takdirde köleliği kaldıracağını söylemesi filmde “Büyük liderin zayıflığı bir ulusu kargaşaya sürüklemek üzereydi’’ diye anlatılır. Ne var ki istenmeyen olur ve ulus savaşa sürüklenir. South Carolina, Mississippi, Florida, Alabama, Teksas, Georgia ve Louisiana bağımsızlıklarını ilan eder. Bir süre sonra da Arkansas, Virginia, North Carolina ve Tennessee eyaletleri onlara katılır. Güney, ilk anda hızlı zaferler elde etmişse de, Eric Hobsbawm’ın “Amerikan İç Savaşı, endüstrileşmiş Kuzey’in Güney üzerindeki zaferiyle hatta Güney’in gayri resmi İngiliz İmparatorluğundan Birleşik Devletler’in yeni ve büyük endüstriyel ekonomisine nakledilmesiyle son buldu’’ sözleriyle ifade ettiği gibi, Kuzey’in üstünlüğüne karşı koyamaz.

Birth-of-a-nation-klansmen-1140x688

Savaşı kaybeden Güney’in teslim anlaşmasını imzalayan General Lee, “Özgürlük ve birlik, bugün ve sonsuza dek, tek ve birbirinden ayrılmaz” dese de Kuzey, Güneyli liderlerin asılmalarını ve eyaletlerin işgal edilmesini istemektedirler. Lincoln’ün “Onlara, asla ayrılmamışlar gibi davranacağım” demesi galipler arasında rahatsızlığa neden olur ve Lincoln bir suikast sonucu öldürülür. Başkanın ölüm haberi, Güney’de “En iyi dostumuz gitti. Bize ne olacak şimdi” denilerek üzüntüyle karşılanır.

Kuzey’in yaptığı anayasa ile kölelik kaldırılarak herkes “vatandaş” kabul edilmiş olsa da isyanın cezası olarak önde gelen beyazlara oy hakkı verilmez ve “zenciler oyları silip süpürür.” Seçim sonrası ilk günü “Zenci partisi, Temsilciler Meclisi’nde kontrolü alır” sözleriyle anlatan sahnede “seçilmiş” zencilerin Meclis’te yemek yedikleri, taşkınlık yaptıkları hatta ayakkabılarını çıkardıkları alaycı bir dille gösterilir. Buram buram ırkçılık kokan, zencilerin görgüsüz, kültürsüz ve aşağılık varlıklar olduğunu iddia eden bu sahnenin benzerine kendisinden bir asır sonra çekilen “Argo” filminde de rastlanmış olması manidardır.

[box type=”info” align=”” class=”” width=””]

“Maceraperestler zencileri kandırmak, akıllarını çelmek ve onları kullanmak amacıyla Kuzey’den sürüler halinde yola koyuldular. Zenciler yetki sahibi oldular, cüretkârlık dışında kullandıkları bu yetkiler hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Parlamentodaki liderlerin politikası şekillenmişti. Güney’deki uygarlığın tam bir tahribatı ve beyaz Güney’i, siyah Güney’in topukları altına alma kararlılığı.” (filmden)[/box]

Kuzey, Güney’e “fethedilmiş toprak” muamelesi yapmaya başlar. Kuzeylilerin desteklediği çeteler çiftlik sahiplerine saldırır, zenci milisler beyazları ve kadınları taciz eder. Kuzeyli politikacıların adamı zenci Silas “Yükselen güçten yararlanarak, kendisine bir taht kurmayı planlayan, beyaz hamisine ve kendi halkına karşı büyük bir hain” olmuştur. Eski günlerin görkemiyle kendisine yol verilmesini bekleyen “soylu” beyazların aldıkları, “Bu kaldırım size olduğu kadar, bize de aittir” yanıtı ve bitmek bilmeyen aşağılanmalar Güney’in kendini korumak için harekete geçmesine yol açar ve tarihteki en büyük ırkçı örgütlerden Ku Klux Klan kurulur.

the-birth-of-a-nation-1915-us-1921-reissue-lobby-card

Güney’i siyah yönetimden kurtarmak için şiddete başvurmaktan çekinmeyen, hak, özgürlük ve eşitliğe karşı çıkan, kapüşonlu beyaz cüppe giyen, yanan bir haçı amblem olarak kullanan ve liderlerini “Grand Wizard” veya “Grand Dragon” olarak adlandıran Klan’ın vahşeti kısa zamanda yayılır ve binlerce insan linç edilerek öldürülür. Klan’ın Güney’i temsil eden bir direniş hatta kurtuluş hareketi olduğu, kendini Güneyli hisseden sadık zencilerin dahi Klan’ın yanında yer aldığı, Kuzeyliler tarafından akılları çelinmese zencilerle hiçbir sorunları olmayacağı filmin ana temasıdır, tabii herkesin haddini bilmesi kaydıyla.

Finalde KKK, bir kulübede zencilerin saldırısına maruz kalan Cameron’ları kurtarmak için atlarını çatlatırcasına koştururken gösterilir. Sözde kurtarıcı KKK’nın dörtnala at koşturduğu bu sahneler hayli gösterişli çekilmiştir. Seyircilerin bu sahneyi çığlık çığlığa ve hem korkarak hem de alkışlayarak seyrettikleri anlatılır. “Vahşi savaş artık hüküm sürmediği zaman mutlu gün düşlemeye cesaret edebiliriz. Özgürlük ve birlik, bugün ve sonsuza dek” sözleri eşliğinde Hz. İsa’nın devasa imgesinin Klan’ın üzerine düşmesiyle film sona ererken, ilahi onayın da alınmış olduğu gösterilir.

Eleştirmeler tarafından film genellikle “Irkçı ama Amerikan başyapıtı” denilerek övülmektedir. Oysa böyle bir filmi sanat eseri olarak görmenin doğru bir tavır olmadığını düşünüyorum. İnsani üretiminin, insanın kendine, topluma ve doğaya yabancılaşmasının dolayısıyla acı çekmesinin önündeki engellerin kaldırılması yani insanın insanileşmesine katkıda bulunması ölçüsünde değerli olduğunu, bunun dışındakilerin “tamamının” değersiz, geriletici hatta zararlı olduğu düşüncesinde olduğumu söylemeliyim.

the-birth-of-a-nation (1)

Ortaya çıkanın bir tekerlek, bir saban, bir uçak, bir roman, bir şiir veya bir film olması, onun insan eliyle “üretilmiş” olduğu gerçeğini değiştirmez.

Sanat, insanın insanileşmesi mücadelesinde taraf olmak demektir. Taraf olmayı küçümseyen, kendi hezeyanlarını, fantezilerini ve ruhunun karanlıklarını sanat olarak ifade eden, ırkçı ve faşist, zalim ve sömüren, haysiyetsiz ve alçak, asalak ve taklitçi sanat olamaz, olmamalıdır. Halkçı olduğunu dile getirenlerin halkın değil yozlaşmış kapitalist ahlakı anlatmasının ve sermayeye uşaklık etmesinin meziyet sayıldığı, tüketmekten başka bir şey bilmeyen burjuva çocuklarının kendilerini devrimci zannettiği, halklara kurşun sıkan teröristleri desteklemeyi barış diye yutturmaya çalışanların kendilerini entelektüel ilan ettiği yetmezmiş gibi içinden çıktığı halkı, yetiştirdiği hayvanlarla kıyaslayarak aşağılamanın doğal görüldüğü günümüzde bilim ve sanat insandan uzaklaşmakta ve uzaklaştığı ölçüde sadece çöp üretmektedir.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Diyelim, yoksul ve öksüz bir delikanlı var ve siz kendisine yanında iş bulabileceği bir patronun adresini verdiniz. Yolda bir gündüz düşüne dalabilir bu delikanlı ve düşünde işe alındığını, zamanla patronun gözüne girdiğini, derken patronun ailesiyle tanıştığını, patronun güzel kızıyla evlendiğini ve fabrikanın başına geçip bütün işi kendisinin yönettiğini görebilir. Böyle bir düş kuran delikanlı, mutlu çocukluğunda elinde bulunup sonradan yitirdiklerini, kendisini bağrına basmış baba ocağını, ona sevecenlik göstermiş anne ve babasını, sevgi duygularını yönelttiği bu ilk nesneleri, gelecekte kavuşacağını düşlediği yeni değerlerle gidermeye çalışmıştır.” (Sigmund Freud, Sanat ve Sanatçılar Üzerine)[/box]

Şimdi bu delikanlının başka “düşlere” daldığını, patronu öldürüp kızına tecavüz ettiğini ve bulduğu bütün parayı aldıktan sonra kaçtığını düşlediğini farz edelim. Bir insan nasıl böyle bir şey düşleyebilir sorusundan birçok hikâye çıkarabiliriz ve psikanalitik görüşe göre her hikâye, onu “düşleyenin” yaşantısına ilişkin bir ipucu verir. Bu görüş, Kuzeyliler tarafından engellendiğini düşünen yönetmenin niçin böyle bir film yapmış olduğuna dair bir fikir edinmemizi sağlamıştır düşüncesindeyim.

Kuzey ile Güney’in arasındaki birliğin bozulmasına ve İç Savaş’a yol açan olayların temeli olarak Afrikalıların “kutsal topraklara” ayak basmasını gösteren yönetmenin ırkçılığı doğal gören hastalıklı zihniyetine göre Tanrı’nın kölelik yapması için yarattığı “zenci”, iki kardeşin arasını açmıştır. D.W. Griffith, böylesinde değersiz bir “zenci” için kardeşin kardeşe düşmesinin ne kadar saçma olduğunu anlatmak ve bilhassa Kuzeyli kardeşlerini buna ikna etmek için böyle bir film çekmiştir diyebiliriz. Böylesi ırkçı ve aşağılık bir filmin sinemanın temeline yerleştirilmesi, kendisinden yüz yıl sonra çekilen ve övgülere tutulan The Hurt Locker gibi filmleri anlamayı kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramamaktadır.

Öteki Sinema için yazan: Salim OLCAY

blank

Salim Olcay

1979 yılında İzmir'de doğdu. Yeşilçam etkisiyle başladığı sinema yolculuğunda bir ara Hollywood etkisine girmişse de, çabuk kurtuldu. Sanat toplum içindir diye düşünür ve yeni nesil Türk yönetmenlerini gönülden destekler.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

The Man Who Laughs (1928)

The Man Who Laughs, Alman ekspresyönist yönetmen Paul Leni tarafından
blank

The Lion King / Aslan Kral (1994)

Bazı filmler hitap ettiği nesilde derin izler bırakmıştır. Aslan Kral